Meseleye bir şekil olarak, dış gorunuşu itibarıyla, bir de mĂ‚nĂ‚ ve maksadı bakımından yaklaşmak mumkundur. Dıştan bakıldığında "orucu ancak normal, tabîî deliklerden iceriye giren nesneler bozar" diyen muctehidlere gore iğne ile deriyi, adaleyi, damarı delerek iceriye verilen şey ister ilĂ‚c olsun, ister serum olsun orucu bozmaz; cunku bu ictihad, iceri giren nesneye değil, girdiği yere bakmaktadır. Ancak iğne ile vucûduna bir şeyler alan kişinin maksadına baktığımız zaman hukum değişir. Eğer maksat tedĂ‚vî ise oruc bozulmaz. Serumu almaktan maksat tedĂ‚vî değil de aclığı, susuzluğu gidermek, orucun eksilttiğini tamamlamak olursa, bu davranış oruc kavramına ters duşer. Giriş yoluna gore hukum veren muctehidler bakımından oruc bozulmaz dense bile, boyle bir davranışın caiz olduğu soylenemez.
Cocuk başkasının malını telef edince ve malı da olmayınca babasının veya velîsinin tazmini gerekir mi?
Cocuk başkasının malını telef edince bakılır: Bunu babasının veya velîsinin emrini yerine getirmek icin yapmış olursa zararı yine kendi oder, fakat emreden baba, yahut velîye rucû hakkı vardır; yani odediğini bunlardan alır. Baba ve velîsinin emri, dahli olmadan başkasının malını telef eden cocuk bu zararı kendi oder (zarar cocuğun malından odenir). Eğer malı yoksa, odeyecek malî guce kavuşması beklenir, o zamana kadar borclu olarak kalır.64
Hayvanlar cereyanla nasıl kesiliyor. Turkiye'de cereyanla kesim yapılıyor mu ve cereyan ile kesimin hukmu nedir?
Hayvanı cereyanla kesmekten maksat, elektrik gucu ile calışan bir makine ile kesim yapmaktır. Turkiye'de boyle bir kesim yapıldığını gormedim ve duymadım. Gittiğim bir-iki mezbahada hayvanların, elektrikle calışan bir sistem yardımı ile ayaklarından askıya alındığını, makaralar vasıtasıyle hayvanın, elinde bıcak bir kanalın onunde bekleyen kasapların onune geldiğini ve burada kasabın besmele cekerek bıcağı hayvanın boğazına caldıklarını gordum.
Eğer kesim icin ozel bir makina yapılır, bir veya daha fazla hayvan bu makinaya sokularak boğazları Ă‚let tarafından kesilir ve olmeleri sağlanırsa bakılır: Âleti kullanan musluman veya kitap ehli olup, hayvanın kesilmesi gereken yerleri kesilmiş bulunursa sakınca yoktur; bu hayvanların etleri yenebilir. Duğmeye bir basışta, yahut şarteli bir indirişte birden fazla hayvanın kesilmiş olması sakıncalı değildir; hayvan avında da bir atışta birden fazla hayvanı vurmak mumkundur ve bunların yenmesinde mahzur yoktur.
ZekĂ‚tın fakirin evine bırakılmasıyle temlik meydana gelir mi?
ZekĂ‚t olarak bırakılan bir malın uzerine bir yazı iliştirmek, yahut başka bir karîne ve işaret koyarak fakirin, bunun kendisine ait olduğunu ve istediği gibi kullanabileceğini anlatmak mumkun olursa evine bırakmak suretiyle de temlik (bırakılan şeyi fakire mĂ‚l etme) hasıl olur.
Telfîkı caiz gormeyenlere gore ŞĂ‚fiî mezhebinden biri, Hanefî mezhebini abdestte taklit edince namazı da Hanefîye gore kılması gerekir mi?
Taklit, deliline bakmadan bir muctehidin ictihadı ile amel etmektir. İltizĂ‚m, bir muctehidin butun ictihadlarını -bir butun hĂ‚linde- taklit etmeye karar vermek ve bunu uygulamaktır. İntikĂ‚l, bir mezhebi iltizam ettikten sonra, ya butun olarak, yahut da bazı meselelerde ondan ayrılarak bir başka mezhebin hukmunu uygulamaktır. Bir veya birkac meselede, bir mezhebe intikĂ‚l edince, o meselenin ait olduğu butunde bu mezhebe uygun hareket edilirse telfik değil, intikĂ‚l gercekleşmiş olur. MeselĂ‚ bir ŞĂ‚fiî musluman, kadına dokununca abdestin bozulmaması konusunda Hanefî mezhebine intikĂ‚l eder de, abdestin butununde (diğer hukumlerinde de) Hanefî mezhebine uygun hareket ederse -meselĂ‚ bir yeri kanayınca abdestin bozulduğunu kabûl ederse- telfik değil, intikĂ‚l yapmış olur. Ancak bu misalde Hanefî mezhebine, abdestin butununde uymaz, ornek olarak "kanamanın abdesti bozmaması bakımından ŞĂ‚fiî mezhebini taklit ederse", bu iki taklidi bir abdest olayında gercekleştirirse, telfik yapmış olur. Telfikı caiz gorenlere gore bunda bir sakınca yoktur. Telfikı caiz gormeyenlere gore ise abdestin tamamında intikĂ‚l ettiği mezhebin ictihadlarına uygun hareket etmesi gerekir.
Telfik caizdir diyen fukahaya gore abdestte telfik yapan, namazını da eski mezhebinde veya kısmen intikĂ‚lde bulunarak, yahut da telfik yaparak kılabilir. Telfikı caiz gormeyenlere gore abdestte Hanefî mezhebini taklit eden ŞĂ‚fiî, telfik değil de intikĂ‚l yapmış ise namazda da Hanefî mezhebine riĂ‚yet edecektir. Abdest alırken telfik yapmış olursa namaz kılamaz; cunku bunlara gore abdesti yok sayılır.
Hanefî olan bir kişi hanımını uc talĂ‚k ile boşayınca başvurduğu ŞĂ‚fiî bir muftunun, "velisiz kıyıldığından eski nikĂ‚hı nazar-ı dikkate almayarak" ŞĂ‚fiî mezhebi uzerine yeniden nikĂ‚h kıyması caiz olur mu?
Caiz olmaz. Cunku ehliyetli bir muctehidin ictihadı dinde mûteberdir, mezhebi haktır, farklı ictihadlarda bulunan iki muctehidden her biri diğerinin ictihadının hatĂ‚lı olduğunu soyleyebilir, fakat bu ictihad ile yapılan amelin, uygulamanın bĂ‚tıl, hukumsuz olduğunu soyleyemez. Allah TeĂ‚lĂ‚ muctehidlerin, isĂ‚betli ictihadlarına iki ecir, hatĂ‚lı ictihadlarına da bir ecir vermekte, doğruyu bulmak icin elinden geleni yapan muctehidi daha başka bir şey ile yukumlu kılmamakta, hatĂ‚lı da olsa ictihadıyla yaptığı ameli kabûl etmekte, ona uyan (mukallid, avĂ‚m) muslumanların amellerini de kabûl buyurmaktadır. Bu husûslarda ummetin ittifĂ‚kı vardır. Durum boyle olunca, karısını uc kere boşadıktan sonra ŞĂ‚fiî bir muftuye başvuran Hanefî şahsa, bu muftunun, "Hanefî mezhebine gore nikĂ‚hını kıydırırken karısının velîsinden izin almamış, yahut velînin nikĂ‚hı bizzat kıymamış.." olduğunu goz onune alarak "senin nikĂ‚hın zaten yokmuş, siz evli değilmişsiniz ki, boşaman mûteber olsun" demesi ve yeniden nikĂ‚h kıymaya kalkışması, "Hanefî mezhebine gore kıyılan nikĂ‚hların hukmu yoktur" demek olur ki, bu icmĂ‚a aykırıdır, bunu demeye kimsenin hakkı ve selĂ‚hiyeti yoktur. Ayrıca bunu kabûl etmek, mezkûr ciftin yıllarca nikahsız yaşadıklarını, nikĂ‚h bĂ‚tıl sayılırsa cocuklarının da neseblerinin sahih olmadığını kabûl etmek sonucunu doğurur ki, bunu duşunmek bile tuyler urperticidir. Muslumanlar, gecim imkĂ‚nsız hĂ‚le gelmedikce boşama yoluna gitmemelidirler. Boşanma yoluna gitmişlerse muftuler, İslĂ‚m mezheblerinin tamamından istifĂ‚de ederek aile bağını kurtarmaya calışmalıdırlar. Bunlar imkĂ‚nsız hĂ‚le gelmiş, evlilik sona ermiş ise, hîle yollarına başvurmadan taraflara durumu bildirmek, bu tecrubelerin ışığında yeni ve sağlam aile bağlarını kurmalarını sağlamak gerekir.
Devletin paralı suyu ile sulanan ekinlerin zekĂ‚tı onda bir mi, yoksa yirmide bir midir?
Yağmur suyu ile değil de hayvan, tanker vb. ile cekerek, yahut para ile satın alarak sulanan ekinlerin zekĂ‚tı yirmide birdir.
Cuma saatinde elde edilen kazanc helÂl midir?
Cuma saatinde, cuma namazı kılmakla yukumlu olan bir şahıs, namaza gitmez de iş veya ticaret yapar ve para kazanırsa bu para haramdır, bu kazancı kullanması caiz değildir, fakirlere dağıtması ve tevbe etmesi gerekir.
Zarûret olmadan faiz muessesesinde calışanın kazancı helĂ‚l midir?
Boyle yerlerde calışan kimselerin bir kısmı doğrudan doğruya faiz muĂ‚melesi ile ilgili işleri yuruturler; kurumu idare ederler, reklam yaparlar, faizli akitleri duzenler ve yazarlar, şahit ve kefil olurlar, hesap ve bilĂ‚ncolarını yaparlar.. Bu gibi işleri yapanların, başka bir yerde karınlarını doyuracak, onemli ihtiyaclarını karşılayacak bir iş bulunca faizci kurumdan ayrılmaları gerekir. Bu gibi kurumlarda binĂ‚ yapmak, tĂ‚mir, temizlik, aşcılık vb. işleri gormek, binĂ‚nın ve burada bulunan malvarlığının guvenliğini sağlamak (bekcilik yapmak) doğrudan faizcilik yapmak mahiyetinde değildir, bazı muctehidler bunları da caiz gormezler, ancak İmam ÂzĂ‚m Ebû Hanîfe'nin ictihadına gore bu gibi hizmetlerin îfĂ‚sı caizdir.
NĂ‚file hacc yapmak mı, o nisbette sadaka vermek mi efdaldir?
İlĂ‚veli Mecmû'a-i Cedîde isimli "şeyhulislamların fetvĂ‚larını ihtivĂ‚ eden" eserde şoyle bir fetvĂ‚ vardır: "Tatavvu'an haccetmekten sadaka vermek efdal olur mu? el-Cevab: Olur." Bu fetvĂ‚dan sonra kitapta, bircok fıkıh kitabından aynı mĂ‚nĂ‚da cumleler nakledilmiş, sadakanın nĂ‚file hacdan daha efdal olduğu ifade edilmiştir.65 Genel olarak bu fetvĂ‚ya katılmak mumkundur. Ancak ozel durumlarda farklı hukumlere varmak da gerekebilir. MeselĂ‚ nĂ‚file hacc veya umrenin imanını, Allah ve Rasûlullah (s.a.v.) sevgisini, ibĂ‚det alışkanlığını guclendireceği umulan bir kimseyi bundan menetmemek, gitmesini teşvik etmek gerekebilir. Boyle bir kimse ileride Allah rızĂ‚sı icin yapacağı tasaddukları ile kaybı telĂ‚fi edebilir. Ayrıca bu konuda, tatmin edici olcude yardımda bulunan kimseler ile, bunu yapmayıp nĂ‚file hacca devam eden kimseleri de birbirinden ayırmak gerekir. Bir başka olcu de, icinde yaşanılan toplumun ekonomik durumu olmalıdır; ortalama refahın oldukca yuksek ve yaygın olduğu toplumlarda yaşayan zenginler ile yoksulluğun yaygın, refah farklarının buyuk olduğu toplumlarda yaşayan zenginleri de birbirinden ayrı tutmak lĂ‚zımdır. Bir de hacc ibĂ‚detinde gittikce artan izdihamı gozonune almak ve ilk defa (farz) haccı yerine getirenlerin durumunu duşunmek gerekiyor.
Evin tetimmesindeki bağ ve bahce hangi nitelikte olursa zekĂ‚t lĂ‚zım gelir?
Bağ ve bahce hangi nitelikte olursa olsun, satmak uzere alınmış; yani ticarî sermaye mĂ‚hiyetinde olmadıkca zekĂ‚ta tĂ‚bî değildir. Bağ ve bahcede yetiştirilen sebze ve meyva ise, bir kısım muctehidlere gore hubûbat gibi zekĂ‚ta tĂ‚bîdir.
Kişi hanımına, boşamak niyetiyle anam, bacımsın dese boşanır mı? "Şimdiden sonra anam, kızkardeşim ol" der de bununla boşamayı kastederse boş olur mu?
Bir kimse karısına "sen benim anam, bacım gibisin", yahut "sen benim anamsın, bacımsın" dese bakılır: ZıhĂ‚ra (bir nevi yemine) niyet etmiş ise zıhĂ‚r sayılır ve keffĂ‚ret gerekir (sırayla bir kole azad etmek, gucu yetmezse iki ay ara vermeden oruc tutmak, buna da gucu yetmezse altmış fakiri sabahlı akşamlı doyurmak), karısını boşamaya niyet etmiş ise karısı boş olur, yemin etmeyi kastetmiş olursa îlĂ‚ denilen yemin gercekleşmiş olur (bunun keffĂ‚reti ya bir kole azĂ‚d etmek, ya on fakiri doyurmak, yahut da bu ikisine gucu yetmez ise uc gun peşi peşine oruc tutmaktır), bu sozlerle karısına olan saygı ve bağlılığını ifade etmek istemiş ise bunu ifade etmiş olur, başka bir şey gerekmez.66
Orneklerden anlaşılacağı uzere "şimdiden sonra, bundan boyle" gibi bir kayıt koymasa bile boşamaya niyet ettiği takdirde mezkûr ifadeler ile boşama durumu meydana gelmektedir.
Taklidi caiz gormeyenlere gore kişinin, nikĂ‚hta Hanefîyi, talĂ‚kta ŞĂ‚f'iîyi taklit etmesi caiz midir?
Bu soruda birinci kelimenin "telfikı" olması gerekir. Cunku taklidi caiz gormeyenler, ŞĂ‚fiîyi de, Hanefîyi de herhangi bir meselede taklidi caiz gormezler. Ama "telfîkı caiz gormeyenlere gore..." şeklinde sorulursa cevap şudur: NikĂ‚h ile talĂ‚k arasında bazen oyle ilişkiler vardır ki, bu konularda iki ayrı mezheb taklit edildiği zaman telfik yapılmış olur; buna da -telfikı caiz gormeyenler- karşı cıkarlar. MeselĂ‚ kadının irĂ‚de beyanı ile (nikĂ‚h akdinde doğrudan taraf olması ile) yapılan evlenmenin mûteber olduğu hukmunde Hanefî mezhebini taklid eden bir şahıs, kinĂ‚î (ustu kapalı) bir sozle bu kadını boşadığı zaman boşamayı donuşlu (ric'î

İslĂ‚m devleti terimi ile İslĂ‚m ulkesi terimi arasında fark var mıdır?
İslĂ‚m devleti, şerîat devleti demektir; yani İslĂ‚m esaslarına gore kurulan devlette teşrî, icrĂ‚, kazĂ‚, denetim ve yonetim İslĂ‚m dîninin talîmatına aykırı olamaz. Kur'Ă‚n'da ve Sunnet'te yazılı talîmat kanun gibidir; bu kaynaklarda temas edilmemiş konular ise, yine onların ışığında akıl işletilerek, orf, Ă‚det, zarûret, menfĂ‚at gibi prensiplere bakılarak duzenlenir.
İslĂ‚m Ulkesi, bazı muctehidlere gore İslĂ‚m devleti (şerî'atın hĂ‚kim olduğu devlet) demektir; aralarındaki fark, bakış acısından doğmaktadır. Yani İslĂ‚m'ın hĂ‚kim olduğu yere bakılınca "İslĂ‚m Ulkesi", İslĂ‚m ulkesinde hĂ‚kim olan sisteme bakılınca İslĂ‚m devleti denir. Ancak Ebû Hanîfe, ŞĂ‚fi'î gibi muctehidlerin anlayışından hareket edilince bu iki kavramın farklı ve ikisinin birarada bulunmamasının da mumkun olduğu sonucuna varılmaktadır. Cunku bu muctehidlere gore bir ulke, bir kere İslĂ‚m ulkesi (dĂ‚ru'l-İslĂ‚m) olunca ya artık hep oyle kalır (orada İslĂ‚m'a aykırı bir rejimin hĂ‚kim olması veya kĂ‚firlerin istîlĂ‚sı İslĂ‚m Ulkesi vasfını değiştirmez ve bu ŞĂ‚fiî mezhebinin goruşudur), yahut da ancak şu uc şartın birlikte gercekleşmesiyle bu vasfını kaybeder:
1) Harb hĂ‚linde olan gayr-i muslimlerin ulkelerine bitişik olmak,
2) Şerî'at terkedilerek başka rejim ve kanunlarla idare olunmak, amel edilmek,
3) Muslumanların can ve mal guvenliklerini kaybetmiş olmaları. Bu uc şartın birlikte gercekleşmesi oldukca zor bulunduğundan -son iki ictihada gore- bir ulke, İslĂ‚m devleti olmadığı hĂ‚lde, ulkesi olabilecektir. Yani kanunları ve yonetimi İslĂ‚m'a uymadığı hĂ‚lde, eskiden İslĂ‚m devleti olduğu icin duzen değişse dahi İslĂ‚m ulkesi (dĂ‚ru'l-İslĂ‚m) olmaya devam edecektir.
Hanefîye gore "talĂ‚kta sarîhin tercumesi kinĂ‚yedir" diyen Ă‚limler var mıdır?
Bu sorudan benim anladığım mĂ‚nĂ‚ şudur: Bir erkek karısına "enti tĂ‚lık" diyecek yerde bunun tercumesi olan "Sen boşsun" dese, acık (sarîh) boşama sozunu değil de ustu kapalı (kinĂ‚î

İmam-ı A'zam'ın asıl ictihadına gore dĂ‚r-ı harbde harbîden hem faiz almak, hem vermek mi, yoksa sadece almak mı cĂ‚izdir?
İmam-ı A'zam'ın bu ictihadı, boyle bir kayıt ve sınır konmadan nakledildiği icin, almak da vermek de caiz gibi gozukuyor. Fakat İbn HumĂ‚m'ın Fethu'l-Kadîr'deki incelemesinden anlaşılıyor ki, İmam-ı A'zam'ın maksadı muslumanın vermesi değil, alması ve kazanmasıdır.68
Bu vesile ile Ebû Hanîfe'nin, son zamanlarda istismar edilen bu ictihadını biraz acmakta fayda goruyoruz:
Serahsî'nin Mebsût'unda genişce acıklandığı uzere bu ictihad iki delile dayanmaktadır.69 Naklî delil Mekhûl'un naklettiği "Harb ulkesi vatandaşları arasında faiz yoktur" şeklindeki hadîstir. Ebû Yûsuf, hocasının bu hadîse dayanarak mezkûr ictihadı ileri surduğunu şu sozleriyle anlatıyor: Ebû Hanîfe'nin boyle bir ictihadda bulunmasının tek dayanağı, Mekhûl'un Rasûlullah'tan (s.a.v.) "Harb ulkesi vatandaşları arasında faiz yoktur" sozunu nakletmesidir; zannederim "harb ulkesi vatandaşları ile muslumanlar arasında..." demiş. "İmam ŞĂ‚fiî ise boyle bir hadîsin sĂ‚bit olmadığını (Allah Rasûlu'nun (s.a.v.) boyle bir soz soylediğinin isbat edilemediğini), bu sozun delil olarak kullanılamıyacağını bildirmiş, Beyhakî de bunu ŞĂ‚fiî'den nakletmiştir.70 Ebû Hanîfe'nin aklî delili ise harb ulkesindeki bu ulke vatandaşının malının muslumana helĂ‚l olduğu, oraya girerken verdiği soze aykırı davranmadan bu malı elde ettiği takdirde -elde etme vasıtası faizli akit, kumar vb. de olsa- bu malı muslumanın almasının caiz olacağıdır. Ebû Hanîfe esasen yukarıda nakledilen hadîse dayanmış, bu aklî delili de takviye icin kullanmıştır. Hadîs sabit ve delil olmayınca, aklî delilin de değeri kalmamaktadır. Ayrıca bir muslumanın faizli akit yapmasının, kumar oynamasının -bunları helĂ‚l olan malını kurtarmak icin yapsa bile- caiz olacağının delili yoktur; bunlar muslumana haramdır; bu haram hukmunu ortadan kaldıracak bir delil mevcut değildir. Faizde zulum vardır, kumarda daima kaybetme ihtimĂ‚li mevcuttur. Butun bunları bilen bir Ă‚limin, yukarıda nakledilen ve naklî dayanağının bulunmadığı Hanefî fukahĂ‚sı tarafından da kabûl edilen ictihad ile fetvĂ‚ vermesi, "dĂ‚r-ı harbde muslumanın, kĂ‚firden faiz alabileceğini, kumar oynayıp parasını kazanabileceğini soylemesi" caiz olmaz. Hele bazı kimselerin Turkiye'yi dĂ‚r-ı harb sayıp burada kumar oynanabileceğini, faiz alınıp verilebileceğini soylemelerinin ne İslĂ‚m'da, ne de Hanefî mezhebinde yeri vardır! Cunku Ebû Hanîfe'ye gore Turkiye dĂ‚r-ı harb değildir ve butun muctedihlere gore dĂ‚r-ı harbde bile olsa muslumanlar arasında kumar ve faiz helĂ‚l değildir.
Kıble inhirĂ‚fı kac dereceye kadar olunca namaz sahih olur (Hanefîye gore)?
Namazı Mekke'de kılanlar (KĂ‚be'ye yakın bir yerde kılanlar) doğrudan KĂ‚be'ye yoneleceklerdir. Mekke'den uzak yerlerde namaz kılanlar ise, KĂ‚be'yi goremeyecekleri icin onun bulunduğu yone (cihete) donecek ve namazlarını boyle kılacaklardır. Buna gore bir kişinin bulunduğu yere gore Mekke guney yonunde bulunuyorsa, bu kişi namazını guneye donerek kılacaktır. İlgili kaynaklarda verilen bilgiye gore uzak yerlerde namaz kılanların yonu ile KĂ‚be'nin bulunduğu yon arasında 45 derece fark bulununcaya kadar namaz sahihtir; yani kıbleye donme vazifesi yerine getirilmiş sayılmaktadır.71
Bu kadar inhirĂ‚fı (sapmayı) bilerekten de olsa namaz sahih olur mu?
Namaz kılan KĂ‚be'nin bulunduğu yone donmekle yukumludur; sağında veya solunda bulunan ana yonlerden birine (meselĂ‚ KĂ‚be guneyde ise doğuya veya batıya) donunceye kadar kişinin yonu guneydedir; guney bir nokta değil, bir sĂ‚hadır ve bu sĂ‚hanın genişlediği her iki komşu yone 45'er dereceye kadar devam eder. İşte bu derecelere kadar KĂ‚be'nin bulunduğu yonden sapan kişinin namazı -bu bakımdan- sahihtir. Ancak asıl hedef KĂ‚be'ye yonelmek olduğu icin, bu sapmayı bilerek yapmak mekruh olur, elden geldiğince KĂ‚be'nin bulunduğu yone donmek gerekir.
Kişi parayla arĂ‚zîsini îcara verirse Ebû Hanîfe'ye gore zekĂ‚t kime aittir ve bu zekĂ‚tın veriliş şekli nasıldır?
Ebû Hanîfe zirĂ‚î gelirlerin zekĂ‚tını toprağa bağladığı icin, toprak kimin mulkiyetinde ise zekĂ‚tı da o verir demiştir. Buna gore toprağı kiraya veren şahıs, cıkan mahsûlun -sulama şekline gore- onda veya yirmide biri kadar bir urunu -veya bedelini- zekĂ‚t olarak odeyecektir.
Muctehidlerin coğunluğu ise zekĂ‚tı, ekmeye (zirĂ‚ate) bağladıkları icin "kim ekiyor ve urun alıyorsa zekĂ‚tı da o oder; yani kiralama durumunda tarlayı kiraya veren değil, kira ile alıp eken kimse zekĂ‚tını da oder" demişlerdir. Gecmişte ve gunumuzde yaşayan bazı Ă‚limler daha Ă‚dil ve orta bir yol bulmuş, kiracı -kira ucreti dahil- masraflarını duştukten sonra kalanın zekĂ‚tını, kiraya veren de -nisĂ‚ba ulaşıyorsa- kira bedeli olarak aldığının zekĂ‚tını oder demişlerdir.72
İmameyne gore Ă‚mil (tarlayı kiralayıp eken) îcar ettiği arĂ‚zî mahsûlĂ‚tının zekĂ‚tını vermekle mukellef olduğuna gore, kişi arĂ‚zî-i emîriyyeyi ekince İmĂ‚meyne gore zekĂ‚t vermesi gerekir mi?
İmĂ‚meyne gore zekĂ‚t, tarlanın mulkiyetine değil, ekimine bağlıdır; buna gore tarlanın mulkiyeti ister ozel şahsa, ister devlete ait bulunsun, onu eken ve mahsul alan kişi zekĂ‚tını da odeyecektir. Umûmî kĂ‚ide bu olmakla beraber, Hanefî mezhebinin diğer kĂ‚idesine gore oşur ile harĂ‚cın birleşmesi caiz değildir; yani harĂ‚cî arĂ‚zîyi eken bir musluman buradan harĂ‚c verir, fakat zekĂ‚t (oşur) vermez. Eğer gunumuzde aslı harĂ‚cî olan mîrî topraklar bulunsaydı ve bunları da muslumanlar ekseydi, Hanefî mezhebine gore yalnızca harĂ‚c vereceklerdi, diğer mezheblere gore ise hem harĂ‚c, hem de oşur (zekĂ‚t) vereceklerdi. Ancak bugun, ulkemizde boyle bir toprak yoktur. Muslumanların tapulu toprakları mulk topraklardır ve buradan elde ettikleri mahsulden zekĂ‚t vermeleri gerekir.
Hanefîye gore kasrın delîli yalnız hadîs midir, yoksa hem hadîs, hem de Ă‚yet midir?
Hanefî mezhebine gore yolculuk hĂ‚linde bulunan mukellefin, dort rekĂ‚tlı farzları iki rek'at olarak kılmasının (kasrın) delîli hem Ă‚yet, hem de hadîslerdir. Hanefîler bu kasrın ruhsat değil, azîmet olduğu goruşundedirler; yani kişi, yolculuk hĂ‚linde namazını kasrederek kılacaktır; bu azimettir, gereklidir, tam kılması caiz olmaz. Halbuki meselĂ‚ ŞĂ‚fi'î'ye gore kasr, azimet değil, ruhsattır. İşte bu konuda Hanefîlerin delîli hadîslerdir. Onlar, ilgili hadîslere bakarak kasrın, ruhsat değil, azimet olduğu sonucuna varmışlardır.
Telefonla vekĂ‚let vermek, telefonla boşamak mûteber midir?
Telefonla yapılan gerek vekĂ‚let vermek, gerek boşamak ve gerekse diğer sozlu hukûkî tasarruflar mûteberdir. Bir telefon konuşması icinde îcĂ‚b-kabûl (karşılıklı irĂ‚de beyanı) yapılınca akit kurulmuş olur, taraflar biraraya gelerek akit yapmış gibi hukûkî sonuc elde ederler. Boşama da boyledir; telefonda eşine karşı veya bir başkasına eşini boşadığını ifade eden şahıs eşini boşamış olur.
Kufr-i luzûmî ile kufr-i iltizĂ‚mî nedir, aralarında ne fark vardır?
Bir kimsenin belli bir davranışı, dış gorunuşu itibarıyla kufru gerektiriyor, "bunu ancak kĂ‚fir olan yapar, soyler" kanaĂ‚tini veriyorsa buna "kufr-i luzûmî" denir. Bu durumda kişi, mezkûr davranışının kufru gerektirdiğini bilmiyor, yahut bunu yaparken kĂ‚fir olmayı kasdetmiyor olabilir. Eğer şahıs, yaptığı ve soylediğinin (davranışının) kufru gerektirdiğini, muslumanın dinden cıkmasına sebep olduğunu biliyor ve bu maksatla mezkûr davranışta bulunuyorsa, kufru iltizam ediyor ve benimsiyor demektir; işte buna da "kufr-i iltizĂ‚mî" denir.
Babanın, oğul malından tasarruf hakkı var mıdır?
"Kişinin yediği rızkın en temizi kendi kazandığıdır; cocuğu da onun kazancına dahildir", "Cocuk da, malı da babasına aittir" gibi hadîsler, babanın cocuk malında serbest tasarruf hakkı olduğunu gostermektedir. Ancak buna karşı mulkiyet hakkını tanıyan ve duzenleyen bircok Ă‚yet ve hadîs vardır. Bunları bir butun hĂ‚linde değerlendiren fukahĂ‚ şu sonuca varmışlardır: Baba (ve anne) nafaka cercevesine giren ihtiyaclarını oğullarından temin ederler, oğulları bunu vermezlik edemez, bu ihtiyacı karşılayacak evlĂ‚t malı uzerinde serbest tasarruf hakları vardır. Bu sınırı aşan malvarlığına gelince mulkiyet hakkı devreye girer ve baba dahil, kimse kimsenin mulkiyet hakkına tecavuz edemez.73
Kişi henuz borcunu odemeden ve devletten tapusunu almadan kendisine ait barakayı satabilir mi?
Bu soru biraz kapalı tertiplenmiş. Eğer bir şahıs devletten bir baraka veya prefabrik ev satın almışsa, devlet borcunu odemedikce tapuyu vermiyorsa bakılır: Devlet ile şahıs arasında satım akdi yapılmış ve boylece -şer'an- mulkiyet hakkı intikĂ‚l etmiş ise şahsın bunu bir başkasına satması caizdir. Tapu tescili ve intikĂ‚li de satıcının borcunu odemesinden sonra yapılacaktır. Tapuya tescil, şer'î bakımdan mulkiyetin intikĂ‚linin şartı değildir, esas olan satım akdidir. Satın alanın borclu olması da satışa engel teşkil etmez. Eğer devlet ile şahıs arasındaki anlaşma bir satım akdi değilse, once ne olduğu belirlenir, sonra da hukmu verilir.
Kadın kocasından aldığı meniyi, kocasının vefatından sonra kendisine ithal etmekle meydana gelen cocuk meni sahibine lĂ‚hık olup olmamasında -bilindiği gibi- ihtilĂ‚f edilmiştir. LĂ‚hık olur diyenlere gore miras da alabilir mi? (Meni sahibinin vefatı anında mevcut olmadığı hĂ‚lde).
Bir kadının, kocasından aldığı meniyi olduğu gibi koruması ve eşinin vefatından sonra rahim yoluna yerleştirerek cocuk sahibi olması gecmiş zamanlarda mumkun olmayan bir hayal idi. Bunun uzerinde vĂ‚ki olan tartışmada farazî (olmadığı, olmayacağı hĂ‚lde varsayılan bir olaya ait) bir tartışma idi. Ancak gunumuzde erkekten alınan spermin uygun ortamda canlı olarak korunması ve kadından alınan yumurta ile ozel bir tupte birleştirilmesi, aşılanmadan sonra kadının rahmine yerleştirilerek cocuğun oluşması ve doğması mumkun hĂ‚le gelmiş ve uygulanmaya başlamıştır. Bir musluman ciftin bunu yapabilmesi icin normal yoldan cocuk sahibi olamayacaklarının tıbbî olarak tesbit edilmesi, spermin kocaya, yumurtanın karısına ait bulunması ve cocuğun, yumurtası alınan kadının -nikĂ‚hlı zevcenin- rahminde gelişmesi şarttır. Eğer bu teknik ve usûl ile kocadan sperm alınmış, onun vefatından once karısının yumurtası ile tupte birleştirilmiş ve -baba oldukten sonra bile olsa- cocuk dunyaya gelmiş olursa, hem nesebi sahih, hem de babasına vĂ‚ris olur. Kadın boşandıktan, yahut kocası vefĂ‚t ettikten sonra aynı şeyi yapmak isterse -bĂ‚in boşamada derhal, ric'î boşamada ve olum hĂ‚linde iddet bittikten sonra- arada evlilik bağı kalmadığı icin bu işin yapılamıyacağı, artık yabancı hĂ‚le gelmiş bir erkeğin spermini yumurtasına aşılatamayacağı ve rahmine yerleştiremeyeceği kanĂ‚atindeyim. Bu caiz olmayınca, doğan cocuğun da sperm sahibi kişi -eski koca- ile neseb ilişkisi kurulamaz.
Bilindiği gibi İmam-ı A'zam ile İmam ŞĂ‚fi'î ictihad olculerine gore memleketimiz dĂ‚r-ı İslĂ‚m'dır. Acaba İmameyne gore durum nasıldır?
Daha once 15, 17 ve 18. soruları cevaplandırırken bir yerin İslĂ‚m veya harb ulkesi olmasının olculerini, farklı bakış acılarına gore vermiştik. Ulkede hĂ‚kim olan rejimi esas alan ictihadlara gore lĂ‚ik ulkeler dĂ‚ru'l-İslĂ‚m değildir. İmĂ‚meyn ulkede hĂ‚kim olan rejimi olcu olarak almışlardır. Ancak Hanefî mezhebine ait fetvĂ‚ kitaplarından BezzĂ‚ziyye'de, bir kere İslĂ‚m ulkesi olmuş yerlerin, orada rejim değişse bile yine İslĂ‚m ulkesi olarak kaldıklarına hukmetmek gerektiği tezi savunulmuştur.74
Fabrika, hapishane, garnizon ve Turkiye Buyuk Millet Meclisi gibi kurumların bunyesinde bulunan mescidlerde kılınan cuma namazı, Hanefî mezhebine gore sahih olur mu? (İzn-i Ă‚mm acısından).
Hanefî mezhebine gore kılınan cuma namazının sahih (şartlarına uygun ve gecerli) olabilmesi icin mescidin umuma acık olması şarttır. Meseleye bu acıdan bakarsanız, soruda sayılan yerlerde cuma namazının sahih olmadığı sonucuna varabilirsiniz. Ancak problem biraz daha derinleştirilir ve tahlil edilirse farklı bir sonuca varmak da mumkundur. Evet Hanefîler cuma mescidinin herkese acık olmasını soylemişlerdir; fakat herhangi bir Hanefî muctehide, "kotu bir maksatla cuma mescidine gelen bir kimseyi buradan menetmek caiz midir?" diye sorsanız alacağınız cevap "evet caizdir, maksadı belli olan veya tahmin edilen kişiler cuma namazına gelmekten menedilebilir" şeklinde olacaktır. İmdi boyle kimseleri mescide gelmekten menetmek, mescidin umûma acık olması kavramına ters duşmez. Kışla, fabrika, meclis gibi yerlere izinle giren, halbuki buraların personeli olmayan kişiler, bu yerlerde bulunan cĂ‚milerde cuma kılmaktadırlar. Şu hĂ‚lde bu cĂ‚miler "belli kişilerin cuma kılmalarına tahsis edilmiş olup başkalarına cuma kılmaları icin izin verilmeyen cĂ‚miler" değildir. Aslında maksadı cuma kılmak olan herkese acıktır; fakat cĂ‚minin icinde bulunduğu mahallin ozelliği, oraya izinsiz olarak kimsenin sokulmamasını gerektirmektedir. Bu ise "umûma acık olma" kavramına aykırı değildir.
Burada şuna işaret etmekte fayda vardır: Cuma namazı son derecede değerli, sevaplı ve faydalı bir ibĂ‚dettir. Allah ve Rasûlu (s.a.v.), muslumanların bu namazı kılmaları icin "umûma acık olmak, devlet başkanının izin vermesi, onun veya vekilinin kıldırması, bir yerleşim merkezinde ancak bir yerde kılınması" gibi şartlar koymamışlardır. Bu şartlar, uygulamaya ve mesĂ‚lih prensibine bakılarak muctehidler tarafından konmuştur ve bu ictihadlarda daima zaman ve zemin etkileri olmuştur. Mezkûr şartlardan bazıları gercekleşmediği zamanlarda -meselĂ‚ devlet başkanının bulunmadığı, yahut cuma kılmaya izin vermediği durumlarda- muslumanların kendi aralarından birini imam yaparak bu namazı kılmalarının caiz olduğu da soylenmiştir (bunu Hanefî fıkıh kitaplarında acıkca gormek mumkundur). Şu hĂ‚lde ictihadla konulmuş şartlar bulunursa cuma bu şartlara uyularak kılınır, bu şartların bazıları (meselĂ‚ halîfenin bulunmaması gibi şartlar) bulunmazsa cuma yine kılınır, kılınmalıdır.
Yakın akraba evliliğinin hukmu nedir?
Yakın akraba ile evlenme konusunda iki aşırı, bir de orta yol tutulmuştur. Aşırı yollardan biri, bazı mezheb ve milletlerde gorulen cok yakın akraba ile evlenme veya evlilik hayatı yaşama Ă‚detidir, kızkardeş, yeğen vb. ile evlenmek gibi. Diğeri amca cocukları, dayı ve teyze cocukları ile daha uzak akrabaya kadar uzanan evlenme yasağı Ă‚detidir. Bu da hĂ‚lĂ‚ Balkanlar'da yaşayan bazı toplumlarda surmektedir. İslĂ‚m bu iki aşırılığı tasvîb etmemiş, orta bir yolu tutmuş, "sut, evlenme ve doğumdan" kaynaklanan akrabalıkların yakınlarını evlenmeye engel olarak gormuş, amca, dayı, teyze cocukları gibi nisbeten uzak akraba arasında ise evliliği caiz gormuştur. Aslında bu evlilik bir sakatlık veya hastalığın sebebi değildir; ancak yapılan tıbbî araştırmalar, bazı ırsî hastalıkların yakın akraba evliliklerinde daha cok ortaya cıktığını ve nesillere intikĂ‚l edebildiğini gostermiştir. Bu ihtimĂ‚lin yuzdesi oldukca duşuk olmakla beraber yine de bir tehlike var demektir. Buna karşı, İslĂ‚m'ın koyduğu yasak sınırını genişletmekte de bazı sakıncalar soz konusudur. Asırların ve butun insanlığın dîni olan İslĂ‚m, akraba arasında evlenme sınırını cok uzaklara kadar goturseydi dar bolgelerde (gocebelerde, kabilelerde, kapalı bolgelerde) kişilerin evlenme imkĂ‚nları son derecede daralırdı ve bundan da bircok sakıncalar doğardı. İslĂ‚m bu sakıncaları daha ağır gorerek -belli bir sınırdan sonra- akraba arasında evliliği caiz kılmış, fakat teşvik etmemiştir. Eğer ilim bunun bir sakıncası olduğunu gosterir, toplumun da boyle bir evliliğe ihtiyacı bulunmazsa -evlenecek kadar yabancı mevcut ise- muslumanlar buna mecbur değillerdir, bu cevazı kullanmazlar ve uzak, yakın akrabalık ilişkisi icinde bulunmadıkları kimseler ile evlenirler.
Seyyid ve şerîf kimlere derler?
Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz soyundan gelenlere hem seyyid, hem şerîf denildiği gibi, ozellikle Hz. Hasan soyundan gelenlere şerîf, Hz. Huseyin soyundan gelenlere de seyyid denilmiştir.
Bilindiği gibi Hanefî mezhebinin goruşune gore koylerin coğunda cuma namazının kılınması sahih olmadığı Hanefî fıkıh kitaplarında ifade edilmektedir. Bu hususta bugunki koylerle fakihlerin yaşadığı zamandaki koyler arasında fark var mıdır?
Koy, asırlara, bolgelere, kultur ve medeniyetlere gore değişen bir kavramdır. Eski fukahĂ‚nın yaşadığı zamanlarda da butun dunyada -ve butun İslĂ‚m dunyasında- tek tip koy yok idi. Bu sebeple cuma namazının sıhhat şartı olan koyu bu bakımdan ele almak ve tarif etmek gerekmektedir. Hanefîlerde bir tĂ‚rîfe gore cuma kılınacak koy, "bir yoneticisi, bir de hĂ‚kimi bulunan" yerleşim merkezidir. Bir başka tariflerine gore, "cuma ile yukumlu bulunanlarını cĂ‚misinin alamayacağı kadar nufusu olan" yerdir. Bir ucuncu tĂ‚rife gore de "devletin koy olarak kabûl ettiği" yerdir. Hanefîler bu konuda "Cuma namazı, bayram namazı.. ancak butun ihtiyaclara cevap veren şehirde kılınır" mĂ‚nĂ‚sında bir hadîse dayanmaktadırlar; ancak yapılan araştırmalar bu sozun hadîs olmayıp, Hz. Alî'ye ait bulunduğunu ortaya koymuştur. Koy icin verilen tĂ‚riflerin sonuncusu esas alındığında, Turkiye'de adına koy denilen ve imamı bulunan butun yerleşim merkezlerinde cuma namazı kılınabileceği anlaşılmaktadır.
64. Bkz. Mecelle, md. 912, 916, 960 ve bu son maddenin şerhi, Ali Haydar, Durar, c. III, s. 29.
65. İlĂ‚veli Mecmû'a-i Cedîde, s. 48.
66. Omer Nasuhi Bilmen, IstılĂ‚hĂ‚t, c. II, s. 331.
67. Diğer ornekler icin bkz. Dort RisĂ‚le, s. 253 vd.
68. İbn HumĂ‚m, Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 300-301.
69. Serahsî, el-Mebsût, c. X, s. 95; c. XIV, s. 56-59.
70. Fethu'l-Kadîr, c. V, s. 300; Zeyla'î, Nasbu'r-rĂ‚ye, c. IV, s. 44.
71. İbn HumĂ‚m, Fethu'l-Kadîr, c. I, s. 188-189.
72. İbn HumĂ‚m, age., c. II, s. 8; KardĂ‚vî, Fıkhu'z-zekĂ‚t, c. I, s. 398-404.
73. Sindî, HĂ‚şiye alĂ‚ İbn MĂ‚ce, c. II, s. 2, 42.
74. BezzÂziyye, c. VI, s. 310-312.
Kaynak:Prof.Hayrettin KARAMAN


__________________