Asırların Uzerinden Bir Meydan Okuyuş


BİR NUR indi Hir Dağına. Yuzyılları orten karanlıklar perdesini deldi, gecti. KÂinat kitabını okumaya başladı.


Guneşi gosterdi insanlığa. “Bu Rabbinizin bir Âyetidir” dedi. “Onun emriyle size ışık ve hayat verir. Onun emriyle yanar, Onun emriyle doner, Onu ovup Onu tesbih eder.”

Ayı gosterdi. “Bu sizin kandiliniz ve takviminizdir,” dedi. “Rabbinizin emriyle gecenize nur sacar, size vaktinizi bildirir. Onun emriyle aydınlanır, Onun emriyle aydınlatır, Onun emriyle şekilden şekle girer. Onu ovup Onu tesbih eder.”

Yıldızları gosterdi. “Hem gecenin karanlığında, hem inkÂr ve cehalet karanlıklarında yolunuzu onlarla bulursunuz,” dedi. “Onlar Rabbinizin emriyle yanar, Onun emriyle gezer, Onun emriyle gok kubbenizi şehrÂyin gibi susler, size gulumserler. Onu overler, Onu tesbih ederler, sayısız dillerle size Onu anlatırlar.”

Gokyuzunu gosterdi. “Rahmet yuklu bulutlara bakın,” dedi. “Rahmetimi mujdelemek icin ruzgÂrın nasıl koşarak size geldiğine bakın. Olmuş yeryuzunu nasıl dirilttiğimize bakın. Gok gurultusu sizi korkutmasın, şimşekler size urkuntu vermesin. Gokyuzunu Biz boyle konuşturur, boyle tesbih ettiririz—tıpkı kuşların cıvıldaşmalarıyla, denizlerin dalgalarıyla, yaprakların hışırtılarıyla Rablerini ovup tesbih edişleri gibi.”

Goklerde ve yerde ne varsa hepsini tek tek gozler onune serdi. “RahmÂn’ın yaratışında duzensizlik gormezsin,” dedi. “Haydi, cevir gozunu: Kusur goruyor musun?”

Gozu şahit tuttu, akla yol gosterdi. Hukmunu akıllara onaylatıp vicdanlara seslendi:

“Goklerde ve yerde gozunuzu gezdirin. Bakın, her şey nasıl yerli yerine konmuş. Demek ki bunları yapan adaletle iş goruyor. Oyleyse siz de adaletli olun; yoksa zulmunuz karşılıksız kalmaz.

“Bir bakın: Guneşin ışığı nerelerden gelip sizin yardımınıza yetişiyor. Bulutları taşıyan ruzgÂrlar nasıl imdadınıza koşuyor. Toprak ağacları, ağaclar hayvanları, hayvanlarınız sizi nasıl besliyor. Herşey nasıl size hizmet ediyor. Butun bunları size veren, ancak butun Âlemlere hukmu gecen birisi olabilir. Demek ki sizin Âcizliğiniz ve zayıflığınız, Onun rahmetine bir vesiledir. Oyleyse siz de aranızdan zayıf olanları kollayın. Yoksa onların zayıflığını merhamet yerine haksızlık nedeni yaparsanız, kendinizi rahmetten mahrum edersiniz.

“Kendi yaratılışınıza bir bakın. Sonra her bahar yeryuzunun dirilişine dikkat edin. Sonra goklerin ve yerin nasıl yaratıldığını duşunun. Butun bunları yapan, elbette sizi tekrar diriltmeye de kadirdir. Sizi bu dunyada hesapsız lutuflarıyla ağırlayan, ebedî Cennetlerinde sonsuz nimetleriyle mutlu etmeye de kadirdir. En kucuk bir boceğin en kucuk bir ihtiyacını gorup yetiştiren, sizin gizli ve acık butun dileklerinizi yerine getirmeye de kadirdir. Oyleyse Ona yonelin. İsteyeceğinizi Ondan isteyin ve Onun rızasını kazanmaya bakın. Dunyada guzelce yaşayın, Âhirete guzellik bulun.

“KÂinata bakın: Yersiz yaratılmış hicbir şey yoktur. Kanat vermişsek ucmak icin, ayak vermişsek yurumek icin, goz vermişsek gormek icin, kulak vermişsek işitmek icindir. Size ise, butun bu nimetlerimizin uzerinde, bir de ebediyet icin iştiyak verdik. Elbette onu da bir sebeple verdik: Bu dunyaya razı olmayın, ebediyeti isteyin, ebediyeti kazanmak icin calışın diye. Haydi, calışın ve isteyin. Guzel işlerde birbirinizle yarışın. Rahmetim ve Cennetim sizi bekliyor; lÂyık olmaya bakın.”

***

İşte boyle bir nur indi Hir Dağına. Vahşete, dehşete, cehalete ve zulme burunmuş yeryuzune Kur’Ân indi. Gokler ve yer, akıllar ve kalpler o nur ile aydınlandı. Kendi evlÂtlarını diri diri toprağa gomenler, o nur ile insanlık ve medeniyette Âlemlere rehber olacak hale geldiler. Oyle ki, onun birkac Âyetini işiten edipler secdeye kapanıyor, hukumdarlar onu getiren Resule hizmetkÂr olmak icin can atıyor, Peygamberi oldurmek icin evinden cıkan, onun ummeti olarak evine donuyordu.

Âlemlere rahmet olarak gonderilen zat, Âlemlerin Rabbinden insanlığa hitap ile geldi ve yuzyıllara sığmayacak inkılÂpları birkac sene icinde gercekleştirdi—ustelik en cahil ve inatcı kavimlerde ve duşman bir cevre icinde! İman eden, canını, malını ve butun sevdiklerini gozden cıkarıp oyle iman ediyordu. Başvurulmadık zulum, işkence, hile, baskı bırakılmadı. Ama ona yapışan bir daha bırakamıyordu. Ummî bir kimsenin yazdığı kitap dediler; kendilerini bile aldatamadılar. Sihir dediler, tutturamadılar. Şamata ile, eğlence ile, gurultu ile ve akla gelebilecek başka her turlu yolla dikkatleri ondan cevirmek istediler; insanların akın akın ona yonelmesine engel olamadılar. Kur’Ân ise onların topuna birden meydan okuyordu:

“Eğer sozunuzde doğru iseniz, benzer bir kitap da siz getirin.”

Kimse boyle bir meydan okumaya cevap veremedi. Kur’Ân ise

“Birer birer değil, hep beraber cıkın ortaya,” diyordu.
“Ne kadar yardımcınız varsa toplayın. Butun gucunuzu ortaya koyun da oylece benzer bir kitap yazın.”

Kimseden bir cevap gelmedi. Kur’Ân bir cağrı daha yaptı:

“Hepsi değilse de on sûrenin olsun benzerini getirin.”

Yine cevap yoktu. Kur’Ân yine seslendi:

“BÂri bir sûre olsun, benzerini getirin.”

Bir sûrenin bile benzeri cıkmadı ortaya. Kur’Ân ise ortaya konacak benzer bir eserde “doğruluk” şartı bile aramıyordu. “Ne olursa olsun getirin; isterseniz baştan aşağı uydurma şeylerle dolu olsun” diyordu.

Meydan okunanlar ise edebiyat dunyasının en unlu isimleriydi. Ve bu meydan okuyuş, belÂgat konusunda yeryuzunun en iddiÂlı toplumunda cereyan ediyor ve karşısında bir fısıltı bile işitilmiyordu!

Kur’Ân’a karşı direnip de onun benzerini getiremeyenler, onun en ağır hakaretlerine uğradılar. Kur’Ân onları kÂh “cobanlarının bağırıp cağırmasından başka birşey anlamayan hayvanlara” benzetti, kÂh “aslandan kacan urkmuş yaban eşeklerine.” En şereflilerini odun hamalı yaptı, Cehenneme sokup sokup cıkardı. Ve onlar, zamanın butun guc ve serveti ellerinde bulunduğu halde, fukara takımı diye kucumsedikleri bir avuc Muslumana karşı haysiyetlerini korumaktan Âciz kaldılar.

Kur’Ân ise, kendisine bağlananların hayatlarını yoğurup şekillendirmeye devam etti.

Bir Âyetin inişiyle beraber, insanlar yuzyıllar boyunca kokleşmiş Âdetlerini bir kenara atıyorlardı. Kadınların insandan sayılmadığı ve eşya gibi miras olarak devredildiği bir toplumda, kadına miras hakkını Kur’Ân verdi.

Ozgur insanların kole gibi muamele gorduğu bir zamanda kolelere ozgur insan muamelesi yapmayı Kur’Ân oğretti. O, kendi evlÂtlarını diri diri gomen insanları ahlÂkın en yuce mertebelerine eriştirdi.

Kendi cıkarı icin başkalarının hakkını ciğnemekten cekinmeyen insanları, en sevdikleri malları yoksullara bağışlamak icin birbiriyle yarışır hale getirdi.

Zengini fakirin, gucluyu zayıfın hizmetine koşturdu.

Duşman kavimleri, nesep kardeşliğinden daha sıcak duygularla kucaklaştırdı.

Yirminci yuzyıl insanlarının seksen senede yerleştirmekten Âciz kaldıkları ozgurluk, adalet, cumhuriyet gibi kavramları, cahil bir toplulukta, bugun hÂl ozlemle anılan bir mukemmellikte yerleştirdi.

Ve cehalet asrı, bir saadet asrı olup cıktı.

***

Hir Dağına inen nur dalga dalga yayıldı. Kıt’aları kapladı, yuzyıllara uzandı bir kelimesi, hatt bir harfi bile değişmeden. İnsanlar onunla dunyalarını mÂmur hale getirdi, onunla uygarlıklar kurdu, onunla dunyaya fazilet ışıkları sactı. İşte Omer bin Abdulaziz’ler, Tarık bin Ziyad’lar, Ertuğrul’lar, Osman’lar, Fatih’ler, Akşemseddin’ler, GeylÂnî’ler, Gazalî’ler, MevlÂnÂ’lar, Bediuzzamanlar… Onların Kur’Ân’dan başka bir ilham kaynağı mı vardı?

Yolları uzerindeki bağdan yedikleri uzum salkımlarının yerine altın keselerini asıp gecen bir ordu, bu hak ve adalet duygusunu Kur’Ân’dan başka bir yerden mi almıştı?

Hıristiyanlık taassubunun en koyu zamanında Bizanslılara “Başımızda kardinal kulÂhı gormektense Musluman sarığı gormeyi tercih ederiz” dedirten şey Kur’Ân’ın terbiyesinden başka neydi?

Yirminci yuzyılın demokratik yoneticilerinin hepsi şu veya bu şekilde kendilerini dokunulmazlık zırhıyla korumaya mecbur hissederken, koca Sultan Fatih’i kadı karşısında tir tir titreten, o kadıyı da Sultan karşısında adaletten zerre kadar şaşırtmayan, Kur’Ân’dan başka birşey miydi?

İbni Sina’lar, FÂrÂbi’ler, Uluğ Beyler, Ali Kuşcu’lar ve daha nice Âlimler, Kur’Ân’ın irşadıyla yetişip de modern bilimlere yol gostermediler mi?

O Kur’Ân 400 kişiye bir cihan devleti kurdurup altı asır ayakta tutmadı mı? O devletin uc kıt’aya yayılmış topraklarında tarihin en parlak kardeşlik ve adalet numunelerini yaşatmadı mı?

O, Âlemlerin Rabbi tarafından, butun insanlara ve butun zamanlara gonderilmiş bir kitap, ins ve cinne ezelî bir hitap idi. Arayan herkes, dunya ve Âhiret mutluluğunu onda buldu. Hukumdarlar adaletle hukmetmeyi ondan oğrendi. Filozoflar akıllarını onunla nurlandırdı. İctimaiyatcılar bir toplumun hayatını duzenleyen en sağlam ilkeleri ondan cıkardı. Âlimler ilmi, idareciler yonetmeyi, tuccarlar durustluğu ondan oğrendi. Anneler, babalar, evlÂtlar, akrabalar, calışanlar, calıştıranlar, koyluler, kentliler, evvel gecenler, sonra gelenler, evliyalar ve sıradan insanlar yan yana diz cokup ondan ders aldılar, dunyalarını aydınlatıp Âhiretlerini imar ettiler. Milyonlarca asfiya ve evliya onun vasıtasıyla Allah’ın rızasına erişip insanlık Âleminin semÂsında birer yıldız gibi parlamaya başladı. Zaman gectikce o gencleşti. Uzerinde binlerce cilt tefsir yazıldı. Her asır, oncekilere nispetle, onun mÂnÂsından biraz daha fazlasını anlama bahtiyarlığına erişti.

“Toprağı verimli olan beldenin bitkisi Rabbinin izniyle cıkar. Toprağı kotu olan beldeden ise birşey cıkmaz; cıksa da zorlukla cıkar ve ondan da hayır gelmez.” (A’rÂf Sûresi, 58.)

Allah’a iman ile aydınlanan gonuller, verimli bir toprak gibi, Peygamber ve Kur’Ân ile gonderilen rahmetten oylece istifade ettiler; kulluğun ve guzel ahlÂkın rengÂrenk cicekleriyle dunyayı şenlendirdiler.

Makaleden Alınmıştır

__________________