Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Gonul DeryĂ‚sında Sır ve Hikmet İncileri

DOSTLUĞUN ŞARTI

«el-Vedûd» ismiyle muhabbetin menbaı ve menşei olan CenĂ‚b-ı Hak, kuluyla dost olmak ister. Kalb-i selîme kavuşarak dostluğuna erebilen bahtiyarları; cennet-i Ă‚lĂ‚ya davet eder, ona ebedî ikramlar hazırlar.

Bu dunya hayatında kulun gayesi, CenĂ‚b-ı Hakk’ın dostluğuna erme yolunda gayret etmek olmalıdır.

Ancak dostluk ve muhabbetin şartı; dosttan gelen ezĂ‚ ve cefĂ‚yı dahî hoş karşılamakla, ona rızĂ‚ ve teslîmiyet gostermektir.

Bu hikmete mebnî olarak, en cok cile ve musîbet; peygamberlere, sonra velîlere gelmiştir. Cunku onlar; bu cile ve ıstırapları, dostun bir hediyesi bilme olgunluğunu sergilerler, rızĂ‚ ve sabırlarıyla terakkî ederler.

Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ cilelere sabrı guzel bir kıssa ile şoyle ifade eder:

Bir efendiye hediye olarak bir kavun getirilmişti. O da sevdiği, gonuldaşı, derin duygulu, sĂ‚dık hizmetkĂ‚rı Lokman’ı cağırttı.

Lokman gelince efendisi kavundan bir dilim kesip, ona ikrĂ‚m etti. Lokman o dilimi sanki bal gibi, şeker gibi yedi. Oyle hoşlanarak oyle zevkle yemişti ki; onu gorenlerin de iştahları kabarıyor, ona Ă‚detĂ‚ imreniyorlardı.

Efendisi ona ikinci bir dilim daha verdi. Zira efendisi, Lokman’ın duyduğu bu lezzet karşısında huzur buluyordu.

Derken kavundan son bir dilim kaldı. O zaman efendisi;

“–Bunu da ben yiyeyim de ne kadar tatlı bir kavun olduğunu anlayayım.” dedi.

Efendisi o dilimi yer yemez, kavunun acılığından ağzını bir ateş kapladı. Dili ucukladı, boğazı kavruldu. Kavunun acılığından kendinden gecti. Ondan sonra Lokman’a sordu:

“–Ey benim canım hizmetkĂ‚rım! Boyle bir zehri nasıl oldu da tatlı tatlı yedin? Boyle bir kahrı nasıl oldu da lutuf saydın? Bu nasıl sabırdır? Kim bilir şimdiye kadar ne acılara katlandın ve sabrettin? Yoksa sen tatlı canına duşman mısın? Neden bir şey soylemedin? Neden;

«Beni mĂ‚zur gorun, şimdi yiyemem.» demedin?”

Lokman dedi ki:

“–Ben; siz efendimizin elinden o kadar tatlı yemekler yedim, maddeten ve mĂ‚nen o kadar cok nimetleriyle perverde oldum ki, size bunlar icin mukabelede bulunamadığımdan dolayı, mahcubiyetimden iki buklum olmuşumdur. Elinizle ikrĂ‚m ettiğiniz bir şeye;

«Bu acıdır, yenilemez.» nasıl diyebilirim?!.

Hem sizin elinizden gelen her acı bana tatlı gelir. Cunku bedenimin butun cuzleri sizin nimetlerinizle perverde olmuştur.”

Sonra Lokman heyecan ve muhabbet dolu sozlerle icini dokmeye şoyle devam etti:

“–Efendim! Sizden gelen bir acıdan feryĂ‚d edersem, başıma yuzlerce defa toprak sacılsın. LutufkĂ‚r elinin tadı, bu kavunda nasıl acılık bırakır? Muhabbetten acılar tatlılaşır, muhabbet sayesinde bakırlar altın olur. Muhabbet ile tortular durulur, arınır. Muhabbet vesilesiyle dermansız dertler şifĂ‚ bulur. Muhabbet ile oluler dirilir. Muhabbet sayesinde padişahlar kul olur. Muhabbetten dolayı zindanlar gul bahcelerine doner. Muhabbetten oturu karanlık evler aydınlanır, nurlanır. Muhabbet vesilesiyle nĂ‚r, nûr olur. Muhabbet varsa cirkin bile hûrî kesilir. Muhabbet varsa; kederler neşeye doner. Muhabbet sayesinde; yoldan cıkaranlar saĂ‚det rehberi olur, yol kesenler, yol gosterici olur. Muhabbet sayesinde; hastalık dahî, sıhhat ve afiyete cevrilir. HĂ‚sılı muhabbet ile, kahır rahmet olur.”

CenĂ‚b-ı Hak, Fecr Sûresi’nde gafil insanın nimetler ve iptilĂ‚lar karşısındaki tavır değişikliğini şoyle tasvir eder:

“İnsan;

Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde der ki:

«Rabbim bana ikrĂ‚m etti.»

Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise der ki:

«Rabbim beni onemsemedi.»” (el-Fecr, 15-16)

CenĂ‚b-ı Hak; muteĂ‚kip Ă‚yetlerde insanın bu bencil ve menfaatini merkeze alan, dunyalığa aşırı duşkun hĂ‚lini kınamakta ve sûrenin sonunda sĂ‚lih kullarını cennete şoyle davet etmektedir:

يَٓا اَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُۗ ﴿٢٧﴾ اِرْجِع۪ٓي اِلٰى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً ﴿٢٨﴾ فَادْخُل۪ي ف۪ي عِبَاد۪يۙ ﴿٢٩﴾ وَادْخُل۪ي جَنَّت۪ي ﴿٣٠﴾

“Ey huzura kavuşmuş insan! Sen O’ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine don. (SĂ‚lih) kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30)

Anlaşılmaktadır ki;

CenĂ‚b-ı Hakk’ın dostluğuna ermenin, sĂ‚lih kullar arasında cennete davet edilmenin şartı, «rızĂ‚»dır. İlĂ‚hî taksimden rĂ‚zı olmaktır. Acı-tatlı, zor-kolay demeden Dost’un takdir eliyle gonderdiği ikramlarını lezzetle kabul etmektir.

VelhĂ‚sıl hayatın med-cezirlerini kabullenmektir.

EYYÛB SABRI

Hazret-i Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m-’ın hĂ‚li de bu hususta cok guzel bir misaldir:

Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m- AllĂ‚h’ın bircok nimetlerine gark olmuştu. Yiğit evlĂ‚tları vardı. Buyuk varlık sahibiydi. Sıhhat ve afiyet icindeydi.

İlĂ‚hî imtihan olarak iptilĂ‚lar başladı… Once arazileri gitti. Sonra bir zelzelede evlĂ‚tları vefĂ‚t etti. Sonra ağır bir hastalığa dûcĂ‚r oldu, sıhhati bozuldu. O ise hic kalbini bozmadı. Sabr-ı cemîl gosterdi.

Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m-, hastalığının en şiddetli gunlerini yaşıyordu. Hanımı Rahîme Hatun dedi ki:

“–Sen bir peygambersin! Allah TeĂ‚lĂ‚’dan sıhhat ve afiyet istesen de bu dertlerden kurtulsan!”

Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m- sordu:

“–Sıhhat ve afiyetle gecen gunlerimiz ne kadardı?”

“–Seksen yıl idi.”

“–Ey Rahîme! CenĂ‚b-ı Hak bana seksen sene sıhhatli bir omur ihsĂ‚n etti. Hastalık muddetim sıhhatle gecen omrume nazaran cok az. HĂ‚l boyleyken CenĂ‚b-ı MevlĂ‚’ya hĂ‚limi şikĂ‚yet etmekten hayĂ‚ ederim. Allah TeĂ‚lĂ‚, bizlere nimetler verirken (rĂ‚zı oluyoruz da), O’ndan gelen belĂ‚lara nicin sabretmeyeyim?!. Ben Rabbimden rĂ‚zıyım!”

Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m-’ın bu tavrı, rızĂ‚nın en guzel misĂ‚lini sergiler. Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m-; butun musîbet ve sıkıntılarına rağmen, hĂ‚linden şikĂ‚yetci duruma duşmemek ve takdîre rızĂ‚da kusur gostermemek icin, hastalığını CenĂ‚b-ı Hakk’a arz etmekten, kendisi icin sıhhat ve Ă‚fiyet dilemekten bile cekinmiştir. Nihayet zevcesinin ısrarları karşısında sadece;

“…(Rabbim!) Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin!..” (el-EnbiyĂ‚, 83) diye niyazda bulunmuştur.

Bu duĂ‚ uzerine Allah TeĂ‚lĂ‚; kullukta dĂ‚im olanlara bir rahmet hĂ‚tırası olmak uzere onun derdini gidermiş, hastalığına şifĂ‚ vermiş ve kendisine yeniden mal ve evlĂ‚tlar lutfetmiştir. CenĂ‚b-ı Hak; sabır, şukur ve hĂ‚le rızĂ‚ makamında zirveleşen Eyyûb -aleyhis-selĂ‚m- icin;

“… O ne guzel kuldu!..” (SĂ‚d, 44) iltifĂ‚tında bulunmuştur.

Guzel kulluğun sırrı:

ŞİKÂYET YOK, ŞUKUR VAR

Şiir diliyle hikmetleri terennum eden buyuk mutasavvıf Yûnus Emre Hazretleri de nefsine şoyle hitĂ‚b eder:

Yûnus, imdi her derde Eyyûb gibi sabreyle.

Derde katlanamazsın, derman arzu kılarsın.

Derman şikĂ‚yette değil, şukurdedir. ŞikĂ‚yet, rızĂ‚sızlıktır. Hele kullara şikĂ‚yetin ne kadar abes olduğunu Hazret-i Huseyin -radıyallĂ‚hu anh- şoyle ifade etmiştir:

“Uğradığın dertlerden mahlûka şikĂ‚yeti kes!.. Merhametliyi merhametsize şikĂ‚yet etmiş olursun.”

VelhĂ‚sıl;

Bir musluman dÂim tebessum hÂlinde olacak. Hizmette tebessum hÂlinde olacak.

Bir muvaffakiyet olduğunda da onu Allah’tan bilecek. Bir iptilĂ‚ geldiğinde de rĂ‚zı olacak, «رَاضِيَةً مَرْضِيَّةً» sırrına ererek… Yani Allah’tan rĂ‚zı olacak, Allah da ondan rĂ‚zı olacak.

Hakk’ın dostluğuna ermenin şartı bu… Habîbullah -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in omru, Ă‚detĂ‚ bir cile cemberiydi. Fakat O -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-; en buyuk istinĂ‚dı olan hanımı Hazret-i Hatice’yi ve hĂ‚mîsi Ebû TĂ‚lib’i kaybetmiş, bir destek bulma umidiyle gittiği TĂ‚if’te taşlanmış vaziyette iken CenĂ‚b-ı Hakk’a şoyle niyaz etmişti:

“Ey merhametlilerin en merhametlisi! Eğer bana karşı gazaplı değilsen, cektiğim mihnet ve belĂ‚lara aldırmam! (Yeter ki Sen, benden rĂ‚zı ol.)”

AshĂ‚b-ı kiram da İslĂ‚m’la şereflenmenin bir bedeli olarak, kıssadaki gibi nice acı kavunlar yedi. Zehirle pişmiş aşlara talip oldu ve boylece vuslatın lezzetiyle mest oldu.

İşkenceler acı kavun gibiydi; cileler, boykotlar, mĂ‚ruz kaldıkları istihzĂ‚lar birer acı kavun gibiydi. Fakat onların hepsi ashab icin lezzet oldu. Şukur vesilesi oldu.

Hazret-i BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh-, azgın ve gozu donmuş muşriklerin ağır işkenceleri altında Ă‚detĂ‚ bir pelteye donmuş olan vucudundan kanlar akarken bile dĂ‚imĂ‚;

«Ehad! Ehad! Ehad!..: Allah birdir! Allah birdir! Allah birdir!..» diyerek tevhîdi tebliğ ediyor ve şirke meydan okuyordu. Acı ve ızdıraptan ziyade, îmĂ‚nın ulvî zevkini tatmış bir gonulle likāullah hazzını yaşıyordu.

Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-, hilĂ‚feti doneminde, ilk muslumanlardan olan HabbĂ‚b bin Eret -radıyallĂ‚hu anh-’a;

“–Allah yolunda cektiğin işkenceleri bize biraz anlatır mısın?” demişti.

Bunun uzerine Hazret-i HabbÂb;

“–Ey mu’minlerin emîri, sırtıma bak!” dedi. Onun sırtına bakan Hazret-i Omer;

“–Omrumde boylesine harap edilmiş bir insan sırtı hic gormemiştim.” diyerek hayretler icinde kaldı. HabbĂ‚b -radıyallĂ‚hu anh- şoyle devam etti:

“–KĂ‚firler ateş yakarlar ve beni elbisesiz olarak uzerine yatırırlardı. Ateş, ancak sırtımdan eriyen yağlarla daha da şiddetlenirdi.”

Muşrikler ateşte kızdırdıkları taşları Hazret-i HabbĂ‚b’ın sırtına yapıştırırlar ve işkencenin şiddetinden mubĂ‚rek sahĂ‚bînin etleri dokulurdu. Buna rağmen yine de kĂ‚firlerin istedikleri sozleri soylemezdi. (İbn-i Esîr, Usdu’l-ĞĂ‚be, II, 114)

Zira îmĂ‚nın lutfettiği «vuslat» heyecanı, butun dunyevî meşakkatleri bertarĂ‚f ediyordu.

HabbĂ‚b bin Eret -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:

Bir gun Allah Rasûlu, KĂ‚be’nin golgesinde iken, yanına varıp kendisine muşriklerden gorduğumuz işkenceleri şikĂ‚yet tarzında anlattık. Ardından da bu işkencelerden kurtulmamız icin Allah’tan yardım dilemesini talep ettik.

O da bize şoyle buyurdu:

“Sizden evvelki nesiller arasında, yakalanıp bir cukura konan, sonra testere ile baştan aşağı ikiye bolunen ve demir taraklarla etleri tırmıklanan, fakat yine de dîninden donmeyen mu’minler olmuştur.

AllĂ‚h’a and olsun ki, O; bu dîni tamamlayacak, hĂ‚kim kılacaktır.

O derecede ki, bir kişi, Allah’tan ve koyunlarına kurt saldırmasından başka bir korku duymaksızın, San‘a’dan Hadramut’a kadar emniyet icinde gidip gelebilecektir. Ne var ki siz sabırsızlanıyorsunuz!..” (BuhĂ‚rî, MenĂ‚kıbu’l-EnsĂ‚r, 29, MenĂ‚kıb, 25, İkrĂ‚h 1; Ebû DĂ‚vûd, CihĂ‚d, 97/2649)

Tarih şahittir ki, zalimlerin zulmune ancak bu îman gucuyle karşı konulmuştur. İlk Îsevîler, aslanların dişleri arasında parcalanmayı goze alarak tevhîdi korumuşlardır.

AshĂ‚b-ı Uhdûd; hendeklerde yanmaya rĂ‚zı olmuş, tevhidden taviz vermemiştir.

Habîb-i NeccĂ‚r, taşlanırken bile bir îmĂ‚nın vecdi icinde idi:

“Keşke kavmim, AllĂ‚h’ın bana bu ikramını bilseydi!” demiştir.

Bunlar;

Tarihteki nice tevhid kahramanlarının sayısız misallerinden ancak birkacı…

SahĂ‚benin hayatı da o misallerle dolu.

Onlar, bu vuslata erebilmek icin her turlu cile ve meşakkatlere tebessum ettiler.

Cunku onların tek derdi bu hayatı îman nimetinin, Allah Rasûlu’ne ummet olma nimetinin bir şukrĂ‚nesi olarak yaşamaktı.

Bu iştiyakla;

Vehb bin Kebşe -radıyallĂ‚hu anh- Cin’e gitti.

İbn-i Abbas -radıyallĂ‚hu anh-’ın kardeşi Semerkant’a gitti.

Abdullah İbn-i Mes‘ûd ve niceleri Kûfe’ye, Hazret-i BilĂ‚l ve niceleri Şam’a, Ebû Eyyûb el-EnsĂ‚rî ve niceleri İstanbul’a gitti. TĂ‚biîn’den Ukbe bin NĂ‚fi, Kayravan’a gitti. Ve emsalleri, kıtalara kanat actı.

Yuz bini aşkın sahĂ‚bî olmasına rağmen, Mekke ve Medine’de medfun sahĂ‚bî cok az… Cunku her biri; ashab olmanın şukrunu odemek icin, cilelerin yoldaşı oldu.

Onları takip eden nesiller de, hakikî saĂ‚detin yolunun cilelere katlanmak olduğu hakikatini cok iyi anladılar.

İstanbul’u fethe koşan yiğitler;

“ŞehĂ‚det sırası artık bizde!” diyerek, iştiyak ile olum sacan surlara koştular. ŞehĂ‚det şerbeti de, îmĂ‚nın ve vatanın muhafazası icin can vermek de Dost’un hatırı icin lezzetle yenilen bir acı kavun idi. Canakkale’de 250.000 vatan evlĂ‚dı, duşmanın onune etten duvarı bu iştiyak ile ordu.

Butun bunlar, dostun dosta vefĂ‚sıydı.

Fazîlet ve rızĂ‚-yı ilĂ‚hîye rĂ‚m oluştu…

Bu cercevede;

Bugun sayıları 2,5 milyonu aşan ve halk tabiriyle «Tanrı misafiri» olarak isimlendirilen Suriyeli kardeşlerimiz icin bir fedĂ‚kĂ‚rlık imtihanında olduğumuzu unutmamamız îcĂ‚b eder.

CenĂ‚b-ı Hak; nesillerimizi de ecdĂ‚dındaki îman iştiyĂ‚kından, birlik-beraberlik ve kardeşlik fedĂ‚kĂ‚rlığından hissedĂ‚r eylesin.

Âmîn!..



Osman Nûri Topbaş
Yuzakı Dergisi

__________________