Bir insan, Allah’ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hicbir şey duşunmuyorsa, ona ‘’rıza insanı’’ veya ‘’rıza eri’’ denebilir. Eğer sen, Allah’a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, surekli O’nun hoşnutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gercekten inanmışsan, imanın va’d ettiği şeyler karşısında lÂkayt kalamazsın. Cunku iman ebedî saadet va’d ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kainatı dahi aydınlatıp sebeb-i hilkatini okutturarak insanı dunyada vahşetten, otede de zulumat-ı ebedîyeden kurtarıyor. Yirmiucuncu Soz’de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yuzu aydınlanıyor. İman sayesinde, kÂinat bir gunduz rengini alıyor, nur-u İlÂhî ile doluyor. Gecmiş, buyuk bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin her bir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri haline geliyor. Fırtına, zelzele ve tÂun gibi hadiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta, olum bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak goruluyor. Evet, ahiretin aydınlanması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vabestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. CenÂb-ı Hakk’ın cemÂl-i bÂkemÂlini gormeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanıyorsan, ebedî azaptan kurtulup gonlunce yaşamanın Cennette olacağına imanın varsa, kendi cevrene karşı nasıl lÂkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, yakınları, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber cay ictiğin kimseler… nasıl lÂkayt kalırsın onların akıbetine…

Evet, Peygamberlikteki derinlik de bu noktadır. Defaatle arz etmişimdir bunu; Abdulkuddus Hazretleri diyor ki: ’’ Hazreti Muhammed(sallallÂhu aleyhi ve sellem) Mirac’da gokler otesi alemlere gitti, Sidretu’l-MuntehÂya ulaştı, CenÂb-ı Allah’la konuştu. Fakat, Cennetin cÂzibedar guzellikleri O’nun başını donduremedi, bakışlarını bulandıramadı. Dondu, ummetinin arasına geri geldi. Allah’a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye donmezdim!..’’ Onun bu sozlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; ‘’İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri surekli O’na doğru gidiyor; vuslat peşinde, uns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah’la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekce koyuyor; fakat, Hazreti MevlÂn ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet icinde donduruyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duygularını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor.’’ İşte peygamberÂne tavır, peygamberÂne azim budur; peygamber enginliği, peygamberÂne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir. Bu acıdan, Allah’a, ahirete inanan bir insan, i’lÂ-yı kelimetullah vazifesinden mustağni kalamaz; gercekten yurekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gonlunden, kafasından cıkaramaz.

Mefhumu muhalifiyle meseleye şoyle de yaklaşılabilir; bir insan inandım dediği halde, inandığı esasları, sistemi, duşunceyi, kendi kultur kaynaklarından nebeÂn eden değerleri başkalarına duyurma cehd, gayret ve iştiyakından mahrumsa, onun iman problemi var demektir. Tebliğ ve temsil aşk u iştiyakından, i’lÂ-yı kelimetullah arzusundan ve irşad sevdasından yoksun oluşu, onun imanında da bir problem bulunduğunu gosterir.. obur tarafı, bilmesi gerektiği gibi bilememiş, oteki Âlemin vad ettiklerine tam inanamamış demektir. Oteye gercekten inanmışsan, kabir hayatına, mahşere, sorgu-suale, sırata, Cennet nimetlerine, Cehennem azabına imanın varsa, sen nasıl annenin, babanın elinden tutmayı duşunmezsin?.. Nasıl sevdiğin insanların akıbeti ve kurtuluşu hususunda endişeye duşmezsin?.. Ve ebedi husran ateşini gorduğun halde nasıl olur da bir itfaiyeci gibi elinde iman tulumbacığınla alevleri sondurmeye koşmazsın!. Hayır hayır.. inanıyorsan lÂkayt kalamazsın!...

HavÂrîlerdeki tebliğ aşk u iştiyakı o imandan kaynaklanıyordu; Sahabedeki enginlik o itikattan, imandaki derinlikten nebeÂn ediyordu. Hazreti Bedîuzzaman ve onun ilk talebelerindeki şuur, imanın iclerinde tutuşturduğu korun tezahuruydu. İman gonullerinde oyle bir kora donuşmuştu ki, hapishaneleri, luks otel koşelerine tercih ediyor, insanların ebedi saadet-i icin dunya mahrumiyetlerine seve seve katlanıyorlardı. Dinleyin merhum Zubeyr Gunduzalp’i, ne diyor: ’’ Eğer Ustadımız, talebelerine musibet zamanında sabır, tahammul ve itidal telkin etmemiş olsaydı; ona hurmetkÂr binlerce talebe, Afyon tepelerine kuracakları cadırlar icerisinde, mahkemenin beraat kararını bekleyeceklerdi… Biz, iman ve İslÂmiyet hizmeti uğrunda zÂlimlerin zulmune mÂruz kaldığımız vakit, hapishane koşelerinde veya darağaclarında olmeyi, istirahat doşeğindeki olume tercih ederiz. Gorunuşu hurriyet, hakikati istibdad-ı mutlak olan bir esaret icinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’Âniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehit olmayı buyuk bir lûtf-u İlÂhî biliriz.’’ Evet, onlar yurukten bağlanmışlardı İ’lÂ-yı kelimetullah’a ve insanlığın kurtuluşunu onda goruyorlardı.

Ayrıca şu meseleyi de acıklamanın zarurî olduğuna inanıyorum: Bazı donemlerde devlet, sistemini o yuce gayeye gore kurar; planını, projesini tamamlar, o vazife icin tahsis ettiği insanlarla dinin i’lası icin gayret eder. Fakat bunu da bir dayatmayla değil, bir yonuyle empoze etmekle değil, dinin guzelliklerini sergilemek ve gonullere girmekle yapar. Hicbir devletin diğer bir devlete ‘’ille de bunu alacaksınız, ille de medenî olacaksınız ya da medeniyeti şu şekilde anlayacaksınız, ille demokrasiyi boyle yorumlayacaksınız’’ şeklinde baskılar kurmaya ve istediğini kaba kuvvete başvurarak almaya hakkı yoktur. Bir başka ulkeye demokratlaştırmak,-kendi anlayışına gore- medenileştirmek kimsenin vazifesi değildir. Cunku bu mulahaza her zaman su-i isti’mallere, haksızlıklara acıktır; her zaman baskı ve dayatma vesilesi yapılabilir ve her zaman bazı insanların haysiyetiyle, şerefiyle, onuruyla, milli birlikleriyle, kendi iktidarlarıyla oynamaya sebep olabilir. Evet bu tur baskı ve zulumlere başvurulamaz dinin anlatılması icin. Siz medeniyetinize, dininize, kendi değerlerinize ait guzellikleri Âdet bir panayırda, bir sergide teşhir ediyor gibi sergilersiniz ve bu sergilemeyi de hususiyle tavırlarınızla, davranışlarınızla, ahlakınızla yaparsınız. Başkaları koşup gelir sizin serginize ve beğenen alır guzelliklerinizi. Ne guzel der Alvar İmamı, ‘’Tevhid Guneşi doğmuş; yağmadır, alan alsın!’’ Evet, İslÂm guneşi doğmuş, yağmadır, alan alsın… İman guneşi zuhur etmiş, yağmadır, alan alsın… İşte, devlet, semÂda markalanmış, kudsiyeti damgalanmış bu dini, baskılara, dayatmalara tenezzul etmeden, işe ‘’kaba kuvvet teroru’’nu karıştırmadan başkalarına da anlatır, dunyanın her tarafına yayarsa, oyle bir donemde i’lÂ-yı kelimetullah bir farz-ı kifÂye haline gelir. Yani, fertler o vazifeyle tÂlî dereceden sorumludur. Fert, namazını kılar, orucunu tutar, zekÂtına verir.. bunlar birer farz-ı ayndır, herkesin mutlaka eda etmesi gereken ferdî mukellefiyetlerdir; onların yanında emr-i bi’l ma’ruf, nehy-i ani’l munker (iyiliği emredip kotulukten alıkoyma) gibi bir yolla i’lÂ-yı kelimetullah yaparsa bir farz sevabı kazanır; ama yapmazsa gunaha girmiş olmaz.

Fakat, bir donemde devlet boyunduruğu yere koyarsa, i’lÂ-yı kelimetullah vazifesini eda etmezse, o zaman her fert o vazifeden sorumlu olur; o vazife, bir farz-ı ayn hÂline gelir. Hatta, devlet birkac muessesesiyle o vazifenin kıyısından koşesinden tutsa bile onun hakkı tam verilemiyorsa, o zaman da bir seferberlik anı gibi o vazife herkese terettup eder. Mesela, gunumuzde olduğu gibi, din terorle beraber zikredilir olmuşsa, din adına canlı bombalar patlatılıyor ve boylece İslÂm’ın dırahşan cehresi karartılıyorsa... din bombaların, cinayetlerin golgesinde anlatılıyor ve dolayısıyla terorle muşterek mutÂlÂa ediliyorsa, -Onun tertemiz yuzunu kana bulayanlar yerin dibine batsın.- boyle bir donemde, doğruyu doğru uslupla ve meşru yollarla anlatmak farz-ı ayn gibi olur.


__________________