İş verenin işcilerine cuma namazını kılmak icin izin vermeme yetkisi var mıdır?

İslam hukukunda işci statusu adına daha once bir vesile ile anlattığımız hususu tekrar ele alalım.
İslam hukukunda işci, “ecir–i has” ve “ecir–i muşterek” adı altında iki ayrı kategori icinde değerlendirilir. Ecr–i has, ozel işci diye Turkce’mize aktarılabilir. Bu herhangi bir kişi ya da kuruma, zamanını, mesela; 8 saatini satan insan demektir. Ozel işci bu 8 saatlik zamanını iş sahibine hasretmek zorundadır. İşci bu sure zarfında kendisine hic bir iş yaptırılmasa dahi, anlaşmaya konu olan ucreti almaya hak kazanır.
Ecr–i muşterek ise, halk arasında “goturu” denilen, parca başına iş yapan işci demektir. Mesela; sipariş usulune gore elbise diken terzi, ayakkabı yapan ayakkabıcı ve gunumuz meslekleri icinde TV tamirciliği ve benzeri kişiler muşterek işcidir.
Bu tasnife gore soruda bahsi gecen husus, ecir–i muşterek icin problem değildir. Ecr–i has’a gelince; cuma namazı, vakit namazlarının sadece farzları, hukuk tabiriyle “Allah hakkı” olduğu icin, hic bir işverenin calıştırdığı işcisini bu namazları kılmaktan alıkoymaya hakkı yoktur. Hatta bu, iş sozleşmesine konu bile olmuş olsa, bu şarta uyulmak zorunda değildir. Yani bu durumda anlaşma sahih, şart batıldır. Yalnız hemen ifade edelim ki, bahsini ettiğimiz bu husus sadece farz namazlar icin gecerlidir, nafile namazlar –cinsi ne olursa olsun– bu hukme dahil değildir. Evet, Allah hakkı her şeyin onunde gelir.


İslam’ın noter muessesesine karşı yaklaşımı nedir? Noter’lik caiz midir?

Umumi manada muslumanlık, butun prensipleri, emir ve yasaklarıyla “noter’in yapmış olduğu “tevsk” işini yapmaktadır. Bu acıdan İslamın hakikaten yaşandığı donemlerde bu turlu kurumlara hic ihtiyac duyulmamıştır.
Kur’an, Bakara suresi 282. ayetinde –ki bu Kur’an’ın en uzun ayetidir– borclanmalarda borcun mutlaka kaydedilmesini orada “ktib–i adl”in bulunmasını, alış–veriş yapanların okuma–yazma bilmemesi durumunda velilerinin devreye girmesini, şahid tutulmasını.. ve bir sonraki ayette de yolculuk esnasında yapılan akitlerde nelere dikkat edilmesi gerektiğini uzun uzadıya anlatmaktadır. Ayetin meal–i munifi şoyledir:” Ey iman edenler! Belirlenmiş bir sure icin birbirinize borclandığınız zaman onu yazın. Bir katip onu aranızda adaletle yazsın. Hicbir katip Allah’ın kendisine oğrettiği gibi yazmaktan geri durmasın, ne varsa yazsın. Uzerinde hak olan kimse (borclu)da yazdırsın, Rabbinden korksun ve borcunu asla eksik yazdırmasın. Şayet borclu sefih veya aklı zayıf veya kendisi soyleyip yazdıramayacak durumda ise, velisi adaletle yazdırsın. Erkeklerinizden iki de şahit bulundurun. Eğer iki erkek bulunamazsa rıza gostereceğiniz şahitlerden bir erkek ile–biri yanılırsa diğerinin ona hatırlatması icin– iki kadın olsun. Cağrıldıkları vakit şahitler gelmemezlik etmesin.Buyuk veya kucuk,idesine kadar hicbir şeyi yazmaktan sakın uşenmeyin. Boyle yapmanız Allah nezdinde daha adaletli, şehadet icin daha daha sağlam, şupheye duşmemeniz icin daha uygundur. Ancak aranızda yapıp bitirdiğiniz peşin bir ticaret olursa, bu durum farklıdır. Bu durumda onu yazmamanızda sizin icin bir sakınca yoktur. Alış–veriş yaptığınızda şahit tutun. Ne yazan, ne de şahit zarara uğratılsın. Eğer bunu yaparsanız şuphe yok ki, bu sizin yoldan cıkmanız demektir. Allah’tan korkun. Allah size gerekli olanı oğretiyor. Allah her şeyi bilmektedir.Yolculukta olur da, yazacak kimse bulamazsanız, borca karşı alınmış bir rehin de yeterlidir. Birbirinize bir emanet bırakırsanız, emanet bırakılan kimse emaneti sahibine versin ve Rabbi olan Allah’tan korksun. Şahitliği, bildiklerinizi gizlemeyin. Kim onu gizlerse, bilinki onun kalbi gunahkardır. Allah yapmakta olduklarınızı bilir.”(Bakara,2/282–283)
İslamda teferruat denilebilecek hususların bile guvence altına alındığını bu ayetlerden gormek mumkundur. Mealini verdiğimiz ilk ayetteki “katib–i adl” i ise, gunumuzdeki noter’e benzetebiliriz. Yalnız gunumuzde noter, şahs vasıfları itibariyle mulhid, ataist, fasık, yalancı, ruşvetci.. olabilir. Fakat İslam’a gore boylesi bir vazifeyi ustlenen şahsın tek kelimeyle dil olması gerekir ki, dil olan kimse elbette yalandan, ruşvetten, kufurden uzak olacaktır.
Hasılı; noter muessesesinin İslami hukumlerle catışan bir yanı yoktur. Fakat gerek noterin vasıflarının, gerekse yapılan işlerin İslam genel–gecer prensiplere uygun olması şarttır.


Teheccud namazı kac rekat kılınmalıdır?

Teheccud namazının rekatları hususunda farklı ifadelerin yer aldığı sahih rivayetler vardır. Bu rivayetlerde Allah Resulu’nun 4, 8, 11, 13 rekat teheccud kıldığı anlatılır. İhtimal Nebiler Serveri, bazen 4, bazen 8, bazen de 11 veya 13 rekat kılmış olabilir. (Buhari, Vudu 36, Tefsir 3/18, 19, 20; Muslim, Musafirun 182; Ebu Davud Tetavvu, 26; Nesei, Kıymlleyl, 9; İbn-i Mce, İkame, 181)
Fakat Hanefi mezhebi, 11 rekat rivayeti en kavi rivayet olarak gormuş ve goruşunu bu istikamette belirlemiştir. Buna gore, 11 rekatın 3 rekatı vitir, geriye kalan 8 rekat ise teheccud namazıdır. Dolayısıyla rekat acısından kamil–i mukemmel teheccud namazı kılınacaksa, 8 rekat kılınmalıdır.
Yalnız bu kesin hatlarla yapılmış bir sınırlandırma değildir. Yani farz namazlarda olduğu gibi, 8’den az veya cok olursa, teheccud olmaz denilemez. Bu nafile bir namazdır. Nafilelerde vus’at esastır. Onun icin bir insan teheccud adına kac rekat kılarsa kılsın, o –inşaallah– makbuldur. Ama Allah Resulu, bunu genellikle 8 rekat olarak kılmıştır.
Ote yandan nafile namazlar adına ortaya konulan genel disiplinler de bu konuda cok onemlidir. Mesela; kıraatı uzun tutarak kıyamda uzun durma ve bu suretle kılınacak iki rekatlık namaz, kısa surelerle kılınan 8 rekatlık namazdan daha faziletlidir. Bu sebeple bu konuda mutlak ve objektif değerler ortaya koymak da olabildiğine zordur.
Hasılı, teheccud berzah karanlıklarını aydınlatacak olan bir namazdır. Berzah hayatının aydınlık olmasını isteyenler, bu namazı kac rekat olursa olsun mutlak suretle kılmalıdırlar.

Ne kadar uyku abdesti bozar?

Birşeye dayanarak uyuyan kimse dayandığı şey cekildiğinde duşecek derecede uykuya dalmışsa, abdesti bozulmuş olur. Yanında konuşulanların hicbirinisi veya coğunu duyamıyacak şekilde uyuklayan kimsenin abdesti bozulur. Namaz icinde uyuklamakla da abdest bozulmaz.


Vaktin namazını kılmış biri cemaate uyabilir mi?

Uyabileceği konusunda butun alimler ittifak halindedirler. Peygamberimizin boyleleri hakkında, "bu onun icin cemaat sevabından bir nasiptir" buyurduğu rivayet edilir.

Devletin aldığı vergi, zekat yerine gecer mi? Asr–ı Saadet’te durum nasıldı?

Bilindiği gibi zekat, mukellef olanlardan alınıp Kur’an’ın saydığı 8 sınıfa verilmesi gereken mali bir ibadettir. Dolayısıyla burada zekatın verileceği yerler cok onemlidir. Zira onları Kur’an’ı Kerim’in ozellikle zikrettiğini gormekteyiz.
Efendimiz doneminde zekat iki turlu yerini buluyordu. Birincisi, miller dediğimiz zekat memurları veya mukellef olan teb’a, zekatı beytu’l male getiriyor ve oradan da zikredilen 8 sınıfa devlet eliyle dağıtılıyordu. Yani devlet zekatın toplanıp dağıtımını yapan bir organizator gibiydi. İkinci şekil ise, bizzat amiller, topladıkları zekatı aynı bolgedeki ihtiyac sahiplerine dağıtıyordu.
Bineanaleyh zekatı devlet toplayabilir, bunda herhangi bir şuphe sozkonusu değildir. Devlet burada sadece dağıtım vazifesini yapar. Zaten tuzel kişilik olarak devletin kendisine zekat verilemez. Ama bu, devlet halktan hicbir şey alamaz demek değildir. Zira ihtiyac olduğunda devlet zekatın dışında başka vergi de alabilir. Dolayısıyla devlet bizden vergi alıyor diye zekat vermemezlik edemeyiz. İkisini birbirinden ayırmak gerek.
Ayrıca zekat, musluman olan kimselere verilir. Şayet devleti tuzel kişilik olarak kabul edecek olursak, bu kişiliğin de aynı nitelikte olması gereklidir. Dolayısıyla yeryuzunde fertleri musluman olduğu halde, farklı vasıflara haiz devletler de vardır ki, bunlara verilen şey, zekat değil, vergidir.


Alacağı, zekat yerine saymak caiz midir?

Sorudan anlaşıldığı gibi meselenin iki ayrı yonu var. Bir; borclu belki imkanlarının yetersizliğinden dolayı borcunu odeyemiyor. Bu durumda alacaklı kişiye duşen şey, muruvvetle hareket edip, borcluyu daha fazla sıkıntıya duşurmemektir. Borclunun yapacağı şey de bir an once borcu olan miktarı odeyip kurtulmaktır.
Alacaklı olan şahıs, zekat verirken borclu olanı tercih eder de ona vereyim derse once zekatını verme mukellefiyetini yerine getirir. Sonra da odeme imkanına kavuşan boclu borcunu odemiş olur. Yani temlik ve temelluk işi tamamlandıktan sonra biri zekat farizasını yerine getirmiş, diğeri de borcu olan miktarı odemiş olmaktadır.
Yanlız gunumuzde bazıları temlik–temellukun şekl bir şey olduğunu bu yuzden alacağını silmek ve borcluya bunu bildirmekle de, zekatın verilmiş olacağını soylemektedirler.
Bu şekil muamelede farklı neticeler de cıkabilir. Yukarıdaki şekliyle zekatını alacaklı olduğu şahsa veren kimse, ardından alacaklı olduğu miktarı talep edebilir. Bu cok normaldir. Ancak daha baştan “ben sana şu kadar zekat vereceğim, benim alacağımı ode” şeklindeki muamele ise, caiz olmakla birlikte bir yonuyle hileyi işmam ettiğinden yapılmaması gereken bir davranış olarak bakmak daha doğru olur.
Vermezse zorla alma meselesine gelince, ben alacaklı olduğum kimsenin verme imkanı olduğunu anladığımda onun peşine takılır, carşı–pazarda onu takip eder, hatta gidip evine kapısının onunde oturabilirim. Butun bunlar benim en tabii haklarımdır. Şayet belli bir miad almamışsam gidip elinden de alabilirim. Ancak bunlar muruvvetli insanın yapacağı şeyler değildir. Zira başta da ifade ettiğim gibi esas olan borcluyu sıkıştırmadan, onu daha cok sıkışıklığa duşurmeden, alacaklı olduğu miktarı almaktır. Birincisi, insanın hakkı, ikincisi de, muruvvet meselesidir. Yani illa da ben sıkıştıracağım diyen birisi gider zorla da olsa alacağını alır, ama muruvvetli insan da kendine duşeni yapar.
__________________