Cocukluktan gencliğe gecmeye calıştığım donemlerde yazarlık hayalleriyle dolu olduğumu goren babam, ‘Yanağını cama yapıştırıp, evin caprazındaki caminin şerefesinde iftar zamanını haber veren ışıkların yanmasını, ışıklar yanar yanmaz bunu bağırarak haber verdiğinde buyuklerin aferinini almak icin heyecanla bekleyen bir cocuğu anlatabilir misin’ demişti.
Yaklaşık kırk yıldan beri o cocuk aklımdadır.
Hálá o sahneyi ve o cocuğu en iyi bicimde nasıl anlatacağımı bulamadım.
Ama bu goruntu benim yazarlık temrinlerimden biri oldu.
Babamın kendi cocukluğunun anılarının arasından cıkartıp bana yazı odevi olarak verdiği sahneye kendi cocukluğumun anıları da eklendi.
Evimizin hemen karşısındaki kucuk cami.
Ramazan geceleri mahallenin cocuklarıyla birlikte gittiğimiz teravih namazları, camideki buyuklerin bize başka zamanlarda pek de gostermedikleri bir şefkati gostermeleri, hálá cocuk aklımla ezberlediğim bicimde soylediğim ‘allah umme salli ala’nın muhteşem melodisiyle dalgalar gibi kabaran o tuhaf coşku, namaz cıkışında hissettiğimiz o ağırbaşlı memnuniyet...
Sahur vakti sıcak yataktan gozlerim yarı kapalı kalkıp sobası yakılmış salonda hazırlanmış sofraya oturuşum, galiba sadece ramazanlarda yapılan o yumurtaya bulanmış ekmek kızartmaları, demli cay, beni sevgiyle ve gururla bağrına bastığını duşunduğum buyuk bir kalabalığın parcası olmanın guveni ve sonsuz bir huzur.
Allah’ı cok sevmiştim.
Ondan benim anlamadığım kelimelerle soz ediyorlardı ama o benim icin, beni sevmesini istediğim temiz yuzlu yaşlı bir dedeydi, oruc tuttuğum zamanlarda bana gulumsediğini duşunurdum.
Doğrusu ya ondan pek korkmazdım.
Ama beni sevmesini isterdim.
İlk kez okulda din hocası cehennemi uzun uzadıya butun korkuncluğuyla anlattığında dehşete duşmuştum, benim teravih namazlarında, iftarlarda, sahurlarda hissettiklerimle hocanın anlattıkları hic birbirine benzemiyordu.
O, beni cok korkutan, bana cok uzak, cok mesafeli, cok gazaplı, benim cocuk aklımın kavrayamayacağı cok urkutucu bir gucten bahsediyordu.
Biz dede-torun değildik.
Beni sevmiyordu.
Kotu bir şey yaparsam beni ateşlerin icine atacak, beni yakacak, bana acılar cektirecekti.
Ben ona hic boyle şeyler yapmazdım ki, ben onun icin hic boyle cezalar duşunmezdim ki, ben onu seviyordum, o niye beni ateşlerin icine atmak istiyordu.
Cok korktuğumu, cok uzulduğumu hatırlıyorum.
Bir daha uzun yıllar camiye gitmedim.
Din hocası benim cocukluk dunyamın en huzurlu hayalini, o soğuk yatakhanelerde uyumadan once dua edip kendisine gulumsediğim, herkes bana yaramazlık yaptım diye kızdığında kendisine sığındığım ‘yakınımı’ benden koparmıştı.
Sonra buyudum.
İnanmanın huzurundan aklın huzursuzluğuna gectim.
O cocukluk donemimden sonra bir daha hic dindar olmadım, oruc tutmadım, dua etmedim, namaz kılmadım.
Lise yıllarında karşımdakinin inanclarına hic aldırmaz, herkesin korktuğu bir gucten korkmamanın tuhaf lezzetiyle diğer cocuklarla kıyasıya tartışırdım, onlar Tanrı’nın varlığını kanıtlamaya calışırlardı ben yokluğunu.
Kucuk bir cocukken inanmayı ne kadar sevdiysem, ilk gencliğimde de inanmamayı o kadar sevdim.
Başkaldırmanın muthiş cazibesine kapılmıştım.
Hayatın zıpkınlı acılarından beni koruyacak bir guc yoktu artık, her acı doğrudan tenime yapışıyor, o acıları taşımakta ilahi bir guc bana yardımcı olmuyordu.
Yirmili yaşlarımda Ankara’da bir işci kooperatifinde karımla birlikte epeyce sıkıntılar cekerek yaşarken komşularımız olan bir ‘inanclı insanlar’ grubuyla karşılaşmıştık.
Gercekten cok hoş insanlardı, yumuşaktılar, hoşgoruluyduler, benim genclik saygısızlıklarımı kibar bir sabırla karşılıyorlardı.
Aralarından bir tanesi eski bir kabadayıydı, iriyarı, guclu kuvvetli bir adamdı, epey kavgaya karışmış, gunahın her turlusune batıp cıkmıştı, sonra ‘inancı’ bulmuştu.
Beni sessizce dinler, ben sozumu bitirince ‘Ahmet, kardeşim’ diye başlardı lafa, beni ‘doğru yola’ getirmek icin uğraşırdı.Dini korkuyla değil sevgiyle anlatırdı.
Zor gunlerdi, babam hapisteydi, kız kardeşim hastaydı, karım hamileydi, beş kuruş para yoktu, bir yayınevinin zemin katında duzeltmen olarak calışıyor, kazandığım paranın coğunu kiraya veriyordum.
O sırada hayatımdaki en iyi şey o dindar insanlardı.
Dindarları sevdim.
İnanclarını paylaşmadım ama onlara ve inanclarına imrendim.
Bana cocukluğumu, teravih namazlarını, sahurları, iftar sofralarını, huzuru hatırlatıyorlardı.
Ofkeli değillerdi, cıkarcı değillerdi, haramdan olesiye korkuyorlardı, muhtaclara yardım ediyorlardı, inanclarıyla boburlenmiyorlar, dini bir gosterişe dondurmuyorlardı.
Onlara saygı gostermeyi oğrendim.
Kendi inancsızlığımla onları kırmamaya ozen gosterdim.
Zor gunlerde bir ‘inancsıza’ bağışladıkları dostluğu hic unutmadım.
Din hakkında duşunmeye başladım, ‘din bir afyondur’ ezberinden ‘din nedir’ sorusuna gectim, insanların ve toplumların hayatında dinin yerini merak ettim.
Gercek bir dindarla, bir muminle, dini gosterişli bir rozet gibi yakasına takanlar arasındaki farkı gordum.
İcinde bir vahşetle, bencillikle hatta kotulukle doğan ve olum gibi karanlık bir yok oluşla varlıkları sona eren insanların gelişiminde, yaşama gucu buluşunda, ahlakı yaratışında, vahşetini sınırlayışında dinin cok onemli kulturel bir değer olduğunu fark ettim.
Dindar olmadım, inanclı olmadım.
Hálá da değilim.
Hicbir zaman da olmayacağım herhalde.
Ama din fikrini, gercek dindarları seviyorum.
Tanrı’yla ilişkim ise anlatılması cok zor celişkilerle dolu.
Varlığına inanmıyorum ama o varmış gibi hissetmekten hoşlanıyorum, annemin mezarına gittiğimde dua etmiyorum ama annemi ‘ona’ emanet ediyorum.
Artık ne olumden ne de olumden sonrasından korkuyorum ama oldukten sonra sevecen bir ışıkla karşılaşıp yaramazlık yapmış kucuk bir cocuk gibi ona sığınıp gulumseyeceğimi aklımdan geciriyorum.
Din hocası cehennemi anlatana kadar suren kuvvetli bir inanca dayalı ‘ilişkim’ şimdi bir başka bicimde suruyor, onun adına yeryuzunde cehennemi yaratanları, onun adıyla gosteriş yapanları, onun adına benim gibi ‘inancsızlara’ ofkelenenleri, onun adını sadece insanları korkutmak icin kullananları ‘onunla’ arama sokmuyorum.
Tanrı’dan bir beklentim yok.
Ona duyduğum sevginin, eğer o varsa, bir beklentiden ya da bir korkudan kaynaklanmadığını o biliyor.
Gunahkar olduğumu da, babasının sevgisine sığınan biraz şımarık bir evlat gibi bu gunahları işlemeye devam edeceğimi de.
Din adına dehşet salanlar ne derlerse desinler, başkaları icin kotuluk duşunmeyenleri onun affedeceğine inancım tam, benim tanrım her şeyden once ‘başkaları icin kotuluk duşundun mu’ diye soracak bir tanrı.
Başkaları icin kotuluk duşunmezsem, onun varlığına inanmasam bile beni affedeceğini sanıyorum.
Affetmezse de gucenmeyeceğim.
Cocukluğumda tuttuğum orucların, oturduğum iftar sofralarının huzurunu hic unutmadım.
Bugun, bir tek kez oyle bir huzurla iftar yapabilmek isterdim.
O huzuru hissedenler, dilerim, o huzuru gereksiz ofkelerle bozmazlar.
Ben bir daha o huzuru bulamayacağım.
Ama, ‘yanağını dışarının soğuğunu hissederek cama dayayıp, evin caprazındaki caminin ışıklarının yanmasını bekleyen’ cocuğu anlatmayı hep deneyeceğim.
Sanırım bunu hicbir zaman da tam beceremeyeceğim.
Ahmet Altan
Allah (c.c) ıslah etsin,hidayete erdirsin inşallah!!!
__________________
*CAMİ IŞIKLARINA BAKAN COCUK...- Ahmet ALTAN*
Dini Bilgiler0 Mesaj
●21 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eğitim Forumları
- İslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- *CAMİ IŞIKLARINA BAKAN COCUK...- Ahmet ALTAN*