Efendim! Okunan “HÂ mîm.” CÂsiye Sûresi’nin birinci sayfası okundu, 13. Âyete kadar.

Hurûf-i mukattaalar vardır. Elif lÂm mîm, HÂ mîm vs. Bu, 9 sûrede, başında bu harfler vardır. Bu harfler, Kur’Ân-ı Kerîm’in AllÂh’ın kelÂmı olduğuna inanmayanlara meydan okumak icin bazı sûrelerin başlarına getirilmiştir.

Yani; “İşte bu Kur’Ân-ı Kerîm bu harflerden meydana gelmiştir. Toplanın, bir Kur’Ân-ı Kerîm’in bir benzerini meydana getirin!..”

Âyet-i kerîmede CenÂb-ı Hak; “butun ins ve cin topluluğu, birleşin, bir benzerini meydana getirin, eğer kabul etmiyorsanız AllÂh’ın kelÂmı olduğunu.” (Bkz. Bakara 23; el-İsrÂ, 88; el-Kasas, 49-50; Hûd, 13; Yûnus, 38) Buna hic cevap gelmedi.

Edebiyat fuarları yapılırdı. Kur’Ân Âyetleri inince edebiyat fuarları kapandı, sıfırlandı. ŞÃ‚irler birleşip bir benzerini yazalım diye bir teşebbus etmediler. Sade rahatları bozuldu. Ondan istemediler. Niye rahatları bozuldu?

عَنِ النَّبَاِ الْعَظِيمِ

(“Buyuk haberden.” [en-Nebe, 2])

Bir Âhiret haberi geldi. Daha evvel bir Âhiret haberi yoktu. İstedikleri gibi ten plÂnında yaşıyorlardı.

Sonra CenÂb-ı Hak daha da kısalttı;

“On sûre meydana getirin o zaman (dedi) bir şupheniz varsa.” (Bkz. Hûd, 13) Bir deneyin kendinizi. Ona da bir cevap gelmedi.

“Bir tek sûre meydana getirin.” (Bkz. el-Bakara, 23; Yûnus, 38)

Ona da bir cevap gelmedi.

“O zaman bir benzerini meydana getirin.” (Bkz. el-İsrÂ, 88)

Ona da bir cevap yok.

Yani Kur’Ân-ı Kerîm ilÂhî bir mûcize. Rasûlullah Efendimiz buyuruyor ki “…Benim mûcizem de Kur’Ân-ı Kerîm’dir…” buyuruyor. (BuhÂrî, İ’tisÂm, 1)

Diğer bir ifade de bu, hurûf-i mukattaa dediğimiz bu harfler, CenÂb-ı Hak’la Rasûlullah Efendimiz arasında şifre, bir sır. Sır, insanlara acılmıyor.

Rasûlullah Efendimiz buyuruyor:

“Benim bildiklerimi bilseydiniz, yemezdiniz, icmezdiniz, cok ağlardınız, sahralara duşerdiniz. BelÂların def’i icin AllÂh’a yalvar yakar olurdunuz.” (Bkz. İbn-i MÂce, Zudh, 19)

Cok yalvarırdınız. Ondan sonraki Âyet, 2. Âyet, CenÂb-ı Hak:

تَنْزِيلُ الْكِتَابِ مِنَ اللّٰهِ الْعَزِيزِ الْحَكِيمِ

“Kitap (yani Kur’Ân-ı Kerîm) Azîz ve Hakîm olan Allah tarafından indirilmiştir.” (el-CÂsiye, 2)

CenÂb-ı Hak azîzdir. O’na karşı gelen herkes mağlup olacak. CenÂb-ı Hak nûrunu tamamlayacak. KıyÂmete kadar Kur’Ân-ı Kerîm devam edecek. Bu hizmete vasıta olanlara ne mutlu!

“Ve AllÂh’ın azÂbından kacamayacaklardır.”

Hakîmdir, yani hikmeti halkeden CenÂb-ı Hak. Hikmeti ancak kendine yakın kullarına hikmeti ihsan ediyor. Hikmet, akılla cozulecek bir hÂdise değil, kalple cozulecek hÂdise. Yani eşyanın, hÂdisÂtın, vukuÂtın sırrî tarafı olmuş oluyor.

Hazret-i MevlÂn buyuruyor ki:

“Kur’Ân-ı Kerîm’i saf ve berrak bir kalple okuyabilirseniz, ancak o zaman Kur’Ân-ı Kerîm’in ibret, hikmet ve sırları sizin kalbinizde tecellî eder.”

Yani

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ زَكّٰیهَا

(“(Nefsini) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [eş-Şems, 9]) okunan Âyette, Veşşemsi’de.

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

(“(Nefsini kotuluklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lÂ, 14]) A‘l Sûresi’nde.

Demek ki ic, gonul temizliği varsa, Kur’Ân-ı Kerîm o kadar hikmet, sır ve hikmetleri, sırları, okuyana acmış oluyor. Yani herkes aynı rahle başında oturuyor, kalbinin durumuna gore Kur’Ân-ı Kerîm ona tecellî ediyor.

Yine MevlÂn Hazretleri bu sır ve hikmet bakımından:

“Bu Kur’Ân-ı Kerîm’in (diyor), zÂhirini bir okka murekkeple yazmak mumkundur (diyor). Fakat ihtiv ettiği sırları ifade sadedinde sahilsiz deryalar murekkep, yeryuzundeki butun ağaclar da kalem olsa yine de kifÂyet etmez.”

Zira CenÂb-ı Hak Kehf Sûresi’nin son Âyetlerinde bunu bize bildiriyor:

“(Ağaclar kalem olsa), denizler murekkep olsa, misli olsa (yine AllÂh’ın kelimeleri bitmez) onlar tukenir, yine AllÂh’ın kelimeleri bitmez.” (Bkz. el-Kehf, 109)

Nasıl ki cicekler havaya muhtac, suya muhtac, toprağa muhtac, ışığa muhtacsa insan da tefekkurunu geliştirebilmesi icin, bir tefekkurunde bir derinlik kazanabilmesi icin “takv”ya muhtac.

Takv nedir?

NefsÂnî arzuları bertaraf etme, kalbî merhaleler kazanabilme, kendimizi ilÂhî muşahedenin, ilÂhî kameranın altında olduğumuzu idrak hÂlinde olabilmemiz.

CenÂb-ı Hak buyuruyor:

وَهُوَ مَعَكُمْ اَيْنَ مَا كُنْتُمْ

“Nereye gitseniz, Allah sizinle beraberdir.” (Bkz. el-Hadîd, 4)

Bunu bir idrak hÂline gelebilmemiz. Takv bu. Yani nasıl bizim arkamızda bir kamera devamlı dolaştırsalar, her hÂlimiz kameraya alınsa, biz nasıl, “aman insanlar ayıplar, beni bu hÂlde gormesinler” cok dikkatli davranırız, fakat CenÂb-ı Hak devamlı, butun mahlûkÂtı; insan, hayvan, nebatat, melek, cin vs. balıklar, ne varsa hepsinin aynı zamanda yanında. Cunku zaman-mekÂn yok. CenÂb-ı Hak “muhÂlefetun li’l-havÂdis” yarattıklarına benzememe sırrı var.

Yine CenÂb-ı Hak Kur’Ân-ı Kerîm icin:

ذٰلِكَ الْكِتَابُ لَا رَيْبَ فِيهِ هُدًى لِلْمُتَّقِينَ

“O kitap (Kur’Ân-ı Kerîm) onda asla asla şuphe yoktur (hak kitap olduğuna dair). O, muttakîler icin (takv sahipleri icin Kur’Ân-ı Kerîm) bir rehberdir.” (el-Bakara, 2)

Herkes icin değil, takv sahipleri icin bir rehber.

Yine CenÂb-ı Hak:

“Kur’Ân-ı Kerîm’den oyle bir şey indiriyoruz ki…” (el-İsrÂ, 82)

وَنُنَزِّلُ مِنَ الْقُرْاٰنِ مَا هُوَ شِفَاءٌ وَرَحْمَةٌ لِلْمُؤْمِنِينَ

(“Biz, Kur’Ânʼdan oyle bir şey indiriyoruz ki o, muʼminler icin şifa ve rahmettir…” (el-İsrÂ, 82])

Kur’Ân-ı Kerîm şifa ve rahmettir. Demek ki kalp ne kadar kalp terakkî ederse o kadar Kur’Ân-ı Kerîm şifa ve rahmet olmuş oluyor.

Kur’Ân-ı Kerîm’in kıraati muhim. Yaşanması muhim; emirler, nehiyler. Bir de Kur’Ân ahlÂkıyla ahlÂklanma…

Onun icin Kur’Ân-ı Kerîm gercek mÂnÂda, gozle okunduğu gibi kalple de okunacak. AshÂb-ı kirÂm hep bunun derdindeydi. Bir Âyet indiği zaman; “Biz gokten bir sofra indi kabul ederdik, nasıl Allah rızÂsını tahsil edeceğiz, onun gayreti icinde olurduk.” buyuruyor.

Bir rivÂyet yine kalbin durumuna gore:

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh-’a bir garip geliyor, bir fakir geliyor:

“–YÂ Halîfe! (Diyor.) Ben cok muşkul durumdayım (diyor). Bir (diyor), fakirlikten, gariplikten bir caresizim (diyor). Ne olursun bana bir şeyler ver (diyor). Beni kurtar.” diyor.

O anda Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh-’ın verecek hicbir şeyi yok. Şoyle bir kum alıyor. Okuyor, ufluyor:

“–Ac elini.” diyor. Acıyor. Altın zerreleri akmaya başlıyor eline. Fakir seviniyor, bayram yapıyor:

“–Ali! (Diyor.) Allah rÂzı olsun senden (diyor). Artık ben bundan sonra fakirlikten kurtulacağım (diyor). Ne olursun şu (diyor), okuduğunu bana oğret de ben de bu okuduğunu ben de okuyayım. Boyle daraldığım zaman onu okuyayım. Elime boyle altın zerreleri gelsin, ben de selÂmete cıkayım.” diyor.

“–Adam (diyor), gel gec (diyor), bu (diyor) başka bir iş.” diyor.

“–Yok yok Ali (diyor), ne olursun, Allah aşkına ne okuduğunu soyle.” diyor.

“–FÂtiha’yı okudum.” diyor.

Hemen sevincle garip kumu alıyor. Eline alıyor şoyle FÂtiha’yı okuyor, ufluyor; bir bakıyor yine kum taneleri duşuyor.

“–Ali (diyor), sen okudun (diyor) altın tanesi oldu (diyor). Ben okudum (diyor), bir şey değişmedi.” diyor.

Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- diyor ki:

“–Bu, ağız ve kalp farkıdır.” diyor.

VelhÂsıl ne kadar kalp tezkiye olunursa, temizlenirse;

قَدْ اَفْلَحَ مَنْ تَزَكّٰى

(“(Nefsini kotuluklerden) arındıran kurtuluşa ermiştir.” [el-A‘lÂ, 14]) O şekilde tecellîler değişmiş oluyor.

Yine CenÂb-ı Hak:

“Onlar Kur’Ân’ı inceden inceye duşunmezler mi? Yoksa kalplerinde kilit mi var?” (Muhammed, 24) Onların kalpleri yok mu, buyuruyor. Nasıl CenÂb-ı Hakk’ın ilÂhî bir lûtfu…

Yine CenÂb-ı Hak buyuruyor Kur’Ân-ı Kerîm icin:

“Şuphesiz, goklerde ve yerde inananlar icin bircok Âyetler vardır.” (el-CÂsiye, 3)

Demek ki CenÂb-ı Hak; peygamberleriyle yardım ediyor, kitaplarla/suhuflarla yardım ediyor, şu bizim ders gorduğumuz mekteb-i Âlem, şu cihanla, zerreden kureye her şey ilÂhî azamet tecellîsi… Yani gonul gozuyle okumak icin beşere takdim edilmiş ilÂhî bir mucize şu icinde yaşadığımız dunya.

CenÂb-ı Hak ilk Âyette:

اِقْرَاْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِى خَلَقَ

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) buyuruyor. Esas da tahsil bu.

Rasûlullah Efendimiz, kırk sene muşriklerin arasında yaşadı. Fakat CenÂb-ı Hak (O’nu terbiye etti).

“Beni Rabbim terbiye etti, ne guzel terbiye etti.” buyuruyor. (Suyûtî, I, 12)

Buyuk bir, zirve bir ahlÂkî vasıfları kırk sene yaşadı. Hatt o halk, muşrik halk O’na “el-Emîn, es-SÂdık” dedi. “En doğru insan, en emin insan Sen’sin.” dedi.

Ondan sonra kırk yaşında peygamberlik geldi. Orada, o guzel ahlÂk uzerine akÂid bildirildi. Aşağı yukarı 11 bucuk sene Mekke devrinde bu ahlÂk devamlı, kalbin akÂid, kalbin CenÂb-ı Hakk’a yakın olması. Onun icin ashÂb-ı kirÂm cilelerden gecti Mekke devrinde. Bu cilelere mukavemet gosterdi. Yuksek bir akāid kalpte yerleşti. Medîne devrinde ise… Namaz Mekke devrinin sonunda farz oldu, hicretten bir bucuk sene evvel. Medîne devrinde de ibadetler, muÂmelÂt, muÂşeret, hak-hukuk Âyetleri indi.

Demek ki temelde ahlÂk. اَلدِّينُ مُعَامَلَةٌ (Dîn, muÂmeledir.)

Demek ki mu’minin en muhim şeyi, ahlÂkının Allah Rasûlu’nun ahlÂkına, Kur’Ân ahlÂkına benzeyebilmesi. Bunun icin bir tefekkur ufku acılacak.

“Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (el-Alak, 1) Esas tahsil de bu olmuş oluyor.

Ve o kalpte hikmet cozulecek. Her şeyde bir hikmet. Hikmetsiz hicbir şey yok, abes yok kÂinatta.

SÂdî-i ŞîrÂzî var. Diyor ki o:

“Ayıklar icin (diyor), Hak dostları icin (diyor), tek bir yaprak, insanı mÂrifetullÂh’a goturen bir divandır. Fakat -af edersiniz- ahmaklar icin (diyor) butun ağaclar tek bir yaprak bile değildir.” diyor.

Yine CenÂb-ı Hak:

“…Kulları icinde ancak Âlimler Allah’tan gereği gibi korkar.” (FÂtır, 28) buyuruyor. Demek ki ne oluyor? Ufuk acılıyor. Ufuk acıldıkca ilÂhî azamet karşısında urperme artıyor.

İbrahim -aleyhisselÂm- malıyla (imtihan edilip Hakk’a) dost oldu. Canıyla (imtihan edilip Hakk’a) dost oldu, evlÂdıyla (imtihan edilip Hakk’a) dost oldu. Fakat kıyÂmet gunu yine bir ilÂhî azamet karşısında:

وَلَا تُخْزِنِى يَوْمَ يُبْعَثُونَ diyor.

“(YÂ Rabbi diyor) insanları yarattığın gun, (o gun) beni mahcup etme.” (eş-ŞuarÂ, 87) buyuruyor.

VelhÂsıl insanda -bu kÂinat bir dershÂne- burada tefekkur gelişecek. Kul bir derinlik kazanacak. Buyruluyor:

مَنْ عَرَفَ نَفْسَهُ فَقَدْ عَرَفَ رَبَّهُ

(Nefsini bilen, Rabbini de bilir.)

Yani Rabbini… Demek ki insan nefsini tanırsa, aczini tanırsa, hicliğini tanırsa, abd-i Âciz olduğunu tanırsa… Tabi bu CenÂb-ı Hakk’ın lûtfunu idrÂk ettiği nisbette, o zaman Rabbini tanımaya başlıyor; “Aman y Rabbi!” diyor…

Osman Nuri Topbaş2016 SOHBETLERİ

__________________