Dorduncusu; Hak dostları, hamd hĂ‚linde olurlar, devamlı CenĂ‚b-ı Hakkʼın ilĂ‚hî azametini tefekkur hĂ‚linde olurlar.

CenĂ‚b-ı Hak nasıl bir gonul istiyor bizden?

“…Onlar, ayaktayken, otururlarken, yanları uzerindeyken (her vakitte) AllĂ‚hʼı zikrederler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191)

AlÂmeti:

“…Goklerin ve yerin yaratılışını derinden derine duşunurler…” (Âl-i İmrĂ‚n, 191) Sonsuz bir azamet. İlĂ‚hî nakışlar.

“…YĂ‚ Rabbi! Sen bunları boşuna yaratmadın. Bizi Cehennem azĂ‚bından koru! Senʼi tesbîh ederiz.” derler. (Bkz. Âl-i İmrĂ‚n, 191)

Bizden de CenĂ‚b-ı Hak boyle bir gonle sahip olmamızı arzu ediyor. Gonlumuz başka şeyle meşgul olmayacak.

Onlarda -beşinci madde- hevĂ‚ heveslerine tĂ‚bî olmayı, onlar tamamen terk etmişlerdir; ilĂ‚hî muhabbet, onları bitirmiştir. Butun gĂ‚ye; “illĂ‚llah” ancak Allah, ancak Allah Rasûlu… CenĂ‚b-ı Hak ne buyuruyor:

“Peygamberʼin yanında bulunanlar.” Fetih Sûresiʼnde:

يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنَ اللّٰهِ وَرِضْوَانًا

“…Onlar, Allahʼtan lûtuf ve Allahʼtan rızĂ‚ isterler…” (el-Fetih, 29)

Demek ki bir muʼmin; Hak dostlarının kalbi nasıl? Ne istiyor CenĂ‚b-ı Hakʼtan? Mal-mulk, vs. şu bu mu? Değil. Ne istiyor? AllĂ‚hʼın rızĂ‚sını istiyor, lûtuf istiyor. Onlar dĂ‚imĂ‚ duĂ‚ eder:

“YĂ‚ Rabbi! Hislerimizi, duygularımızı, niyetlerimizi, rızĂ‚-yı şerîfinle teʼlif eyle.” diye duĂ‚ ederler onlar.

Mesnevîʼde bir hikĂ‚ye var. Bu hikĂ‚ye de… MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri bazı şeyleri bir hikĂ‚yeye cevirirdi. Cunku mucerredi zihnin kavraması zordur. Onu muşahhas hĂ‚le getirirdi. Mesnevîʼde hikĂ‚ye şu şekilde, yani kıssadan hisse olması icin:

Hazret-i ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- hızlı hızlı koşuyor. Arkasından birisi diyor ki:

“‒YĂ‚ ÎsĂ‚! (Diyor.) Niye kendini yoruyorsun? (Diyor.) Kimden kacıyorsun?” (Diyor.) Arkanda aslanlar, kaplanlar mı var? (Diyor.) Yırtıcı bir mahlûkat mı var? (Diyor.) Kimden kacıyorsun?” diyor.

ÎsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m-:

“‒Bırak (diyor), bırak (diyor), yakamı kurtarayım” diyor.

“‒YĂ‚hu (diyor), sen kimden yakanı kurtaracaksın?! (Diyor.) Sen (diyor), oluyu dirilten sen değil misin? (Diyor.) ÂmĂ‚ya goz veren sen değil misin? (Diyor.) Kimden korkuyorsun?” diyor.

“‒Ben (diyor), ahmaktan korkuyorum (diyor). Onun icin ahmaktan kacıyorum.” diyor.

“‒Peki (diyor), yĂ‚ ÎsĂ‚ (diyor), sen (diyor) oluye okudun dirildi (diyor), Ă‚mĂ‚ya okudun (diyor) gozu gordu (diyor). Ahmağa da okusana.” diyor.

“‒YĂ‚hu (diyor), ahmağa bin sefer okudum (diyor). Yine (diyor), hicbir şey fayda etmedi.” diyor.

Kim o?

Dunya nedir? Bir damla. Âhiret nedir? Sonsuzluk. Sonsuzluğu bir damlayla değiştirenler.

Ne buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak:

اِلَّا عَشِيَّةً اَوْ ضُحٰیهَا

(“…Sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar.” [en-NĂ‚ziĂ‚t, 46])

O kıyĂ‚met gununden dunyaya baktığımız zaman, bir havanın loş karanlığı veyahut da bir seher vakti kadar, o kadar kısa gorunecek.

Âhiret ne kadar? Sonsuz. Ucu-bucağı yok.

Bir defa kabir bile ne kadar? TĂ‚ kıyamete kadar. Bilemiyoruz, ne kadar, kac sene kalacağız orada? Nelerle karşılaşacağız? Fakat orada amellerimizle karşılaşacağız?

Bir hadîsi var Rasûlullah Efendimizʼin hadîs-i şerîfi var. İşte Munker-Nekir, sĂ‚lih kimseye sorar. O sĂ‚lih kimse cevabını verir. Orada guzel bir siluet gorur.

“‒Sen kimsin?” der, o siluete.

“‒Ben senin dunyadayken namaz, abdest, oruc vs. guzel ahlĂ‚k, muĂ‚şeretin vesĂ‚irenim. Allah, beni senin yanına arkadaş olarak gonderdi.”

O kişi de sevinir.

Yine hadîs-i şerîfte:

“İki tane pencere acılır ona; bir Cennetʼten, bir Cehennemʼden. Ona denir ki:

«Sen dunyadayken Cennetʼi istedin.» denir. O kişi de kabirde ferahlar.

Diğer; fĂ‚sık, mucrim… O da doğru-durust Munker-Nekirʼe cevap veremez. Onun da cirkin, iğrenc bir siluet gelir yanına:

«‒Benim bu zor zamanımda sen de kimsin, nereden cıktın?!» der.

O da der ki:

«‒Senin dunyadaki kotu amellerinim (der). Allah onu muşahhas hĂ‚le getirdi, ben senin yanında olacağım.» der.

Ona da iki pencere acılır Cennet ve Cehennemʼden.

«Sen dunyadayken Cehennemʼi istedin.» denir ona.” (Benzer rivĂ‚yetler icin bkz. İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 32. Ayrıca bkz. BuhĂ‚rî, CenĂ‚iz, 68, 87; Muslim, Cennet, 70; Ahmed, VI, 352. Krş. Heysemî, III, 51-52)

Allah korusun!

VelhĂ‚sıl, omrumuz, ne kadar nefesimiz var, bilemiyoruz.

HattĂ‚, GazĂ‚lî Hazretleri diyor ki:

“Arkadaş (diyor), bugun kendini olmuş bil. Bugun sen oldun (diyor). Ne kadar eyvah, vah vah, keşke diyeceksin (diyor). Onun icin (diyor), bundan sonraki hayatını AllĂ‚h’ın bir nîmeti, lûtfu olarak bil. Ona gore tanzim et.” buyuruyor.

CenĂ‚b-ı Hak yine MunĂ‚fikûn Sûresi’nde son nefes Ă‚nımızı bildiriyor:

“Olum Ă‚nı gelir de (Ă‚yet-i kerîmede) «YĂ‚ Rabbi! (Biraz genişletsen, biraz imkĂ‚nı artırsan, biraz daha) az bir şey daha yaşasam da sadaka versem (hayır-hasenat yapsam) ve sĂ‚lihlerden (AllĂ‚h’ın guzel kullarından olsam) demeden evvel…” (el-MunĂ‚fikûn, 10) buyuruyor.

“…Herkes (buyuruyor Rasûlullah Efendimiz) pişmanlıkla olecek. SĂ‚lih kimseler bile pişmanlıkla olecek. Keşke daha oteye doğru mesafe alsaydım diye…” (Bkz. Tirmizî, Zuhd, 59)

Altıncısı:

Onlar kendi benliklerinden gecerek ilĂ‚hî muhabbetlerde fĂ‚nî olmuşlardır.

MeselĂ‚ İbrahim -aleyhisselĂ‚m-’da mal vardı, malından vazgecti. Onu Hak yolunda fedĂ‚ etti. MukĂ‚bilinde, malı kendisi icin bir “Halil İbrahim bereketi” oldu. HĂ‚lĂ‚ sofralarda “Halil İbrahim bereketi olsun” denir.

Canından vazgecti. Tevhîdi korumak icin Nemrud’un ateşine girmeye rĂ‚zı oldu. CenĂ‚b-ı Hak onun canına bir can kattı. Ateş, gulistana dondu. Neticede “Halillik/dostluk” makamına yukseldi.

EvlĂ‚dını kurban etmesi emredildi. Onu kurban etmeye hazırlanırken, Rabbimiz onu kestirmedi, koc indirdi. O İsmail -aleyhisselĂ‚m-’ı da peygamber eyledi. Onun silsilesinden de Rasûlullah Efendimiz’i dunyaya getirdi.

Hep bunlar nedir? Muhabbet, fedakĂ‚rlığı getirir. FedakĂ‚rlığın neticesinde rahmet tecellîleri olur.

İbrahim -aleyhisselĂ‚m-, ona CenĂ‚b-ı Hakk’ın mĂ‚rifetullahtan bir derinlik veriliyor. Oyle bir hĂ‚l oluyor ki, bu, dostluğun neticesinde o tecellîlere mazhar oluyor:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.

“YĂ‚ Rabbi! İnsanları yarattığın gun beni mahcup etme.” (Bkz. eş-ŞuarĂ‚, 87) buyuruyor. Kullukta Ă‚ciz kaldım, buyuruyor.

Yani kendimizle bir şey yapmamız lĂ‚zım. Bu neye benziyor, bu, AllĂ‚h’a kendisini kulun adaması, butun nefsĂ‚nî arzulardan vazgecmesi?

MeselĂ‚ Sakarya Nehri Karadeniz’e dokulduğu zaman, artık o Karadeniz’dir, Sakaryalığı kaybolmuştur. Yediğimiz ekmek, lokma; yedikten sonra artık o bizim bunyemizin parcası olmuştur. İşte:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

“Nefsini bilen, CenĂ‚b-ı Hakk’ı bilir.”

Bizi bir hicten bizi yarattı. İnsan olarak yarattı. Diğer mahlûkat olarak da gelebilirdik. En buyuk Peygamber’e bizi ummet kıldı. Bunun nasıl? Elhamdu lillĂ‚h bir ezan sesiyle dolu bir vatanın icindeyiz. Ust uste nîmetler. Sayamazsınız buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak nîmetleri. (Bkz. İbrahim, 34)

Her nîmet ayrı ayrı bir guzellik. Ver gozunu, al dunyayı deseler en basiti, kim değişir?

BĂ‚yezîd-i BistĂ‚mî Hazretleri’nin guzel bir şeyi var:

“Dunya ehli icin dunya, aldanış icinde aldanıştır. Âhiret ehli icin, sĂ‚dık kullar icin bu dunya, surur icinde sururdur.”

En buyuk surur nedir? CenĂ‚b-ı Hak’la;

اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُ

(“…Bilesiniz ki, kalpler ancak AllĂ‚hʼı anmakla mutmain olur (huzura kavuşur).” [er-Ra‘d, 28])

CenĂ‚b-ı Hak’la beraber olabilmek. Her gorduğun manzarada CenĂ‚b-ı Hak’la kalbin buluşması. “Aman yĂ‚ Rabbi!..”

Yine buyuruyor:

“AllĂ‚h’a muhabbet ise nurdan bir surur, nur ustune nurdur.” buyuruyor.

Hak dostları, kendilerine verilen her nîmeti Ă‚hiret sermĂ‚yesi hĂ‚line getirirler; her nîmeti.

CenĂ‚b-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 111. Ă‚yetinde:

“Allah mu’minlerden canlarını, mallarını, kendilerine verilecek Cennet karşılığında satın almıştır…” buyuruyor.

İşte ashĂ‚b-ı kirĂ‚m boyleydi. Yani mal, can; hepsi bir fedĂ‚-yı can hĂ‚lindeydi. “YĂ‚ RasûlĂ‚llah! Emret!” diyordu. “Canım fedĂ‚ olsun.” diyordu. “Malım da oyle…”

Bir mu’minin merhamet yoksunu olması duşunulemez. Acların, muhtacların, hastaların, gariplerin, yetim, oksuz, muhĂ‚cirlerin… CenĂ‚b-ı Hak bize iki bucuk milyon Tanrı misafiri gonderdi. Onların sesli-sessiz feryatlarına bîgĂ‚ne kalamaz.

İslĂ‚m; nĂ‚dan, kendini duşunen insan istemiyor. DiğergĂ‚m insan istiyor. DiğergĂ‚m insanda bir vicdan seferberliği olur. CenĂ‚b-ı Hak bir kudsî hadiste, kuluna soracak kıyĂ‚met gunu:

“‒Ey Âdemoğlu! (Diyecek.) Ben actım Ben’i doyurmadın (diyecek). Ben susuzdum, Bana su vermedin.” diyecek.

VelhĂ‚sıl onu, yani bir zorluğu bildiriyor. Kul da:

“‒YĂ‚ Rabbi! Sen kĂ‚inĂ‚tı halkeden Sen, her şeyden mustağnîsin.” deyince:

“‒Sen o ac kulumu doyursaydın, susuz kulumun yanında olsaydın, hasta kulumu ziyaret etseydin, onun yanında Ben’i bulacaktın.” (Bkz. Muslim, Birr, 43)

CenĂ‚b-ı Hak:

تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ (“…Asla zarar etmeyecek bir ticaret…” [FĂ‚tır, 29]) buyuruyor.

Kimler onlar?

“يَتْلُونَ: Kur’Ă‚n’ı tilĂ‚vet eden (yaşayanlar, yaşatan)lar.

Namazlarını (kalp ve beden Ă‚hengiyle) kılarlar.

AllĂ‚h’ın verdiği nîmetleri alenî (mecburiyet varsa) ve gizli, infak ederler. تِجَارَةً لَنْ تَبُورَ; umulur ki bunlar kurtuluştadır.” (Bkz. FĂ‚tır, 29)

VelhĂ‚sıl bir mu’minin lugatinde “hayır” yok, olmayacak.

Ne buyuruyor CenĂ‚b-ı Hak İsrĂ‚ Sûresi’nde:

قَوْلًا مَيْسُورًا

Hicbir ikramda bulunacak hicbir imkĂ‚nın yoksa onu bir tesellî edeceksin, bir onun gonlunu ferahlatacak…

قَوْلًا مَيْسُورًا

“…Ona guzel bir soz soyleyeceksin.” (Bkz. el-İsrĂ‚, 28)

MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- bir gun:

“YĂ‚ Rabbi! Sen’i nerede bulayım, nerede arıyayım?” dedi.

CenĂ‚b-ı Hak buyurdu ki:

“‒Ben’i kalbi kırıkların yanında ara, Ben’i orada bul.” buyurdu.

Yani insan, hayvan, nebĂ‚tat, hattĂ‚ cemĂ‚dat (cansız denilen varlıklar) dahî, merhamete muhtac.

Bugun goruyoruz, savaşlarda ne oluyor Sûriye’de, Irak’ta? Cocuklar oluyor, kadınlar oluyor, yaşlılar oluyor. Hastalar hunharca katlediliyor. Bu, İslĂ‚m’da var mı boyle bir şey? Bir muslumanın buna vicdanı elverir mi?

Efendimiz dĂ‚imĂ‚, gazveler mecburiyet tahtında yapılırdı. Bir zulmu kaldırmak icin yapılırdı. Efendimiz orduları gonderirken de, askerleri gonderirken de:

“Kadınlara dokunmayın, hastalara dokunmayın, cocuklara dokunmayın, ağaclara dokunmayın, hayvanlara dokunmayın. Size mukĂ‚vemet gostermeyenlere dokunmayın, ibadet hĂ‚linde olan, manastırlarda olana dokunmayın.” buyururdu. (Benzeri rivĂ‚yet icin bkz. Beyhakî, es-Sunenu’l-KubrĂ‚, IX, 85; Ali el-Muttakî, Kenz, no: 30268; İbnu’l-Esîr, el-KĂ‚mil, II, 196)

Yani İslĂ‚m, bir savaşta bile bir merhamet tevzii hĂ‚lindeydi.

Şu kĂ‚inatta, gorduğumuz şu cihanda, tabiat, şu guzellikler, ağaclar… Bunların hepsi bir, AllĂ‚h’ın lûtfu.

Bir duşuneceğiz:

Şu dunyayı CenĂ‚b-ı Hak ağacsız olarak yaratsaydı diğer gezegenler gibi, ne kadar kuru olurdu.

Demek ki mu’min, tabiata, nebĂ‚tĂ‚ta, hayvanĂ‚ta zarar vermemekle mukellef. Onları korumakla mukellef.

Yine Efendimiz buyuruyor:

“Vaktiyle bir kişi yolda giderken cok susadı. Bir kuyu buldu. İcine indi. Su icti ve dışarı cıktı. Bir de ne gorsun: Bir kopek, diliyle karış karış yalıyor, susuzluktan nemli toprağı yalayıp duruyordu. O kişi kendi kendine dedi ki (cok ibretli):

«‒Bu kopek de tıpkı benim gibi cok susamış.» Bir vicdan muhasebesine girdi. Hemen kuyuya indi. (Eliyle cıkaracak bir şey de yok. Ayakkabısını cıkardı.) Ayakkabısına suyu doldurdu. O şekilde o hayvanı suladı. Allah TeĂ‚lĂ‚ ondan rĂ‚zı oldu, affetti.” (BuhĂ‚rî, Şurb, 9; Muslim, SelĂ‚m, 153)

AllĂ‚h’ın rızĂ‚sı bazen kucuk, bazen orta, bazen buyuk (bir şeyde tecellî edebilir). Kahrı da oyle.

Bir Mudar Kabîlesi geldi. Efendimiz bir gordu Mudar Kabîlesi’ni, uzuldu. Rengi kirec gibi oldu. Perişan bir kabîleydi, yarı cıplak.

“‒BilĂ‚l! Ezan oku.” dedi.

BilĂ‚l -radıyallĂ‚hu anh- ezan okudu. Cemaat toplandı. İki rekĂ‚t bir namaz kıldırdı Efendimiz.

“‒Kimin, neyi varsa getirsin.” buyurdu.

Kimi bir cuvala doldurarak getirdi. Kimi elinde şu kadar, evinde arpa var, arpayı avucuna koyarak getirdi. Efendimiz’in o bembeyaz olan o şeyi, benzi, pembeleşti, tebessum etmeye başladı. (Bkz. Muslim, ZekĂ‚t, 69)

Demek ki Efendimiz ummetini ne kadar cok seviyor. Ummetinin bir ıztırap cekmesini istemiyor. Onun icin mu’min, corak insan değil, rahmet insanı olacak. Yağmur gibi her yerde hayat verecek. Guneş gibi en kuytu yerleri aydınlatacak. VelhĂ‚sıl; insan, hayvan, nebĂ‚tat onunla hayat bulacak. Bir mu’minin vasfı bu olacak…

Osman Nuri Topbaş

__________________