Hele ibadeti, hele ibadeti! O’nun ibadetine bakan insan, sanki O, hayatında başka hicbir iş yapmamış da, hep ibadet etmiş zannederdi. Evet O, kulluğunda bu kadar derindi. Zaten, butun guzelliklerde de O, oyle değil miydi? Hangi sahada, O’na kim yetişebilmişti ki? Hayır, hicbir sahada, hic kimsenin O’na ulaşması mumkun değildi.!
O, namazında kulluğunu o denli derin temsil ediyordu ki neredeyse urperip ağlamadığı namaz yok gibiydi. SahÂbe, namaz kılarken O’nun sînesinin değirmen taşının ses cıkardığı gibi ses cıkardığını soylemektedir467. İcinde donen boyunduruklar ve kulluğun o ağır mukellefiyetleri O’nu kaynayan bir kazana ceviriyordu. Elbetteki bu hÂl, O’nun en yuksek seviyede, kulluğunu îf edebilme gayretinden ileri geliyordu.
Namaz O’nun Âdet şehvetle arzuladığı bir işti. Başka hicbir zevk, O’na namazın verdiği zevki vermiyordu. O’nun icindir ki, bir gun şoyle buyurmuştu: “Bana (uc şey) sevdirildi: Kadın, guzel koku; namaz ise benim gercek goz aydınlığım.”468
Kadın, bir erkeğin alÂka duyması icin en onemli unsurlardandır. Hz. Âdem (as) yaratılırken, bu duygu ile yaratılmıştır. Bu alÂkanın fazlalığı şehvettir. Şehvet ise, neslin devam etmesine verilen avans ve ucret demektir. Boyle bir unvan verilmeseydi, hicbir insan, neslini devam ettirmeyi duşunmezdi. Zira, diğerleri sadece angarya kabul edilecek mukellefiyetlerdir. Tek başına cocuk sevgisi de, neslin devamı icin yeterli değildir. Onun icin Allah (cc), erkeğin kadına, kadının da erkeğe alÂka duyması icin şehveti yarattı. İnsan mahiyetinde var olan ve yaratılışla gelen bu duyguyu aşmak mumkun değildir. Mumkun olsaydı, bunu başta Hz. Âdem (as) aşardı. Ve işte Efendimiz de bu fıtratı ve fıtrî olanı konuşuyor, anlatıyor ve “Bana kadın sevdirildi” buyuruyordu. O, fıtratla, tabiatla ic ice olduğunu bilen bir peygamberdi. O’nun getirdiği dinde ruhbanlık yoktu. Kendilerini ibadete vermek ve vakitlerinin butununu, Allah (cc)’a kullukta gecirebilmek gayesiyle hadımlaşmak isteyen ashabına O şoyle diyordu: “Allah (cc)’ı en cok bileniniz ve O’ndan en cok korkanınız benim. Ama ben ibadet ediyorum, hanımlarımla da bulunuyorum. İstirahat ediyorum, gece ibadetini de yapıyorum. Oruc tutuyorum, yemek de yiyorum. Bu, benim yolumdur. Benim yolumdan yuz ceviren ise benden değildir...”469 O, tam bir denge insanıydı ve objektif prensiplerle gelmişti. O’nun getirdiği din, bir hanifiye-i semha idi ve herkesin rahatlıkla yaşayıp, tatbik edebileceği bir sistemin de adıydı. O, sadece belli bir gruba hitap etmek icin gelmemişti.. herkes icindi ve mesajı da herkesi kucaklıyordu.
Guzel kokuya gelince, seckin ruhlar, guzel kokudan hoşlanırlar. Allah Resûlu, rûhÂniyÂtıyla oyle incelmiş ve cismaniyeti o derece rikkat kesbetmişti ki, Âdeta rûhuyla atbaşı gidiyor ve meleklerle butunleşiyordu.
RûhiyÂt başkadır, rûhÂniyat başkadır. Hem rûhiyÂt, hem de ruhÂniyÂt sahibi olanlar, aynı zamanda “nefs-i sÂfiyÂt”ın da sahibidirler. SÂfiyeye ancak nebîler ulaşabilir. Bu maka-mın zirvesinde de, yine Efendimiz vardır. Duşunun ki, O’nun bedeni, mi’racta dahi rûhuyla olan yarışını bırakmamış, rûh nerelere cıkmışsa, Efendimiz’in bedeni de rûhuyla beraber orada olmuştur.
Ben, burada mi’racın keyfiyeti uzerinde yapılagelen munakaşaları tekrar edecek değilim. Cumhur-ı ulemanın bu husustaki goruşu, Efendimiz’in mi’raca rûh ve bedeniyle beraber cıktığı şeklindedir470. O’nun bedeni o kadar rûhÂniyat ve nûrÂniyet kesbetmiştir ki ruhunun adımını attığı her yerde, bedeninin temaşa ve nazarı da vardı. Başkaları ruhlarıyla veya ruyalarında mi’rac yapabilirler. Ancak, ruh ve cesedle mi’rac yapmak, sadece Efendimiz’e nasib olmuştur. O işin eri ve o yolun şehsuvÂrı, O’dur.
Guzel koku, meleklerîn ve rûhÂnilerin gıdasıdır. Allah Resûlu de, onlarla hem ruh hem de cesed itibariyle ic ice girdiğinden ve onlarla cok ciddi butunleştiğinden dolayı, guzel kokudan son derece hoşlanmaktaydı ki, guzel koku O’nun icine adet inşirah vermekteydi.
İşte Allah Resûlu, “bana kadın ve guzel koku sevdirildi” , derken ruh ve cesedinin ihtiyacını, bir cırpıda, bu “cihet-i cÂmia” ile ilan ediyor, kendisine ait hususiyetleri anlatmış oluyordu...
Ancak, bu ilk iki mes’ele, tabiî, fıtrî ve beşer olmanın gereğidir ki, bunlarda, başkaları da Allah Resûlu’ne iştirak edebilirler. Yani, kadını ve guzel kokuyu sevmek, sadece Efendimiz’e mahsus değildir. Cunku bunlar, CenÂb-ı Hakk’-ın insan fıtratına yerleştirdiği duygularla sevilirler. Ve bu husus az cok herkeste vardır. Ucuncu husûsa gelince, işte orada biraz durmak icap eder; zira Allah Resûlu: “Namaza gelince, o benim goz aydınlığım, o benim yavuklum ve o benim şehvetimdir” der.
Bizden birine, en cok sevdiğimiz insanlardan birinin geldiği mujdelense, nasıl sevinir ve kendimizden geceriz; Allah Resûlu de, namaza duracağı zaman bizim bu duyduğumuz sevincten yuzlerce kat fazlasıyla sevinc ve coşkunluk duymaktaydı. Hani, uzun bir muddet Fatıma (r.anha)’dan ayrı kalsaydı, sonra da O’na Fatıma (r.anha) geliyor denseydi, O, ne kadar sevinir, nasıl mesrûr olurdu; işte namaz vaktinin geldiğini haber veren sesi duyduğunda da O, daha cok sevinir, daha cok mesrûr olurdu. Cunku namaz O’nun sevgilisi, namaz O’nun mÂşûkası ve namaz O’nun gozdesiydi.
Bu hadîsi takviye eden TaberÂnî’nin rivayet ettiği başka bir hadîslerinde de Efendimiz şoyle buyurmaktadır: “Allah her nebîye bir arzu, istek ve şehvet vermiştir. Bana gelince benim şehvetim, gece namaz kılmaktadır.”471
Bunun ma’nÂsı şudur: “Siz, cismaniyetinize, bedeninize ait değişik zevkleri adım adım takip edersiniz; size, o zevkler adına gelen sinyaller, sizi tutar kendine cezbeder; siz de, o zevklerin ardına duşersiniz. Bana gelince, ben, vicdan denen vaizin “kalk namaz vaktidir” sesini duyunca, beni bu sinyal, oyle ardına duşurur ve oyle kendimden gecirir ki, namazsız edemem. Gece namazı kılmadığım, gece kalkamadığım anlar, benim icin en huzun verici anlar ve dakikalardır. Ve benim icin en zevkli ve saadet bahşolan anlar da, namazda olduğum anlardır.”
Allah Resûlu’nun, kulluğu ve CenÂb-ı Hakk’la olan irtibatı ve aynı zamanda tevhid-i ulûhiyeti ilan ve itirafı, oyle derindi ki, şimdiye kadar bu derinliğe cok kimse akıl erdirememiştir ki, işte yukarıda naklettiğimiz hadîs de bunun en acık orneğidir.
Hz. Âişe Validemiz (r.anha) anlatıyor:
“Bir gece uyandığımda, Allah Resûlu’nu yanımda goremedim. Aklıma, diğer hanımlarından birinin yanına gitmiş olabileceği ihtimali geldi. El yordamıyla etrafı yokladım. Elim ayağına dokundu. O zaman Allah Resûlu’nun namaz kılmakta olduğunu anladım.. başı secdedeydi. Kulak verdim, hıckıra hıckıra ağlıyor ve şoyle yakarıyordu: “Allahım! Senin gazabından Senin rızana sığınırım. İkÂbından affına sığınırım. Allahım! Başka değil, Senden yine Sana sığınırım. (CelÂlinden cemÂline, gazabından rahmetine, azamet ve heybetinden, şefkat ve re’fetine sığınırım.) ZÂtını sen ettiğin olcude, Sen’i sen etmekten Âciz olduğumu itirÂf ederim.”472 “Senin komşuluğun, yakınlığın, azizliktir. (Sana mu-cÂvir olan, aziz olmuştur.) Senin sen ve ovulmen, yucedir. Senin ordun mağlup edilemez. Sen va’dettiğin şeyde, va’-dinden donmezsin. Senden başka ilah, senden başka ma’bûd da yoktur.”473
Evet, O’nun namaza yaklaşması, Âdet bir şehvet yaklaşmasıydı. İsterseniz şimdi de Ebû Zerr (ra)’i dinleyin. Diyor ki: “Bir gece sabaha kadar namaz kıldı. (Du Âyetleri geldiğinde, o duÂları ısrarla tekrar eden Allah Resûlu, namazını saygı, huşû ve taatın mozayiği haline getirirdi. Nafile namazlarında, secdede, rukûda, kıyamda okuduğu ceşitli ve cok uzun duÂlar vardır. O gun sabaha kadar: Âyetini okudu ve ağladı.”474
O, namaza bir turlu doyma bilmiyor, adet hic doyum noktasına varamıyordu.
Şimdi de İbni Mes’ûd (ra)’u dinleyelim: (İbni Mes’ûd, Kûfe’nin yuzunun akı, şanlı sahÂbe.. Hanefi Mezhebi, O’na cok şey borcludur. Alkameleri, İbrahim NahÂîleri, HammÂd b. Ebi Suleymanları -ki Ebû Hanife’nin hocasıdır- hep onun altın ikliminde yetişmişlerdir. Sahabe onu ehl-i beytten zannederdi. Evet, O, Allah Resûlu’nun hÂnesine oyle teklifsiz girer cıkardı475. Efendimiz, ona Kur’Ân okutur, dinler ve ardından da, “Kur’Ân’ı indiği gibi dinlemek isteyen İbni Ummi Abd’den (İbni Me’sûd) dinlesin”476 buyururlardı. Hz. Omer (ra), onu Kûfe’ye gonderirken, hicran ve uzuntusunu şoyle dile getirmişti: Kûfeliler! Eğer sizi nefsime tercih etmeseydim, Abdullah b. Mes’ûd (ra)’u kat’iyen yanımdan ayırmazdım477. Kısa boylu, sıska bacaklıydı478. Ama o, bir ilim dağarcığı, daha doğrusu bir ilim okyanusuydu.
İbni Mes’ûd (ra) diyor ki: Bir gun Allah Resûlu’yle beraber gece namazı kılmaya azmettim. Geceyi O’nunla gecirecek ve O’nun yaptığı ibadeti ben de yapacaktım. Namaza durdu, ben de durdum. Fakat bir turlu rukûa gitmiyordu. Bakara sûresini bitirdi, “şimdi rukûa gider”, dedim; fakat O, devam etti; sonra Âl-i İmran’ı, sonra da Nis sûresini okudu ve ardından rukûa vardı. Namaz esnasında o kadar yoruldum ki, bir ara aklıma kotu duşunceler geldi. (Bu kotu duşunce ne olabilirdi. İlk anda acaba Hz. Suleyman (as) gibi Allah Resûlu’nu kıyamda iken vefat etti mi zannetti, diye akla gelebilir.) Onun icin dinleyenler arasından biri sordu: Ne duşunmuştun? İbn-i Mes’ûd (ra): “Namazı bozup, O’nu namazıyla baş başa bırakmayı duşunmuştum.”479
Abdullah b. Amr da şu hÂdiseyi naklediyor: Bir gece Allah Resûlu’nun arkasında namaza durdum. Durmadan şu Âyeti okuyor ve hıckıra hıckıra ağlıyordu: “ Allahım, muhakkak onlar insanların coğunu saptırmıştır. Kim bana tÂbi olursa bendendir. Kim de isyan ederse, Gafûr sensin, Rahîm sensin” (İbrahim, 14/36).
Ve, yine boyle huzunlu olduğu bir gundu. Ağlıyor, ağlıyor, durmadan ağlıyordu. Cibrîl geldi, Allah (cc)’tan selam getirdi. Ve CenÂb-ı Hakk, “Muhammedim nicin ağlıyor acaba?” diye soruyor, dedi.
O, AllÂmu’l-Guyûb’tur. İlmi, butun eşyayı kuşatmıştır. Zaten hic kimse O’nun ilim, kudret ve irÂdesinin dışında olamaz.. ama soruyor... Bu sormadan maksat ister işhad, ister O’nun numûneliğini ilan olsun farketmez.
Allah Resûlu, ağlamaktan cevap veremiyordu. Sadece dudaklarından şu kelime dokulebildi: “Ummetî, ummetî!” Derd, ızdırab belliydi: O’nun ummeti... Cibrîl durumu adet rapor edip goturdu. Ve, CenÂb-ı Hakk, onu ikinci bir selamla daha gonderdi ve onu şu sozlerle teselli buyurdu “Git Habîbime (selam soyle) ve de ki: Muhakkak ummetin hakkında seni razı edecek ve seni asla tasa ve keder icinde bırakmayacağız.”480
O, omrunu kullukla gecirmişti. Namaz, O’nun en sevdiği gozdesiydi. Gece gunduz namaz kıldı ve hep oyle yaşadı. Nasıl yaşanırsa oyle oluneceğini zaten O soylememiş miydi?481 Ve her fÂni gibi O da olecekti. Ama o, namaz, demiş yaşamıştı ve namaz deyip hayata veda edecekti...
Son gunleriydi. Gozlerini acacak dermanı dahi kalmamıştı. Başından aşağıya bir kova soğuk su dokulunce gozlerini acıyor, şayet bir tek kelime soyleyecek kadar dermanı varsa, “Cemaat namazı kıldı mı?” diye soruyordu. Ancak bu kadarcık dahi, enerji sarfı, efor, O’nun dermanını tuketiyor ve yine bayılıyordu. Dokulen soğuk suyla kendine gelince sorduğu soru yine aynı soruydu “Cemaat namazı kıldı mı?”
Hayır, cemaatı saatlerden beri O’nu bekliyordu. Gozler hep kapısındaydı. Ne zaman perde aralanacak ve mescide yine guneş doğacaktı.. işte bunu gozluyorlardı. Coğu, O Guneşin batmak uzere olduğunun farkındaydılar; ancak buna bir turlu inanmak istemiyorlardı. Bu arada, Allah Resûlu, artık namaz kıldıracak takatının olmadığını anlayınca “Ebu Bekr’e soyleyin namazı kıldırsın” buyurdu. Biraz kendinde iyileşme hissedince de mescide doğru yurudu. Bir kolundan amcası Abbas (ra), diğerinden de amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı, Hz. Ali (ra) tutmuş, ayakları surunerek mescide goturulmuştu. Her halinden ve her hallerinde namazın ihtişamı, namazın değeri, namazın buyuleyiciliği dokuluyordu... Kendisinden sonra imam olacak zÂtın arkasına durdu ve Namazını oturarak kıldı. O, bu şekilde mescide sadece iki defa gelebildi. Birinde namazı Allah Resûlu kıldırdı, Hz. Ebu Bekir (ra) de arkadakilere onun sesini duyurdu482. Diğerinde ise, namazını Hz. Ebu Bekir (ra)’in arkasında kıldı483. Cemaatine kendisinden sonra gelecek imamı Âdet iş’Âr buyurdu.
Bir kere daha, evet O, namazla ve cemaatla bu derece butunleşmişti. Son anına kadar da cemaati terketmemişti.. hatta, ayaklarını suruye suruye mescide gelmiş ve namazını cemaatla kılmıştı...
Ahmed b. Hanbel’e gore, cemaat “farz-ı ayn”dır484. Zira Allah (cc), “Rukû edenlerle beraber rukû edin”(Bakara, 2/43)
buyurmaktadır. İmamlardan bazıları, cemaatı namazın erkanından sayarlar. Cemaatsiz namaz, onlara gore namaz değildir485. İmam ŞÃ‚fiî’ye gore cemaat farz-ı kifÂyedir486. Hanefi mezhebinde ise, sunnet-i muekkededir487. Bu imamlardan bazıları ise cemaatı vacip kabul etmektedir...488
Biz, burada mes’elenin fıkhî tahlilini yapacak değiliz. Sadece kucuk bir hatırlatma olsun diye, bu kadarcık temas ettik. Esas konumuz, Allah Resûlu’nun ubûdiyeti, kulluğunda gosterdiği titizlik ve namazındaki derinliğidir.
Sıradan bir insan dahi, şuuruna ererek namaz kılsa, bu namaz, onu fuhşiyattan ve munkerattan alıkoyar. Bir namaz ki, onu kılan, Allah Resûlu’dur; O’nu nasıl gunaha bırakır!.. Hayır hic bırakmamıştır.. bırakmaz!
O’nun kıldığı namazı, Hz. Âişe Validemiz (r.anha) anlatırken: “Oyle kıyamda dururdu ki, sorma gitsin. Oyle rûkûa varırdı ki, sorma gitsin ve oyle secde ederdi ki, sorma gitsin!”489 der ve Allah Resûlu’nun kıldığı namazın guzelliğini bu ifadelerle anlatmaya calışır.
CenÂb-ı Hakk’ın varlığına başka hicbir delil olmasa, Allah Resûlu’nun kıldığı namaz, delil olarak yeter. Cunku O’nun, butun namazında, namazının rukunlerinde ÂdetÂ, CenÂb-ı Hakk tecelli ederdi. Hic namazı boyle olan bir insan gunaha meyleder mi?
O’nun ibadeti, bir butunluk arzediyordu. Namazı en mukemmel şekliyle ed ederken, başka bir ibadet ceşidi olan mesela orucu da ihmal etmiyordu. Haftanın bir-iki gununu mutlaka oruclu geciriyor; hatta bazen de o kadar uzun sure oruc tutuyordu ki, sanki hic iftar etmiyor zannedilirdi490. Bazan da işi fıtrî seyrinde bırakır ve herkes gibi iftar ederdi. Ancak oruclu olduğu gunler, diğerlerine kıyasla daha coktu.491
O, zaman zaman Savm-ı visÂl yapardı. Yani hic iftar etmeden birkac gun ust uste oruc tutardı. SahÂbe O’nun orucuna ozenir ve O’nu taklit etmek isterlerdi ama, bu cok zordu. Bir defasında, Ramazan’ın son gunleriydi ki, Efendimiz savm-ı visÂle niyetlenmişti. SahÂbe de aynı şekilde niyet ettiler. Ancak, oruc birkac gun uzayınca, hepsinin dermanı kesildi. Bereket bayram gelmiş ve herkes sevinmişti. Zira, bayram, bir gun daha gecikmiş olsaydı, Âdet hepsi dokulecekti. Allah Resûlu, onların bu durumunu gorunce tebessum buyurdu ve “Eğer bayramın gelmesi gecikseydi, ben yine oruca devam edecektim” dedi. Ardından da kendisinin guc yetirdiği bu ibadete, onların gucunun yetmeyeceğini soyledi. “Cunku Allah bana, sizin anlamayacağınız tarzda yedirir, icirir”, buyurdu.492
Bilhassa, Ramazan ayının son gunlerinde Allah Resûlu, pacaları sıvar ve butun gununu ibadetle gecirirdi493. Sanki bu gunlerde O’nun sırtı hic yere değmezdi.
Yazın en şiddetli gunlerinde de Allah Resûlu oruc tutardı. Bir cok muharebede O, hep oruc tutmuştu. Hele bazen harp oyle şiddetlenirdi ki, bunlardan biri itibariyle kendisiyle beraber Abdullah b. Revaha (ra)’dan başka oruc tutan kalmamıştı494. O, “Oruc, insanı gunaha karşı koruyan bir zırhtır”495 demişti. Ve bu zırhın en sağlamını da kendisi giymiş ve korunmuştu..



M.Fethullah Gulen

__________________