İlk Musluman: Hz. Hatice
KÂinatın Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.), Hira’daki ulvî mazhariyetle İlÂhî memuriyetini idrak etmiş ve kudsî risalet vazifesini yuklenmişti. Ancak bu ağır ve buyuk vazifenin icabları vardı, onları yerine getirmek lazım geliyordu. Bunun ise, icinde bulunduğu cemiyette pek kolay olmayacağı kendisince muhakkak bilinen bir husustu.
O anda, Efendimiz tek başına bir tarafta, butun dunya bir tarafta yer alıyordu. Ve o, umum dunyaya Allah’tan aldığı emirleri tebliğ edecekti. Elbette bu, basit bir hÂdise olarak gorulemezdi.
Allah Resûlu, dunyalar durdukca insanlığa nûr ve şeref olan vazifesine nereden ve nasıl başlaması gerektiğini de cok iyi hesaplıyordu.
Durumu evvela en yakını bulunan hanımı Hazret-i Hatice’ye anlattı. Hazreti-i Hatice, ona tereddutsuz sadakat elini uzattı ve ilk Musluman olma şerefine kavuştu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bundan sonra, Hazret-i Hatice’ye, CebrÂil’den (a.s.) oğrendiği şekilde abdest aldırdı ve yine CebrÂil’den oğrendiği sûrette imam olarak şerefli zevcisine iki rek’at namaz kıldırdı.
Efendimizin kıldırdığı bu iki rek’at namaz,1 imam olarak kıldığı ilk namazdır ve bir pazartesi gununun sonuna doğru kılınmıştır.2
* * *
Hz. Ali’nin Musluman Oluşu
Hazret-i Hatice’nin terddutsuz îmÂn edip Musluman olması, Resûl-i Ekrem Efendimizi son derece memnun ettiği gibi, şevkini de arttırdı. Artık yeryuzunde davasını tasdik ve kabul eden biri vardı.
Peygamber Efendimizin, İslÂma dÂvet ettiği ikinci insan, yine en yakınlarından biri olan Hazret-i Ali idi. O, dort beş yaşından beri Efendimizin terbiyesi altında bulunuyordu ve o, eşsiz terbiyenin eseri olarak, akranlarına gore feraset ve ahlÂk bakımından ustun bir seviyedeydi.
Birgun Resûl-i Ekrem Efendimizi Hazret-i Hatice ile namaz kılarken gordu. Hayran hayran seyredip namaz bitince, “Nedir bu?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ey Ali, bu Allah’ın sectiği, beğendiği dindir. Ben seni bir olan Allah’a îmÂn etmeye davet eder, insana ne faydası, ne de zararı dokunmayan LÂt ve Uzza’ya tapmaktan sakındırırım” dedi.
Hz. Ali, bu teklif karşısında tatlı cocuk bakışlarını yere dikerek bir an durakladı. Sonra şoyle dedi:
“Benim şimdiye kadar gormediğim, işitmediğim birşey bu. Babam Ebû Talib’e danışmadan birşey diyemem.”
Fakat, Resûl-i Kibriy Efendimiz, henuz da’vasını acıkca ilÂn etme emrini almış değildi. Bu sebeple Hz. Ali’yi ikaz etti:
“Ey Ali!” dedi. “Eğer soylediklerimi yaparsan yap. Yok eğer yapmayacak olursan, gorduğunu ve işittiğini gizli tut. Kimseye birşey soyleme!”1
Hazret-i Ali, bu ikaz uzerine sırrını muhafaza edeceğine soz verdi. O geceyi duşunerek gecirdi. Şafak aydınlığı ile birlikte gonlune de aydınlık doğdu. Resûlullahın huzuruna giderek, “Allah, beni yaratırken Ebû Talib’e sormadı ki, ben de Ona ibÂdet etmek icin gidip kendisine danışayım,” dedi ve Musluman oldu.
Musluman olan ilk cocuk şerefini kazanan Hazret-i Ali, o sırada on yaşında bulunuyordu.1
Tedbir, her zaman guzel bir harekettir. Ama bir davanın yeni yeni yayılmaya başladığı sırada cok daha guzeldir. İşte Allah Resûlu, Hazret-i Ali’ye gorduklerini ve işittiklerini şimdilik kimseye anlatmama ve duyurmama ikazında bulunmakla kÂinatta da cÂri olan tedbir, tedric ve hikmet kanununa riÂyet ederek, bizler icin de bir olcu veriyordu. Gercekten tedbire başvurma, zaman ve mekÂnın şartlarını gozonunde bulundurarak dÂvasını yayma Allah Resûlunun tebliğ hayatında muhim bir yer işgal eder.
ÎmÂn safında yer almada, Hazret-i Hatice ve Hazret-i Ali’yi, Resûl-i Ekremin evlatlık edindiği Zeyd bin HÂrise (r.a.) takip etti.
Musluman olduktan sonra, Hazret-i Ali ile Hazret-i Zeyd’in, Nebiyy-i Ekrem Efendimize gonulden bağlılıkları yeniden tazelendi ve guc kazandı. Artık, Efendimizden ayrılmıyor, namaz ve ibadetlerini onunla birlikte if ediyorlardı.
Hazret-i Ali, zaman zaman Resûl-i Ekremle birlikte KÂbe’ye gider, orada namaz kılarlardı.
Afif-i Kindî, alış veriş maksadıyla geldiği Mekke’de, henuz îmÂn etmediği bir zamanda Peygamberimiz, Hz. Hatice ve Hz. Ali’yi namaz kılarken gormuştu. Musluman olduktan sonra, o hallerinden gıbta ile bahsederek şoyle demiştir:
“Ben, o zaman imÂn edip de, onların dorduncusu olmayı ne kadar isterdim.”1
Peygamber Efendimiz, davasını henuz umuma acıklamamış olmasına rağmen, muşrikler onların KÂbe’de namaz kılmalarından, yaptıkları ibadetten farklı bir ibadet yapılmasından pek hoşlanmıyorlardı. Bu sebeple bir muddet sonra, Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ali ile, namazlarını kırlarda, vadilerde ed etmeyi daha uygun buldular.
Annesi ile babası Hazret-i Ali’nin peşinde
Resûl-i Ekremi bir golge gibi takip edip, yalnız bırakmayan Hazret-i Ali’nin bu hali, anne ve babasının endişe ve telÂşına sebep oldu. Bilhassa anne FÂtıma HÂtun fazlasıyla korkuya kapıldı. Kocasına, “Dikkat et, oğlun Muhammed’le cok dolaşıyormuş, sakın ona birşeyler olmasın” dedi.
Ebû Talib anlayışlı bir insandı. Durumu bizzat Peygamber Efendimizden oğrenmek istedi. Bunun icin birgun Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ali’nin arkalarından gitti. Onları Mekke’nin bir vadisinde namaz kılarken buldu. Fahr-i KÂinat’a, “Ey kardeşimin oğlu!” dedi. “Bu din, ne dindir?”
Peygamber Efendimiz, “Ey amca! Doğru yola dÂvet edeceklerimin ve bu dÂvete koşması gerekenlerin başında sen varsın ve sen buna herkesten daha lÂyıksın! Putlara tapmaktan vazgec ve bir Allah’a îmÂn et” diye teklifte bulundu.
Bir an duşunceye dalan Ebû Talib, sonunda şoyle dedi:
“Ben, eski dinimden ayrılamam. Fakat, sen uzerinde bulunduğun dinde devam et! Allah’a yemin ederim ki, ben sağ kaldıkca, yapmak istediğini tamamlayıncaya kadar kimse sana el uzatamaz, hoşlanmadığın birşeyi sana eriştiremez” diye konuştu.
Sonra da oğlu Ali’ye dondu ve “Oğulcağızım! Senin uzerinde bulunduğun bu din nedir?” diye sordu.
Hz. Ali, “Babacığım,” dedi, “ben, Allah’a ve Onun Resûlune îmÂn, onun Allah’tan getirdiklerini de tasdik ettim. Ona uydum ve onunla birlikte namaz kıldım.”
Bunun uzerine Ebû Talib, “Ey oğlum! Amcan oğlunun dinine sana da isteyerek girmek yaraşır. O, seni ancak hayra dÂvet eder. Ona itaat et!”1 diyerek hem Resûl-i Ekrem Efendimizi, hem de Hz. Ali’yi sevindirdi. Sonra da oradan uzaklaştı.
Eve donen Ebû Talib’e, hanımı FÂtıma HÂtun telaş ve şiddetle, “Nerede oğlun? Hizmetcim, Ciyad mevkiinde onu Muhammed’le birlikte namaz kılarken gormuş. Oğlunun dinini değiştirmesini uygun goruyor musun?” diye sordu.
Ebû Talib, “Sus! Vallahi, amcası oğluna arka cıkmak ve yardımcı olmak, elbette herkesten cok ona duşer” diyerek telaş ve endişeye mahal olmadığını ifÂde etti. Sonra da, “Eğer nefsim, Abdulmuttalib’in dinini bırakmak hususunda bana itÂat etmiş olsaydı, ben de Muhammed’e tabi olurdum. Cunku, o halîmdir, emîndir, tÂhirdir”2 dedi.
* * *
Hz. Ebû Bekir Muslumanların Safında
Hazret-i Ebû Bekir, eskiden beri Resûl-i Ekrem Efendimizin en yakın dostlarından biri idi. Samimi goruşur ve konuşurlardı.
Onda da goze carpan en muhim vasıf; Cahiliyye Devrinin cirkin Âdetleri, kotu ahlÂk ve yaşayışlarıyla fıtratını bozmamış olması, ruh, kalb ve aklını şirk inancı ile kirletmemiş bulunmasıydı. Tanınmış bir tuccardı. Kavminin ileri gelenleri her zaman fikrinden istifade ederlerdi. Kureyş’in kan davalarını halleden de oydu. Bir diğer muhim vasfı da; Kureyş Âilelerinin soy soplarını, nesep şecerelerini, iyilik ve kotuluklerini gayet iyi bilmesi idi.
Resûlullah Efendimiz, henuz acıktan dÂvete başlamamıştı. Fakat yine de dÂvÂsı kulaktan kulağa yayılmış ve Kureyş ileri gelenleri tarafından duyulmuştu.
Hz. Ebû Bekir, Yemen tarafına yaptığı bir seyahetten henuz donmuştu. Başta Ebû Cehil, Ukbe bin Ebi Muayt ve bazı Kureyş ileri gelenleri kendisine “Hoş geldin” demek icin evine vardılar.
Hz. Ebû Bekir, “Ben Mekke’de yokken neler olup bitti? Onemli bir haber var mı?” diye sordu.
“Ey Ebû Bekir” dediler. “Buyuk iş var! Ebû Talib’in yetimi Muhammed, peygamberlik iddiasına kalkıştı. Biz de senin Yemen’den donuşune kadar beklemeyi uygun bulduk. Artık, sen o dostuna git, ne edeceksen et.”
Hz. Ebû Bekir, derhal Fahr-i KÂinatın evine vardı:
“YÂ Ebe’l-Kasım! Peygamberlik iddiasında bulunduğun, kavminden ayrıldığın ve atalarının dinini kotuleyip, inkÂr ettiğin doğru mu?” diye sordu.
Resûl-i Zişan Efendimiz, kucuk yaşlarından beri beraber oldukları Hz. Ebû Bekir’in bu sozlerine once tebessum buyurdu. Sonra da, “Y Eb Bekir! Ben sana ve butun insanlara gonderilmiş Allah’ın Resûluyum. İnsanları bir tek olan Allah’a dÂvet ediyorum. Sen de şehÂdet getir” dedi.
Hz. Ebû Bekir’in akıl ve gonul Âleminde bir anda şimşekler caktı. Bu sozleri, kucuk yaşından beri cok iyi tanıdığı, zÂtını candan seven ve sayan ve o Âna kadar mubÂrek dudaklarından hilÂf-ı hakikat tek bir soz işitmeyen Muhammedu’l Emînden (a.s.m) duyuyordu. Hicbir tereddut emÂresi gostermeden derhal kelime-i şehadet getirerek Musluman oldu.1
İslÂma davet karşısında en ufak bir tereddut gostermeyişini Resûlullah Efendimiz onun icin bir fazilet sayarak şoyle buyurmuştur:
“Ebû Bekir’den başka imÂna davet ettiğim herkes bir duraklama, bir tereddut, bir şaşkınlık gecirdi. Fakat o, kendisine İslÂmı anlattığım zaman ne durakladı ve ne de tereddut etti.”2
Resûl-i Ekrem Efendimizi, bu itibarlı dostunun Musluman olması fazlasıyla sevindirdi. Hz. Âişe Validemizden gelen bu husustaki rivÂyet şoyle:
“Nebiyy-i Ekremi iki dağ aralığında, Hz. Ebû Bekir’in Musluman olmasından daha cok sevindiren bir başka hÂdise olmamıştır.”
İslÂmla şereflenen Hz. Ebû Bekir’in daha evvel gorduğu bir ru’yÂsı da boylece gercekleşmiş oldu: Ruyasında bir ayın Mekke’ye indiğini, sonra bolunerek şehrin evlerine dağıldığını, sonra da toplanıp kendi evine girdiğini gormuştu.
Bu ruyÂsını o zaman ehl-i kitaptan bazı Âlimlere anlatmıştı. Onlar, gelmesi beklenen paygamberin pek yakında Mekke’den cıkacağını, kendisinin de ona uyup bahtiyarlar arasında yer alacağını soylemişlerdi.1
Hazret-i Ebû Bekir, Muslumanlığını izhÂr etmekten de cekinmedi.
Musluman olması Kureyş arasında buyuk bir yankı uyandırdı. Cunku o, Kureyş icinde itibarlı, sağlam, guvenilir, sozunde sÂdık biri idi. Sevimliliği ve yumuşak huyluluğu da onu kavmine sevdirmişti.
Hazret-i Ebû Bekir, Musluman olan hur erkeklerin ilk halkasını temsil ediyordu. Onun Musluman olmasıyla, îmÂn halkası biraz daha genişledi, yollar biraz daha acıldı ve mustakîm caddede yuruyen bahtiyarlar daha da arttı. Onun vasıtasıyla Musluman olan Hz. BilÂl-i Habeşî ile, îmÂn ve İslÂm nîmetine erişen ve her biri Âdet bir sınıfın temsilcisi durumunda bulunan ilk Muslumanlar şunlar oldu: Kadınlardan, Hazret-i Hatice, cocuklardan Hazret-i Ali, hur erkeklerden Hazret-i Ebû Bekir, azadlı kolelerden Hazret-i Zeyd bin HÂrise, kolelerden Hazret-i BilÂl-i Habeşî (Radıyallahu Anhum).
* * *
Gizli Davetin Hız Kazanması
Hazret-i Ebû Bekir’in de Musluman olmasıyla îmÂn ve İslÂma gizli davet daha da hız kazandı. İslÂma girme bahtiyarlığına erenler, yakınları ve akrabalarıyla da bu bahtiyarlığı paylaşmak istiyorlardı. Onları şirkin ıztırabından, cahiliyyetin cirkin ahlÂkından kurtarmak icin cırpınıyorlardı.
Bu konuda da Hazret-i Ebû Bekir’in onde olduğunu goruyoruz. Onun vasıtasıyla gizli davet devresinde İslÂmla şareflenenlerden bir kacı şunlardır: Osman bin Affan, Zubeyr bin Avvam, Abdurrahman bin Avf, Sa’d bin Ebî Vakkas, Talh bin Ubeydillah (r. anhum).1
Bu beş Sahabî de, sonradan Cennetle mujdelenen on Sahabî arasında yer alacaklardır.
Musluman erkekler listesine yeni yeni isimler eklenirken, kadınlar arasında da İslÂmın nûru gunden gune yayılıyordu. İlk Musluman kadın Hazret-i Hatice’den sonra, henuz o sırada İslÂm dÂiresine girmemiş buluan Resûlullahın amcası, Hz. Abbas’ın hanımı Ummu Fazl’ın, Hazret-i Ebû Bekir’in kızı EsmÂ’nın ve yine o sırada hidÂyete kavuşmamış bulunan Hazret-i Omer’in kızkardeşi FÂtıma’nın, ilk Musluman kadınlar arasında yer aldıklarını goruyoruz.
Artık, İslÂma davet iki kanaldan yurutulmektedir. Erkekler erkekler arasında, kadınlar ise hemcinseleri icinde îmÂn ve İslÂm nûrunu yaymaya aşk ve şevk icinde devam etmektedirler. Ancak şunu da belirtelim ki, kadınların îmÂn cazibesine kendilerini daha cabuk kaptırdıkları da dikkatleri cekiyordu. Bunu, onların cabuk duygulanan ve derhal tesir altında kalan yaratılışları icabı saymak mumkundur.
Bu arada muşrikler de boş durmuyorlardı. HidÂyet guneşiyle gonullerini aydınlatanlara hor bakmaya, onlara iftira ve sozlu hakaretlerde bulunmaya başlamışlardı. Ama bunların hic biri kÂinatta en buyuk kuvvet olan Allah’a îmÂn hakikatını kalblerine nakşetmiş bulunan bu SaÂdet Asrının mes’ud insanlarını korkutamıyor, davÂsından geri ceviremiyor, hatta en ufak bir tereddude duşuremiyordu. İnsanların tehdit ve korkutmaları; Allah’a olan îmÂn ve Ondan korkmanın yanında, ruzgÂrın onunde bir toz, sel onunde bir cop gibi zÂif ve dayanıksız kalıyordu.
* * *
Hz. BilÂl-i Habeşî’nin İşkenceye Uğraması
Gizli davet devresinde İslÂm ile şereflenen ve bundan dolayı muşriklerin şiddetli işkencelerine maruz kalan ilklerden biri de BilÂl-i Habeşî diye bilinen, BilÂl bin Rebah Hazretleridir.
Hazret-i BilÂl, Muslumanların amansız duşmanı Umeyye b. Halef’in kolesi iken, Hazret-i Ebû Bekir vasıtasıyla İslÂmla şereflenmiştir.1
Bir anda gonlunu cepecevre saran imÂn nûru, Hazret-i BilÂl icin hadsiz bir cesaret kaynağı oluvermişti. Oyle ki, bir kole iken, efendisini ve muşriklerin her turlu baskı, işkence ve eziyetlerini hice sayarak Muslumanlığını acıkca ilÂn etmekten cekinmedi.
İmanın girmediği kalb taştan daha katı, Allah korkusunun bulunmadığı vicdan, kayalardan daha hissizdir. Boyle bir kalb ve vicdana sahip bir insanda acıma, şefkat ve merhamet aramak abestir. O insan, artık bu hÂliyle mÂnen canavarlaşmıştır. Hatta tahribatı cihetiyle canavarları bile geride bırakmıştır.
İşte İslÂmın diğer butun amansız duşmanları gibi Umeyye bin Halef de boyle bir kalb ve vicdanın sahibiydi. Ve Hazret-i BilÂl, merhamet ve şefkat yoksunu bu kalb sahibinin kolesi idi.
Bu merhamet yoksunu adamın nazarında, Hz. BilÂl’in kendisini yaratan tek Allah’a îmÂn etmesi ve Onun gonderdiği Peygamberi Hazret-i Muhammed’e sadÂkat elini uzatması buyuk suctu!
Bunun icin de o, en amansız işkencelere tÂbi tutuluyordu. Bazen yirmi dort saat ac, susuz bırakılıyor, bazen boynuna ip takılarak, Mekke’nin ucretle tutulan cocukları tarafından sokak sokak dolaştırılıyordu.
Umeyye bin Halef’in butun bu gayretleri boşunaydı. Hazret-i BilÂl bir kere îmÂn etmişti ve Allah’a teslim olmuştu. Gonlu Resûlullahın muhabbetiyle gulşen olmuştu. Onun icin, bu eziyet ve işkenceler altında inim inim inlerken bile davasını muşriklerin yuzlerine yuzlerine haykırmaktan geri durmuyordu:
“Ehad Ehad! Allah birdir! Allah birdir!”
İnandığı İslÂm davasından her turlu eziyete rağmen zerre kadar taviz vermeyen Hazret-i BilÂl’i, bu sefer efendisi Umeyye bin Halef, kavurucu sıcaklar altında, sırtını, guneşin sıcaklığından ateş parcası haline gelmiş kızgın taş ve kumlara surtturup yaktırır, ağzına guneşte kurumuş bir lokma et verdikten sonra, goğsune kocaman bir kaya parcası koydurur ve şoyle derdi:
“Andolsun ki; sen olmedikce, yahud Muhammed’i ve Onun dinini inkÂr ve reddederek LÂt’a UzzÂ’ya tapmadıkca bu azabı uzerinden eksik etmeyeceğim!”
Fakat, vucudunun butun zerreleriyle Âdeta bir îmÂn abidesi kesilmiş olan Hazret-i BilÂl, olumu goze alarak şoyle haykırırdı:
“Ben, LÂt ve UzzÂ’yı kabul etmem. Allah birdir! Allah birdir!”1
Bu sozleri duyan Umeyye bin HÂlef butun butun cileden cıkar, Hazret-i BilÂl’in işkencesini bayılıp kendinden gecinceye kadar arttırırdı. Sonra da cekip giderdi. Hazret-i BilÂl nice sonra kendine gelirdi.
Hazret-i BilÂl’in, butun bu dayanılmaz eziyetlere, bu cekilmez işkenceye karşı tek dayanak noktası, o haşmetli ve azametli îmÂnıydı. İman, evet, kÂinatı kabza-i tararrufunda tutan CenÂb-ı Hakka îmÂn, Onun sonsuz kudretine i’timad, insan icin sarsılmaz, yıkılmaz bir istinad noktasıdır. O, bu kahramanca tavrıyla Âdeta, “ÎmÂn hem nurdur, hem kuvvettir. Hakiki îmÂnı elde eden adam kÂinata meydan okuyabilir” hakikatını butun dunyaya ilÂn ediyordu.
Yine bir gun, Umeyye bin Halef’in onu işkenceden işkenceye uğrattığı bir sırada, oradan gecen Hz. Ebû Bekir bu durumu gordu. Umeyye’ye, “Sen hic Allah’tan korkmaz mısın? Bu zavallıya daha ne zamana kadar işkence edeceksin” dedi.
“Onun itikadını sen bozdun,” diye cevap verdi Umeyye. “Kurtulmasını istiyorsan, onu satın al da kurtar.”
Hz. Ebû Bekir, “Ey Umeyye,” dedi, “benim, senin dininden siyah bir kolem var. Bundan daha guclu, daha kuvvetlidir. Onu BilÂl’e karşılık sana vereyim, kabul eder misin?” dedi.
Umeyye, “Kabul ettim,” dedi. Sonra da gulerek, “Vallahi, kolenin karısını da vermedikce olmaz” diye konuştu.
Hz. Ebû Bekir, “Olur,” dedi.
Umeyye yine sinsi sinsi guldu ve “Vallahi, bana kolenin karısı ile birlikte kızını da vermedikce olmaz” dedi.
Hz. Ebû Bekir, bu teklife de, “Olur” diye cevap verdi. Fakat, azılı muşrik Umeyye, Âdeta işi yokuşa surmek istiyormuşcasına davranıyordu. Bu sefer hÂince guluşler arasında şu istekte bulundu:
“Vallahi, bana onlarla birlikte 200 dinar da uste vermedikce olmaz!”
Onun bu durumuna sinirlenen Hz. Ebû Bekir hiddetle, “Sen,” dedi, “ne utanmaz adamsın. Boyuna yalan soyleyip duruyorsun.”
Umeyye bu sefer, “Hayır,” dedi, “LÂt’a, UzzÂ’ya and olsun ki, artık bunları bana verirsen, dediğimi yapacağım.”
Bunun uzerine Hz. Ebû Bekir, “Onların hepsi senin olsun” dedi ve Hazret-i BilÂl’i bu zÂlim adamın elinden kurtardı.
Hazret-i BilÂl’i alan Ebû Bekir’e (r.a.) Peygamber Efendimiz, “Y Eb Bekir,” dedi, “onun uzerinde bir hakkın olacak mı?”
Hz. Ebû Bekir, “Hayır, y Resûlallah,” dedi. “Onu azÂd ettim.”1
Hazret-i BilÂl’i Umeyye bin HÂlef gibi azılı bir muşrikin elinden kurtarıp hurriyetine kavuşturan Hz. Ebû Bekir, bir muddet sonra onun gibi kole olan annesi HamÂme’yi de satın alıp Âzad etti.2
Hazret-i BilÂl-i Habeşî, Resûlullah Efendimizin has muezzini idi. Bir an olsun Onun yanından ayrılmak istemezdi. Fahr-i KÂinat’ın dÂr-ı bekÂya irtihÂlleri uzerine, Zatına ve yuksek ahlÂkına olan muhabbetinden dolayı Medine-i Munevveri’de kalmaya tahammul edemedi ve oradan ayrılmaya mecbur kaldı. Bu esnada Halife olan Hz. Ebû Bekir, yanında kalması icin ısrar edince, “Y Eb Bekir,” dedi. “Beni, kendin icin satın aldınsa yanında tut! Yok eğer Allah rızası icin satın aldınsa, serbest bırak da, Allah yolunda cihada katılayım.”
Bunun uzerine Hz. Ebû Bekir, kendisine musÂade etti. O da ŞÃ‚m’a gitti. Hz. Ebû Bekir’in hilÂfeti sırasında orada vukû bulan gazÂlara iştirÂk etti.3
* * *
Hz. Osman Muslumanların Safında
Resûl-i Ekrem Efendimiz, henuz acıktan halka peygamberliğini ilÂn etmemişti. Bu devrede de, Hz. Ebû Bekir, son derece buyuk bir cehd ve gayretle samimi dostlarına İslÂmiyeti anlatıyordu.
Birgun Hz. Osman’a da Muslumanlıktan bahis actı ve onu alarak Resûl-i Ekrem Efendimizin huzuruna getirdi.
Hazret-i Resûlullah, dÂima tebessum eden parlak bir simÂya sahip Hz. Osman’a, “Allah’ın ihsanı olan Cennete rağbet et. Ben, sana ve butun insanlara hidÂyet rehberi olarak gonderildim!” dedi. Resûlullahın bu sÂde, bu samimi ve bu i’cÂzkÂr sozleri karşısında Hz. Osman Âdeta kendinden gecer gibi oldu ve şehÂdet kelimesi kendi kendine mubÂrek dudaklarından dokuldu:
Eşhedu en l İlÂhe illallah ve eşhedu enne Muhammeden Resûlullah!”1
Sonra da daha once Şam’dan donerken gorduğu bir ru’yÂsını KÂinatın Efendisine anlattı:
“Y Resûlallah,” dedi. “Biz MuÂn ile Zerk arasında bulunduğumuz ve uyuduğumuz sırada bir munÂdi: ’Ey uyuyanlar! Uyanın! Ahmet (a.s.m.) Mekke’de zuhur etti!’ diye seslenmişti. Mekke’ye gelince sizi işittik!”2
Yumuşak huylu, edeb ve hÂy sahibi ve comert bir zÂt olan Hz. Osnan’ın da Muslumanlar safına katılması muşrikleri fazlasıyla tedirgin etti. Kabilesi ferdleri ona ez ve cefÂya yeltendiler. Fakat o, her turlu ez ve cefÂya goğus gerdi ve hak bildiği yoldan zerre kadar inhirÂf gostermedi.
Amcası Hakem bin Ebû’l-Âs, kendisini bir urganla bir direğe bağlar ve doverek şoyle derdi:
“Sen, atalarının dinini bırakır da sonradan cıkma bir dine ozenirsin oyle mi? And olsun ki, tuttuğun bu dini bırakıp, tekrar atalarının dinine donmedikce seni salıvermeyeceğim.”
Metanet Âbidesi Hz. Osman’ın cevabı şu olurdu:
“Vallahi, ben hak ve hakikat dinini asla bırakmam!”
O, gunlerce bu cef ve eziyetle karşı karşıya bırakıldı. Fakat zerre kadar îmÂnından taviz vermedi. Onun bu metaneti ve buyukluğu karşısında sonunda amcası kuculdu ve onu salıvermekten başka care bulamadı.1
Orta boylu, esmer tenli, guzel yuzlu, sık sakallı, gur saclı ve iri yapılı olan Hz. Osman, fıtraten temiz ve nezih bir insandı. İcki icmeyi Cahiliyye Devrinde kendisine haram kılmıştı. Servetini Allah yolunda ve din uğrunda sarfetmekten zevk alan bahtiyarlardandı. Hafız-ı Kur’Ân’dı. Geceleri, namazında butun Kur’Ân’ı hatmederdi.
Cennetle mujdelenen on Sahabîden biri olan Hz. Osman, aynı zamanda Resûl-i Ekrem Efendimizin damadıdır. Once Peygamberimizin kerimesi Rukiyye’yi aldı. O, vefÂt edince, Resûlullah onu bu sefer kızı Ummu Gulsum ile evlendirdi. Bu sebeple de “Zinnûreyn” lÂkabını aldı.
* * *
Talha bin Ubeydullah’ın Musluman Oluşu
Hz. Osman’ın İslÂmın saÂdet dolu sinesine konuşunu Hz. Talha bin Ubeydullah takip etti.
TicÂret maksadıyla bir seyahÂta cıkmıştı. Busra Panayırında bulunduğu bir sırada, oradaki manastırda yaşayan bir Rahib, “Bu pazar halkı icinde, Mekke’den kimse var mı?” diye seslendi.
Hazret-i Talha, “Evet, ben Mekkeliyim” dedi.
Rahib, “Ahmed zuhur etti mi?” diye sordu.
Hazret-i Talha, “Ahmed kim?” dedi.
Rahib, “Abdullah bin Abdulmuttalib’in oğludur. Mekke, onun zuhûr edeceği şehirdir. O, peygamberlerin sonuncusudur. Kendisi, Harem-i Şerif’ten cıkarılacak, hurmalık, taşlık ve corak bir yere hicrete mecbur bırakılacaktır” cevabını verdi.
Rahibin bu sozleri TalhÂ’nın dikkatini cekmiş ve Mekke’ye gelir gelmez halka, “Yeni bir haber var mı?” diye sordu.
“Evet,” dediler. “Abdullah’ın oğlu Muhammedu’l-Emîn, peygamber olduğunu iddi etti. Ebû KuhÂfe’nin oğlu Ebû Bekir de, ona tabi oldu!”
Bunun uzerine derhal Hz. Ebû Bekir’in yanına vardı ve, “Sen, Muhammed’e tÂbi oldun mu?” diye sordu.
Hazret-i Ebû Bekir, “Evet,” dedi. “Ben ona tÂbi oldum. Sen de git, ona tabi ol! Zira o, insanları hak ve gercek olana dÂvet ediyor.”
Hz. Talha da Rahibden duyduklarını Hz. Ebû Bekir’e anlattıktan sonra, beraberce Allah Resûlunun huzuruna geldiler. Derhal Musluman olan Hazret-i Talha, Rahibin soylediklerini anlatınca da Peygamber Efendimiz gulumsedi.1
Muşrikler, Hazret-i Talha gibi faziletli bir insanın Musluman olmasına tahammul edemediler. Kureyş’in azılı pehlivanlarından Nevfel bin Adviye onu bir ipe bağlayıp işkenceye uğrattı.
Genc yaşta İslÂmiyetle şereflenen Hz. Talha, Cennetle mujdelenen on Sahabîden biridir. Resûl-i Ekrem Efendimiz, onun hakında, “Yeryuzunde yuruyen bir şehide bakmak isteyen Talha’ya baksın” buyurmuşlardır.2
Son derece comert ve cesur bir Sahabî idi. Uhud Harbinde Peygamber Efendimize atılan oklara elini tutmuş ve bu yuzden parmakları colak kalmıştı. Aynı harpte seksene yakın yara aldığı halde, Resûlullahın yanından ayrılmamıştı.3
* * *
Halid bin Said’in İslÂma Girişi
İslÂma gizli davet devri henuz devam ediyordu.
Bu bırada Muslumanlar safına Kureyş’in mumtaz bir şahsiyeti daha katıldı: Halid bin Said. Hz. Halid, Kureyş’in ileri gelen ve zengin bir Âilesine mensuptu.
Arap edebiyat ve ilmini gayet iyi bilen Hz. Halid, bir gece ruyÂsında; babasının kendisini tutup Cehenneme atmak istediğini, fakat Resûlullahın yetişip kendisini Cehenneme duşmekten kurtardığını gordu. Feryad ederek uyandı. Boylesine berrak bir ruyÂnın mÂnÂsız olamayacağını idrak eden Hz. Halid kendi kendine, “Vallahi, bu ruy gercektir” dedi ve vakit kaybetmeden Hz. Ebû Bekir’e koştu. RuyÂsını anlattı.
Sıddık-ı Ekber, “Hakkında hayırlı olmasını dilerim,” dedi. “Seni, o Resûlullah kurtaracaktır. Hemen git, ona tabi ol! Sen, ona tÂbi olacak, İslÂm dinine girecek, onunla birlikte bulunacaksın. O da seni, ruyÂda gorduğun gibi Cehenneme duşmekten kurtaracaktır.”
Hz. Halid hemen Resûlullahın yanına vardı ve “YÂ Muhammed! Sen, insanları neye dÂvet ediyorsun?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Ben,” dedi, “halkı, tek olan ve şeriki bulunmayan Allah’a, Muhammed’in de Onun kulu ve Resûlu olduğuna îmÂn etmeye; işitmez, gormez, hicbir fayda ve zarar vermez, kendisine tapınanları da tapınmayanları da bilmez birtakım taş parcalarına tapmaktan vazgecmeye dÂvet ediyorum.”
Bu sozleri dikkat ve hurmetle dinleyen Hz. Halid derhal şehÂdet getirdi:
“Ben, şehÂdet ederim ki, sen, Allah’ın Resûlusun!”1
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu zÂtın İslÂm dairesine girmesine fazlasıyla sevindi.
Hz. Halid, Musluman olur olmaz, evinde ve etrafta da İslÂmiyetten bahsetmeye başladı. Bir muddet sonra zevcesi Umeyne de Muslumanlar safında yer aldı.
Oğlunun Musluman olduğu haberini alan Kureyş’in zenginlerinden ve ileri gelenlerinden Ebû Uhayha Said, fazlasıyla hiddetlendi.
Hz. Halid’in birgun, Mekke’nin tenha bir yerinde namaz kılmakta olduğunu duydu. Diğer oğullarını gonderip onu yanına getirtti. Hiddetli hiddetli, “Sen,” dedi, “Muhammed’in, kavmine muhalefet ettiğini, getirdiği itikatlarla kavminin ilÂhlarını ve gecmiş atalarını kotulediğini gorup durduğun halde ona tÂbi oldun, oyle mi?”
Sonra, İslÂmiyetten vazgecmesi icin bir suru lÂf etti. Ancak gonlunu îmÂn nuruyla aydınlatan Hz. Halid’in zerre kadar tereddudu yoktu ve asla pişmanlık duymuyordu. Catık kaşlarla bakan babasına şu cevabı verdi:
“Vallahi, Muhammed (a.s.m.) hak soyluyor. Ona tÂbi oldum. Olumu goze alırım da onun dinini asla bırakmam.”
Bu sozlere fena halde kızan Ebû Uhayha, elindeki değnekle, kırılıncaya kadar onu dovdu.
Fakat nafile! SebÂt ve metanetin menbÂı olan îmÂn, artık Hz. Halid’in kalbinde yer etmişti ve o bu îmÂn nûru ile mutmain olmuştu. EzÂ, cef bu îmÂn karşısında zerre kadar menfi tesir icr edemiyordu.
Dayağın kÂr etmediğini goren zalim baba, bu sefer, “Git,” dedi. “Senin iaşeni, rızkını keseceğim. İstediğin yere git.”
Rızkını verenin Allah olduğunu bilen Hz. Halid yine aldırmadı ve “Ey babacığım,” dedi, “sen benim rızkımı kesersen, elbette Allah, bana gecineceğim şeyi verir.”
Baba Uhayha, bu sefer onu alıp hapsettirdi. Ev halkına tehdidi ise şu oldu:
“Eğer biriniz onunla konuşacak olursa, onu perişan ederim.”
Hz. Halid, gunlerce ac ve susuz bırakıldı.1
İnancı uğrunda kendisine boylesine ez ve cefÂyı rev goren babanın yanında kalmak artık mÂnÂsızdı. Bir fırsatını bulup, babasının elinden kurtuldu. İkinci Habeşistan hicretine kadar babasına gorunmedi.2
Habeşistan’a giden ikinci hicret kafilesine zevcesiyle katılarak Mekke’den ayrıldı.
Hz. Halid, Cahiliyye Devrinde mukemmel yazı yazan birkac şahsiyetten biri idi. RivÂyete gore, Resûl-i Ekrem Efendimizin Yemen hukumdarına verdiği EmannÂme’nin metnini ve diğer bir cok anlaşma metinlerini de Hz. Halid kaleme almıştır.3
* * *
Sa’d bin Ebî Vakkas’ın İslÂmiyetle Şereflenmesi
Sa’d bin Ebî Vakkas, henuz on yedi yaşlarında hareket ve heyecan dolu bir gencti. Bu sırada bir ru’y gordu: Zifirî bir karanlığın icinde iken, birden bire parlak bir ay doğuyor ve o, ayın aydınlattığı yolu takib ediyor. Sonra aynı yolda, Zeyd bin HÂrise, Hz. Ali ve Hz. Ebû Bekir’in onunden ilerlediğini goruyor. Kendilerine, “Siz ne vakit buraya geldiniz?” diye soruyor.
Onlar da, “Şimdi” diye cevap veriyorlar.1
Bu ru’yÂsından uc gun sonra, İslÂma gizli davet devresinde fevkalÂde buyuk bir cehd ve gayret gosteren Hz. Ebûbekir, kendisine İslÂmiyetten bahsetti. Sonra da alıp Resûl-i Zişan Efendimizin huzuruna goturdu. İslÂmiyet hakkında Resûl-i Ekrem Efendimizden malûmat alan Hz. Sa’d hemen orada Musluman oldu.2
Nesebi, hem baba tarafından, hem de anne tarafından Peygamber Efendimizle birleşir. Resûl-i Ekrem Efendimiz de, Hz. Sa’d da annesi tarafından Zuhreoğullarına mensub bulunduğundan Hz. Sa’d annesi tarafından Peygamberimizin dayısı olurdu. Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, “İşte dayım Sa’d. Boyle bir dayısı olan varsa bana gostersin” diyerek kendisine iltifÂtta bulunurdu.3
Hz. Sa’d ve Annesi
Hz. Sa’d’ın Musluman olması annesi Hamne’nin hoşuna gitmedi. Oğlu atalarının dinini bırakıp, yeni dine onun rızası olmadan nasıl tÂbi olabilirdi? Oğlunun kendisine karşı saygısını ve bağlılığını bilen Hamne, onu İslÂmiyetten vazgecirip tekrar putperestliğe dondurmek icin kararlıydı. Bir gun kendisine şoyle dedi:
“Allah’ın, sana hısım ve akraba ile ilgilenmeyi, anne babaya dÂim iyilik etmeyi emrettiğini soyleyen sen değil misin?”
Hz. Sa’d, “Evet,” dedi.
Bunun uzerine asıl maksadını şu cumlelerle ifÂde etti:
“YÂ Sa’d,” dedi. “Vallahi, sen Muhammed’in getirdiklerini inkÂr etmedikce, ben aclık ve susuzluktan helÂk oluncaya kadar ağzıma hic bir şey almayacağım. Sen de bu yuzden anne katili olarak insanlarca ayıplanacaksın.”
O gune kadar, Hz. Sa’d, annesinin her isteğine boyun eğmişti. Bir dediğini iki etmemişti. Fakat, artık o, Allah’a îmÂn etmiş ve Resûlune kalbinin butun samimiyetiyle teslim olmuştu. Elbette, herşeyini bu îmÂn olcusu icinde değerlendirecekti.
Annesinin yememekte ve icmemekte inad ettiğini gorunce yanına vardı ve “Ey anne,” dedi. “Senin yuz canın olsa ve her birini İslÂmiyeti bırakmam icin versen, ben yine dinimde sabit kalırım. Artık ister ye, ister yeme.”1
Bu cevap uzerine anne Hamne’nin inadı, Hz. Sa’d’ın hakta sebÂtı karşısında eridi; hem yemeğe, hem de icmeye başladı. Boylece bir kere daha kufur îmÂnın, şirk Tevhid’in azameti karşısında ezildi ve mağlubiyetini ilÂn etti.
Hz. Sa’d ile annesi arasında gecen bu hÂdise uzerine CenÂb-ı Hak, Ankebut Sûresinin 8. Âyetini gondererek, mu’minlere ebedî bir olcu verdi:
“Biz insana, anne ve babasına guzel davranmasını emrettik. Eğer onlar, ilÂh olduğuna dÂir hicbir delil bulunmayan birşeyi Bana ortak koşman icin seni zorlayacak olurlarsa, onlara itaat etme. Donuşunuz Banadır; yaptıklarınızı o zaman Ben size haber vereceğim.”1
Hamne, oğlunu İslÂmdan vazgecirmek icin bu sefer başka bir yol denedi. Bir gun Hz. Sa’d, evde namaz kılarken, konu komşusunu da cağırdı ve hep beraber kapıyı kapatarak onu evde hapsettiler. CiğerpÂresine eziyet edecek kadar şirkin kalbini katılaştırdığı Hamne, o sırada şoyle bağırıyordu:
“Ya o burada girdiği yeni dini terkeder veya olur gider!”
Şirk ve dalÂletin kalbleri nasıl karartıp merhamet ve şefkatten mahrum hale getirdiğini, bir annenin oz evlÂdına eziyet etmekten cekinmemesinden anlamamız mumkundur!
HÂdiseler, hep Hamne’nin aleyhinde cereyan ediyordu. Cunku, İslÂmiyetten vazgecirmek icin cırpınıp durduğu Hz. Sa’d’ın peşini oğlu Amir de takib etmiş ve Musluman olmuştu…
Bus butun hırcınlaşan Hamne, bu sefer Amir’in yakasına yapıştı:
“Tuttuğun dini bırakmadıkca, şu hurma ağacının altında golgelenmeyecek ve yiyip icmeyeceğim!” dedi.
Allah’a îmÂnın ve Resûlune tÂbi olmanın hadsiz zevkini tadan ve İslÂmın emirlerini ihlÂs ve samimiyetle yaşayan Hz. Sa’d, annesinin bu yeminini duyar duymaz yanına vardı:
“Ey anne,” dedi. “Cehennem ateşi durağın oluncaya kadar sakın golgeleneyim, yiyip iceyim” deme.”2
Bu hÂrika îmÂn, sarsılmaz azim ve irade karşısında anne Hamne’nin elinden susmaktan başka bir şey gelmedi.
Hz. Sa’d’ın Cesareti
Muslumanların, muşrikler tarafından işkence ve eziyet cenderesine alındıkları en cetin bir sırada idi.
Hz. Sa’d, ilk Muslumanlardan bir kacı ile Mekke’nin Ebû Dubb Vadisinde namaz kılmakta idiler. Muşriklerin ileri gelenlerinden Ebû Sufyan bir kac muşrikle yanlarına geldi. Yaptıkları ibÂdetin asılsız bir şey olduğunu iddiÂya kalkışınca, yaka paca birbirlerine girdiler. Hz. Sa’d, eline gecirdiği bir deve cenesi kemiği ile muşriklerden birinin başını yardı. Bunu goren diğer muşrikler cesaretlerini kaybettiler ve kacmaya başladılar. Muslumanlar da onları vadiden cıkıncaya kadar kovaladılar.
Boylece Hz. Sa’d, Allah yolunda ilk kan doken Sahabî unvÂnını almış oldu. İslÂm tarihinde dokulen ilk kan budur.
Aynı zamanda son derece comert olan Hz. Sa’d bin Ebî Vakkas, Cennetle mujdelenen on Sahabîden biridir. Allah Resûlu zamanında butun gazÂlara katıldı. Uhud Harbinde Fahr-i KÂinata vucudunu siper etti ve muşriklere oylesine ok attı ki, Allah Resûlunun, hicbir fÂniye nasib olmayan şu hitabına mazhar oldu:
“Anam babam, sana fed olsun y Sa’d, durma at!”1
Hz. Ali der ki:
“Resûlullah (a.s.m.), “FedÂke ebî ve ummi”2 (Anam babam sana fed olsun) cumlesini sadece Uhud gunu Hz. Sa’d icin soyledi.”3
Aynı muharebede, Hz. Sa’d, her ok attıkca, Allah Resûlu, “İlÂhi bu senin okundur,” diyor,” ve onun icin şoyle du ediyordu:
“Allah’ım! Sana, du ettiğinde, Sa’d’ın duÂsını kabul et. Atışını da doğrult.”1
Allah Resûlunun, “Allah’ım, onun duasını kabul et” buyurması sebebiyledir ki, kahramanlığı, cesareti ve ok atmadaki mahareti yanında duÂsının kabûluyle de şohret bulmuştur. İslÂm duşmanları onun kılıc ve okundan korktukları gibi, Muslumanlar da bu sebeple onun du oklarından korkarlardı. Onu uzmekten son derece cekinirlerdi.2
İslÂma davetin henuz gizli devresinde, omrunun baharında Musluman olan Hz. Sa’d, o genc yaşından itibaren butun omrunu İslÂma hizmette gecirdi. Hz. Omer devrinde İran’a gonderilen ordunun kumandanlığına tayin edildi ve Kadisiyye Zaferinin kumandanlığını yuruterek Kisra Ulkesini fethedip İslÂm topraklarına kattı. Bu sebeple ona “İran Fatihi” unvÂnı verildi.
* * *
Ebû Zer-i Gıfarî’nin İslÂmla Şereflenmesi
İslÂmın ebedî nûru, gizliden gizliye ruhları sarmaya ve gonulleri fethetmeye devam ediyordu. İlk Muslumanlar butun samimiyetleriyle Hazret-i Resûlullahın muallimliğinde İlÂhî davayı oğrenme ve yaşamaya calışıyorlardı.
Peygamber Efendimiz, henuz davasını aşikÂre ilÂn etmemişti, ama buna rağmen, Mekke’nin dışında da bir cok yerden, beklenen Son Peygamberin zuhur ettiğine dÂir haber duyanlar vardı. Bunlardan biri de, Gıfar Kabilesine mensup Ebû Zerr idi.
Ebû Zerr, Cahiliyye Devrinde de putlara tapmaktan nefret eden ve senelerden beri hak ve hakikatı arayan, Arabın guzîde şÃ‚irlerinden biri idi. Duyduğu haber uzerine once, aradığı rehber zÂtın Mekke ufuklarında parlayan zÂt olup olmadığını anlamak maksadıyla kendisinden de ustun bir şÃ‚ir olan kardeşi Uneys’e, “Haydi, Mekke’de zuhur ettiği soylenen zÂta git. Kendisiyle bir goruş ve onun hakkında bana haber getir” diyerek onu Mekke’ye gonderdi.
Uneys, kardeşinin bu ta’limatı uzerine Mekke’ye geldi ve Peygamber Efendimizle goruşup konuştuktan sonra geri dondu.
Ebû Zerr, “Ne haber getirdin? Halk onun hakkında ne soyluyor?” diye sordu.
Uneys, “Gorduğum zÂt, halka iyilikte bulunmayı, kotulukten sakınmayı tavsiye ediyor ve guzel ahlÂkı duyuruyor” dedikten sonra, sozlerine şoyle devam etti:
“Halk, ‘ŞÃ‚irdir, kÂhindir, sÂhirdir’ diyor. Ama ben, kÂhinlerin sozlerini işittim. Onun soyledikleri katiyyen kÂhinlerin sozlerinden değildir. Soylediklerini, şÃ‚irlerin de her turlu şiirleriyle kıyas ettim. Aralarında hic bir benzerlik gormedim. Onun soyledikleri şiirden başka, ap ayrı birşey. Bundan sonra ona şÃ‚ir demek kimsenin ağzına yakışmaz.
“HulÂsa, yeminle derim ki, Muhammed (a.s.m.) sÂdıktır. Ona ceşitli ithamlara yeltenenler ise kÂziptir, yalancıların t kendileridir.”1
Ebû Zerr, kardeşine, “Sen,” dedi, “beni rahatlatıcı fazla bir mÂlumat getirmedin. Ama yine de gidip onu bizzat, gormeliyim.”
Uneys, onu ikaz etti:
“Gitmesine git, ama kendini Mekke halkından kolla. Cunku, onlar Muhammed’e karşı duşman cephesi kurmuşlardır.”
Bundan sonra Ebû Zerr, eline asÂsını, sırtına bir su kırbası ile bir azık dağarcığı alarak yola duştu. Colleri aşa aşa gelip Mekke’ye kavuştu ve doğruca KÂbe’ye gitti. Resûl-i Ekremi aradı, fakat tanımadığı icin bulamadı. Kimseye sormaya da cesaret edemedi, hem de uygun bulmadı. Cunku, kardeşinin de soylediği gibi Mekke’de Muslumanlarla muşrikler arasında şiddetli bir mucadele vardı ve Muslumanlar cok nazik bir devreyi yaşıyorlardı.
Mescid-i Haramda kalmaktan başka bir caresi yoktu. Oyle yaptı. Aclığını ise Zemzem suyu icerek gideriyordu.
Bir aralık Hz. Ali, onu Mescid-i Haramın bir koşesinde buzulmuş halde gordu. Yanından gecerken, kendi kendine: “Zannımca bu adam uzak bir yoldan gelmiştir” diye konuşunca, Ebû Zerr, “Evet,” dedi, “uzak bir yoldan gelmişim.”
Hz. Ali, “Gel, evimize gidelim” dedi ve onu alıp evinde misafir etti. İkisi de ihtiyatlı ve tedbirli davrandıklarından o geceyi birbirlerine acılmadan gecirdiler.
Sabah olunca, Ebû Zerr, yine Resûlullah Efendimizi sorup bulmak icin Mescid-i Harama gitti. Fakat, aynı şekilde hic kimseden Efendimiz hakkında bir mÂlumat alamadı.
Yine aynı koşede umitsiz bir vaziyette beklerken yanına Hz. Ali uğradı tekrar kendi kendine: “Bu adamcağızın hÂl nereye gideceğini oğrenmek zamanı gelmedi mi?” dedi. Bunu duyan Ebû Zerr; “Hayır” dedi.
Bunun uzerine Hz. Ali, aynı şekilde, “Haydi, oyle ise bize gidelim” dedi ve alıp evine misafir goturdu.
Bu sefer birbirlerine acıldılar. Once Hz. Ali, “Nereden ve nicin geliyorsun?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Eğer, gizli tutacağına soz verirsen, sana anlatırım” dedi.
Hz. Ali, “Emin olabilirsin” karşılığını verince, Ebû Zerr asıl maksadını acıkladı:
“Ben Gıfar Kabilesindenim. Buradan peygamberlik ilÂn eden bir zÂtın zuhur ettiği haberini duydum. Bizzat onu gorup konuşayım diye geldim.”
Samimî maksadını anlayan Hz. Ali, “Sen bu hareketinle akıllılık ettin, doğruyu buldun” diye konuştuktan sonra, “Ben şimdi Resûlullahın yanına gidiyorum. Sen de peşimden gel. Benim girdiğim yere sen de gir. Eğer ben, yolda sana zarar vereceğinden korktuğum birisini gorursem, papucumu duzeltir gibi bir duvara yonelir dururum. O zaman sen beni beklemezsin, yurur gidersin.”
Evden cıktılar. Hz. Ali onde, Ebû Zerr ise onu arkadan takib ediyordu. Hicbir anormal durumla karşılaşmadan Hazret-i Resûlullahın huzuruna vardılar.
Ebû Zerr,“SelÂm sana olsun, ey Allah’ın Resûlu” dedi. Bu turlu selÂmı İslÂmda ilk veren zÂt, Ebû Zerr Hazretleridir.
Resûl-i Ekrem, “Allah’ın rahmeti senin uzerine de olsun” dedikten sonra, “Sen kimsin?” diye sordu.
Ebû Zerr, “Ben, Gıfar Kabilesindenim” diye cevap verdi.
“Ne zamandan beri buradasın?”
“Uc gun, uc geceden beri buradayım.”
“Seni kim doyuruyor?”
“Tek yiyeceğim Zemzem suyu idi. Şişmanladım bile. Hic aclık ve susuzluk duymadım.”
Bunun uzerine Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Zemzem, mubÂrek, doyurucu bir yiyecektir” buyurdu.
Sonra Ebû Zerr, “YÂ Resûlallah, bana İslÂmı anlat” dedi.
Resûlullah Efendimiz, İslÂmiyeti kendilerine anlatınca, derhal şehÂdet getirerek Musluman oldu.1
Muslumanlığını ilÂn etti
ŞehÂdet getirerek, İslÂmla şerefyÂb olan Hz. Ebû Zerr’e, ihtiyat ve tedbiri asla elden bırakmayan Resûlullahın tavsiyesi şu oldu:
“Y Eb Zerr, sen, şimdilik bu işi gizli tut! Ve memleketine don, git! İşi acığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel!”
Vecd ve heyecan mÂdeni haline gelen Hz. Ebû Zerr, “YÂ Resûlallah,” dedi, “seni hak peygamber olarak gonderen Allahu TeÂlaya yemin olsun ki, ben bunu muşriklerin arasında acıkca ilÂn edeceğim.”
Sonra da kalkıp doğruca KÂbe’ye koştu ve muşriklere karşı pervasızca, “Ey Kureyş topluluğu! Ben şehÂdet ederim ki, Allah’tan başka ilÂh yok ve Muhammed Onun resûludur!” diye haykırdı.
Bu kahramanca haykırış, muşrikleri hiddetlendirdi. Hep birden uzerine cullandılar ve onu bayıltıncaya kadar dovduler. Eğer, henuz o sırada İslÂmiyete girmemiş olan Hz. Abbas yetişip, Gıfar Kabilesine mensup olduğunu ve bu kabilenin de ŞÃ‚m ticÂret yoluna hÂkim bulunduğunu soylemeseydi, onu oldureceklerdi!
Fakat, îmÂnın verdiği cesaret ve heyecana sahip Hz. Ebû Zerr’i, bu darbeler de yıldırmadı. İkinci gun aynı şekilde ve aynı yerde, yine muşriklere karşı Allah’ın varlık ve birliğini, Hz. Resûlullahın da Onun hak peygamberi olduğunu pervasızca haykırdı. Tekrar muşriklerin ağır darbelerine maruz kaldı. Yine araya Hz. Abbas girdi ve “Yazıklar olsun size! Siz, Gıfar Kabilesinden birini mi oldurmek istiyorsunuz? Onların sizin ticÂret yeriniz ve yolunuz uzerinde bulunduğunu bilmiyor musunuz?” diyerek onu muşriklerin merhametsizce savurdukları darbelerden kurtardı.1
Bu hÂdiseden sonra, Hz. Ebû Zerr, kavim ve kabilesini hak dine davet etmek uzere yurdunun yolunu tuttu. Hicretin altıncı yılına kadar da orada kaldı. Bu sebeple Bedir, Uhud ve Hendek gazÂlarında bulunamadı. Fakat bunlardan sonraki gazÂlarda Resûl-i Ekrem Efendimizin yanından ayrılmadı.
* * *
Habbab bin Eret’in Musluman Olması
Habbab bin Eret, Ummu Anmar adında İslÂm duşmanı bir kadının azadlı kolesi idi. Demirci idi, kılıc yapardı. Peygamber Efendimizle oteden beri goruşur ve konuşurdu.
Resûl-i Kibriya Efendimiz henuz DÂru’l-Erkam’a yerleşmediği bir sırada gelip Musluman oldu.
O gunlerde Musluman olmak ve hele Muslumanlığını ilÂn etmek demek, malından ve canından olmayı goze almak demekti. Buna rağmen, Hazret-i Habbab, zerre kadar korku eseri gostermeden İslÂmla şereflendiğini kahramanca ilÂn ve izhar etti.
Kureyşli muşrikler, Musluman olduğunu duyunca onu da eziyet ve işkencelere tabi tuttular. Ummu Anmar hiddetinden cıldıracak gibiydi. Onu bağlattı, ateşte kızdırttığı demirle başını dağlattı. Hazret-i Habbab, gecim vasıtası olan mesleğiyle şimdi işkenceye uğruyordu! Ama nafileydi! Onun gonlu îmÂn ateşiyle coktan tutuşmuştu.
Bir gun cıkıp Resûlullahın huzuruna geldi. Ummu Anmar’dan ve başının ızdırabından şikÂyet etti. Peygamber Efendimiz:
“Ya Rab! Habbab’a yardım et!” diye du etti.
Bu duÂnın hemen akabinde Ummu Anmar şiddetli bir baş ağrısına mubtel oldu. Ağrının ızdırabından inler dururdu. Sonunda kendisine, başını ateşle dağlaması tavsiye edildi. Hz. Habbab da bir muddet onun başını dağladı.
Hz. Habbab ateş alevi icinde
Merhametten mahrum muşrikler, bir gun Hz. Habbab’ın gozleri onunde kocaman bir ateş yaktılar. Onu ateşin uzerine yatırıp, ayaklarıyla goğsune bastılar. Bir muddet oyle bıraktılar.1
Seneler sonraydı… Hz. Omer, İslÂmın halifesi idi. Yanında Hz. Habbab bulunduğu bir sırada, İslÂm uğruna cektikleri ez ve cefÂyı kastederek:
“Yeryuzunde şu meclise bundan daha layık ve mustehak olan, sadece bir tek adam vardır,” diye konuştu. Hz. Habbab merak edip, “YÂ Emire’l-Mu’minîn! Kimdir o?” diye sordu.
Hz. Omer, “BilÂl’dir” diye cevap verdi.
Hz. Habbab, “YÂ Emîre’l-Mu’minîn! O benim kadar işkence cekmemişti. Cunku, muşriklerin eziyetlerinden BilÂl’i koruyan vardı. Benim ise, koruyucu hicbir kimsem yoktu ve olmadı da” dedikten sonra muşrikler tarafından ateş icine yatırılmasını şoyle anlatmıştı:
“Birgun muşrikler beni tuttular. Ateş yaktılar. Ateşin icine beni sırt ustu yatırdılar. Sonra adamın biri goğsumun uzerine bastı. Yer soğuyuncaya kadar da beni bırakmadı!”
Bu sozlerinden sonra da Hz. Habbab, sırtını actı. Ateş yanıklarından sırtı alaca olmuştu.
Peygamberimize başvurması

Her turlu eziyet ve işkenceye rağmen Hz. Habbab, îmÂn ve İslÂmiyetinden zerre kadar ta’viz vermiyor, Allah ve Resûlune sonsuz muhabbetini izhar etmekten cekinmiyordu.
O, bir kole idi. Muşriklerle başa cıkacak durumda değildi. Maruz kaldığı ez ve cefÂlardan dolayı Resûlullaha başvurmaktan başka elinden hic bir şey gelmiyordu. Bir gun oyle yaptı. Efendimizin huzuruna cıkarak, “Ya Resûlallah! Cektiğimiz şu işkencelerden kurtulmamız icin Allah’a du etmez misin?” dedi.
Resûl-i Kibriy Efendimiz, hem ibret, hem de mujde dolu şu cevabı verdi:
“Sizden onceki ummetler icinde oyle kimseler vardı ki, demir tarakla butun derileri, etleri soyulup, kazınırdı da bu işkence yine onu dininden donduremezdi. Testere ile tepesinden ikiye bolunurlerdi de, yine bu işkenceler onları dinlerinden geri ceviremezdi.
Allah, elbette bu işi (İslÂmiyeti) tamamlayacaktır ve butun dinlerden ustun kılacaktır. Oyle ki, hayvanına binip San’a’dan Hadramut’a kadar tek başına giden bir kimse, Allah’tan başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da kurt saldırmasından başka hic bir endişe duymayacaktır. Fakat siz acele ediyorsunuz.”1
As bin Vail’e verdiği cevap
Hz. Habbab’ın azılı muşriklerden As b. VÂil’den muhimce bir alacağı vardı. Birgun gidip alacağını istedi. Bu azılı muşrik, “Muhammed’i inkÂr etmedikce, sana olan borcumu odemeyeceğim” dedi.
Hz. Habbab, “Ben herşeyimden vazgecerim, yine de olunceye kadar ve oldukten sonra dirilinceye kadar onu red ve inkÂr etmem” diye cevap verdi.
Bunun uzerine As bin VÂil, “Ben, oldukten sonra dirilecek miyim?
Eğer boyle birşey olacaksa, sabret. Diriltilip, malıma ve evlÂdıma tekrar kavuştuğum o gun sana olan borcumu oderim”2 diye kustahca konuştu.
As bin VÂil’in bu sozleri uzerine CenÂb-ı Hak, indirdiği Âyet-i kerimelerde şoyle buyurdu:
“Şimdi şu Âyetlerimizi ve ‘Elbette bana mal ve evlad verilecektir!’ diyen adamı gordun mu?
“O, gayba muttali mi olmuş? Yoksa RahmÂnın huzurunda bir soz mu almış?
“Hayır, oyle değil, biz onun dediğini yazacağız ve azabını da coğalttıkca coğaltacağız.
“Ve o soylediği şeyleri hep elinden alacağız da, o bize tek başına gelecektir.”1
Hz. Habbab, her turlu tehlikeyi goze alarak Muslumanlığını ilÂn ettiği gibi, cekinmeden yeni Muslumanlara Kur’Ân-ı Kerimi okutmak ve oğretmekle de meşgul olurdu.
Hz. Omer, elinde yalın kılıc, eniştesi ve kızkardeşinin evine hışımla girdiği zaman da yine bu fedakÂr Sahabî onlara yeni inen Âyetleri okuyor ve oğretiyordu.
__________________