Muge, İffet Anne’nin karşısında kendisini once biraz garip hissetti. Ancak İffet Anne’nin icten ve sıcak karşılaması biraz da olsa rahatlamasını sağlamıştı. Yine de biraz cekingen bir edayla mırıldanırcasına:

“–Hoş bulduk, hanım teyze…” dedi.

İffet Anne, Muge’deki tedirginlik hÂlini sezmişti. Hemen buyur etti:

“–İceri gel guzel kızım… Ben de yenice cay demlemiş, belki bir misafirim gelir, diye umit ediyordum. Nasibin varmış…”

Muge ustundeki cekingenliği hÂl tam olarak atamamıştı. Bir cocuk acemiliğiyle ayakkabılarını cıkardı ve cekingen adımlarla iceriye doğru yoneldi. İffet Anne’nin evi, fizikî yapısı itibariyle Muge’nin ailesiyle birkac gun once terk etmek zorunda kaldıkları eve benziyordu. Ancak sahip olduğu atmosfer tamamen farklıydı. İffet Anne’nin kendisini buyur ettiği salona girerken burnuna mis gibi bir gul kokusu doldu. Salonda sadelikle birlikte goze cok hoş gelen bir duzen hÂkimdi. Gereksiz sayılacak bir eşya kalabalığı yoktu. Ortalıkta televizyon falan da gorunmuyordu. Oysa birkac gun oncesine kadar kendi oturdukları evde salonun en baş koşesi dev ekranlı bir televizyona ayrılmıştı. Ancak o da şimdi diğer butun eşyalarla birlikte haciz sebebiyle ellerinden alınmıştı.

Muge alışkın olmadığı bu ortamda yabancılık hÂliyle karışık bir huzur duygusu icinde hissetti kendini. Duvarlarda intizamla yerleştirilmiş birbirinden guzel hat ve ebrû tabloları hemen ilk bakışta gozu okşuyordu. Kendi evlerinin duvarlarında asılı duran, bazısı bunalım kokan iğreti cizgilerden oluşan bazısı da gayet mustehcen olan tablolar geldi aklına. Bir anlık bu zihnî mukayeseden utanır gibi oldu. Yuzu kızardı hafiften…

Salonun bir koşesinde devamlı serili durduğu her hÂlinden belli olan bir seccade vardı. Muge bu seccadeyi gorunce, birkac sene once kendi evlerinde yaşadıkları bir hadiseyi hatırladı. Annesinin akrabalarından bir hanım misafirliğe gelmişti. Tesetturluydu… Namaz vakti geldiğinde ise, seccade istemişti annesinden. Annesi bu istek karşısında ilk once afallamıştı. Cunku o gune kadar evlerinde hic kimse namaz kılmamış, AllÂh’a secde etmemişti. HÂliyle seccadeye de ihtiyac duyulmamıştı. Neyse ki misafire mahcup olmamak icin zor bela eski ceyiz sandığının diplerinden, yer yer sararmış bir seccade bulunup cıkarılmış ve misafir hanımın eline verilmişti. Ancak bu sefer de kıble hususu, mesele olmuştu. Annesi: “HerhÂlde şoyle olmalı, yok yok boyle galiba…” diye tereddut edince, misafir kadın, pencereden en yakın caminin minaresine bakarak kıbleyi kendisi tayin etmek zorunda kalmıştı.

İffet Anne’nin salonunda goze carpan bir diğer unsur da kitaplardı. Bir duvar, boydan boya, taşıdığı kitap yukuyle yer yer belini eğmiş raflardan oluşan eski bir kitaplıktan ibaretti. Muge’lerin evlerinde de kitaplıkları vardı. LÂkin icki dolaplarıyla sus vitrinleri, kitaplıklarından daha fazla yer kaplıyordu. Kitaplık da zaten buyuk olcude gazetelerin vaktiyle vermiş olduğu ansiklopedilerden ve diğer promosyon kitapcıklardan oluşmaktaydı. Oysa İffet Anne’nin kitaplığı oldukca zengin bir kitap ceşitliliğine sahipti. Okuma masasının ustunde de Kur’Ân-ı Kerîm ve bir tanesinin sayfaları acık duran birkac kitap daha bulunmaktaydı.

Muge, İffet Anne’nin gostermiş olduğu kanepeye otururken ortada bulunan sehpanın uzerindeki cay tepsisi dikkatini cekti. Tepside iki adet cay bardağı hazırlanmıştı. Sanki İffet Anne, Muge’yi bekliyordu. Muge bir an boyle duşunmekle birlikte sonra kendi kendine: “Aman canım tesaduf işte… Hem belki kadıncağızın Âdetidir boyle hazırda birkac tane cay bardağı tutmak…” dedi. İffet Anne mutfak tarafına giderek caydanlığı getirdi. Muge yaşlı kadının kendisine hizmet ettiğini gorunce caydanlığı onun elinden almak icin yerinden kalkacak oldu. Ancak İffet Anne gulumseyerek o gonul okşayıcı sesiyle buna mÂni oldu:

“**–Sen otur kızım, misafire hizmet ve ikram etmenin ecrini cok gorme bana. Hizmet etmek, ev sahibinin hem vazifesi, hem de en buyuk şerefidir.”

Sonra besmele cekerek cayları doldurdu ve Muge’nin karşısındaki koltuğa oturdu. Muge’nin soze başlamaktaki cekingenliğini sezdiğinden ilk olarak kendisi sordu:

“–Nasılsın hanım kızım?”

Muge bu soru karşısında icinde bulunduğu hÂli duşundu. Nasıldı? Aslında hic iyi sayılmazdı. Cevabı da buna goreydi:

“–Mahvoldum İffet Anne! Acıkcası berbat bir durumdayım. Haberiniz var belki, babam iflÂs etti. Butun hayatımız alt ust oldu. Utancımdan kac gundur arkadaşlarımın yanına bile uğrayamıyorum. Cunku biliyorum ki arkadaşlarımın bir kısmı acıyan gozlerle beni suzecek. Onceden beri beni kıskanan bazı arkadaşlarım da icine duşmuş olduğum sefÂlete icten ice sevinecek. Acıma numaraları yaparak ustu kapalı bir şekilde benimle dalga gecenler olacak… Artık markalı kıyafetler alıp giyemeyeceğim. Oysa bizim arkadaş cevremizde, giydiğin kıyafetin markasına gore itibar gorursun… Acıkcası şoyle bir duşunuyorum da, boyle bir durumda arkadaşım diyebileceğim -Şebnem haric- hic kimse gelmiyor aklıma. Cep telefonuma her gun onlarca mesaj ve arama gelirdi. Ama iflÂs ettiğimiz gunden bu yana bir tek kişi bile arayıp hÂlimi hatırımı sormadı. Hatt kendisinden tesellî beklediğim nişanlım da bir zarfın icinde yuzuğumu geri gonderdi. Geleceğe ait butun hayallerim suya duştu. Kendimi aşağılanmış, bir kenara itilmiş, kaldırım kenarlarında ciğnenmiş cicekler gibi hissediyorum. Dun gece intihar etmeyi bile duşundum. Artık her şey o kadar anlamsız ki!..”

İffet Anne, Muge’nin icinde bulunduğu durumdan haberdardı. Soze başladı:

“–Kızım, icinde bulunduğun durumu tahmin edebiliyorum. Sen aslında mahvolmadın, bilÂkis mahvolmaktan kurtuldun. Sen narkoze olmuş bir insan gibi farkında olmadan ucurumların civarında, girdapların etrafında dolaşıyordun. Nefsinin esareti ve kahkahaların cılgınlığı icindeydin. Fakat senin kim bilir hangi guzel hÂlin dolayısıyla Allah sana merhamet etti. Şu an senin eski hayatına neşter vuran hÂdise, şimdi acı verse de neticede seni ebedî sıhhate kavuşturacak bir ilÂhî lutuf olabilir. Tıpkı ameliyat gorup sıhhate kavuşan bir hasta gibi…

Bir de şu pencereden bak hÂdiseye:

O arkadaşların senin gercek anlamda arkadaşın olsa, boyle bir durumda da seni yalnız bırakmazlardı. Sen boylece onlarla arandaki ilişkinin dostluk değil tamamen bir menfaat ilişkisi olduğunu gormuş oldun. Buna bence o kadar fazla uzulme. Bir yanlışın farkına varmak neden bu kadar uzuyor ki seni? Şimdiden sonra vefa sahibi gercek dostlar kazanmanın yoluna bak…

Yaşadığın buhrana gelince: Bunun sebebi sence nedir? Hic uzun uzadıya duşundun mu? Bu buhranların sebebi -belki biraz garip gelecek ama- kesinlikle babanın iflÂs etmesi ve eski zenginliğinizi kaybetmeniz değil. Sahip olduklarının birer birer elinden cıkması hic değil… Peki ya ne?”

İffet Anne, sozunun bu noktasında bir muddet sustu. Muge’nin her hangi bir cevap vermese de bu soru uzerinde uc beş saniye olsun duşunmesini istiyordu. Muge bu beklemediği soru karşısında, bir an şaşırdı. Nasıl yani? Her şeyin sebebi, basbayağı babasının yaşadığı iflÂstı. Başka ne olabilirdi ki?

İffet Anne sozlerine şoyle devam etti:

“–Bunalımlarının gercek sebebi dunya malına karşı kalbinde beslediğin aşırı muhabbet ve bağlılıktan ibaret… Evet, sadece budur gercek sebep. Eğer butun umutlarını sahip olduğun maddî zenginliğe bağlamış ve elindeki mal mulkle mağrur hÂle duşmuşsen, onlar elinden alındığında da derin bir boşluğa ve yalnızlığa duşmen ve tenhalarda kalman kacınılmaz.

Oysa bir de şoyle duşun:

Biz bu dunyaya gelirken uzerimizde bir parca bez bile yoktu. Midemiz de bomboştu. Ama Allah TeÂl bizi hayat sahasına duştuğumuz ilk andan itibaren rızıklandırmaya başladı. Doğar doğmaz bizim icin, bunyemize ve o anki ihtiyacımıza en mukemmel sûrette karşılık veren bir gıda olarak anne sutunu yarattı. O gunden beri de rızıklandırmaya devam etmektedir. Yani sahip olduğumuzu sandığımız her şey aslında Allah’ın lutfuyla bahşedilmiş nimetlerden ibaret. Gercek sahibi, onları istediği zaman geri alma hakkına ve kudretine sahiptir. Bu sebeple mala, mulke itimat etmeyip onun gercek sahibine, yani sadece Allah’a tevekkul etmemiz ve o yuce kudrete teslim olmamız şarttır.

Bil ki, Allah kulunu zÂyî etmez… Biz, gerek zenginlikte gerek fakirlikte, gerek sağlıkta gerek hastalıkta, her hÂlukÂrda O’na karşı tevekkul ve teslimiyet hisleriyle dolu olmalı, bizim icin takdir ettiği her şeye boyun bukmeliyiz.

Gormez misin bir cocuk, korkulu bir hengÂmda anne babasına nasıl da yapışır? Peki ya biz? Biz, ilÂhî kudrete ne kadar teslimiyet hÂlindeyiz?! İşte bunu başarabilirsek, hicbir dunyevî sıkıntı bizi sarsamaz. Kadere isyan ile elimize gececek tek şey, husrandır. Cıkmaz sokaklarda yol aramaktır.”

İffet Anne, bu sozleri soyledikten sonra oturduğu yerden doğrularak okuma masasına yoneldi. Acık duran kitabın ustundeki bir not kÂğıdını aldı ve tekrar koltuğuna oturarak şoyle dedi:

“–Sen gelmeden once Mesnevî isimli şu kitabı okuyordum. Tam da tevekkul hakkındaki bir pasajı yeni bitirmiş ve bir kısmını da bu kÂğıda not etmiştim. İzninle onu okuyayım sana:

«Kaderden sakınmakta perişan olmak, kotuluklere uğramak vardır. Yuru, tevekkul et; cunku tevekkul, işlerin en iyisidir. Kaza ve kaderle penceleşme ki, kaza ve kader de seninle penceleşmesin, kavgaya tutuşmasın. AllÂh’ın hukmune ve takdirine karşı olu gibi olman gerekir ki, sabahın Rabbi olan AllÂh’tan bir kahır yarası almayasın.

Tevekkulden daha guzel bir kazanc yoktur. Tevekkul ise, tedbirlerin bittiği noktada Rabbine sığınmaktır. Hakk’a teslim olmaktan daha hoş ne vardır ki?!»

Tevekkul, insandaki rûhî mukÂvemeti artıran en buyuk haslettir. Bu haslete sahip olan bir kişi, değil intiharı duşunmek, icinde bulunduğu hÂlden en ufak bir şekilde şikÂyet dahî edemez.

Sen bir de intihar etmekten bahsettin. Bu şekilde yaşadığın sıkıntılardan kurtulabileceğini sanıyorsun. Ama unutma ki, intihar bir insanın uğrayabileceği en buyuk ziyandır. Kişinin kendisini ebedî husrana hapsetmesidir. Cunku sahip olduğumuz her şey, AllÂh’ın bize bir emanetidir. Biz bu emanetleri korumak ve O’nun istediği yonde değerlendirip kullanmak durumundayız. En onemli ve kıymetli emanet de can emanetidir. Can emanetini AllÂh’ın emrine isyan ile almak, yani kendi oz canımıza kastetmek, buyuk bir gunahtır. İntihar, donuşu olmayan tek yoldur; işlendikten sonra tevbe etmesi mumkun olmayan tek gunahtır.”

Muge, solgun ve buğulu bakışlarını pencereden dışarıya cevirerek:

“–Gunahtan bahsediyorsun İffet Anne… Ben bu kelimeleri cok fazla duymuş birisi değilim. Annem babam bana sevap nedir, gunah nedir, oğretmedi. Oysa kucukluğumden beri beni cok severler. Bir dediğimin iki edildiğini hatırlamam. Benim butun istediklerimi yaptılar şu ana dek… Butun nefsÂnî arzularımı, tatminkÂr bir şekilde yaşadım. Ama anamın babamın bana bu yanlış davranışı şimdi pahalıya mÂl oluyor. Bundan sonra ise hayat cok farklı olacak sanırım. Cunku, butun hayat şartlarım değişti ve şu son birkac gundur de kimseden vefanın kırıntısını bile goremedim.” diye mırıldandı.

İffet Anne şefkat dolu bakışlarla şoyle dedi:

“–Kızım, şu gune kadar anne ve baban sana olan sevgileri sebebiyle butun maddî ihtiyaclarını fazlasıyla karşılamış olabilir. Ancak, anladığım kadarıyla onlar senin en fazla ihtiyac duyduğun mÂneviyatı, gafletlerinden dolayı fark edememişler. İnsanoğlu, hem maddî hem de mÂnevî yonlere sahip bir varlıktır. Bu sebepten onun, maddî yapısını doyuracak gıdalara olduğu kadar mÂnevî yapısını doyuracak gıdalara da ihtiyacı vardır. Her iki aclık da doyurulmalı ve bedenimizle ruhÂnî hayatımız bir Âhenk icinde olmalıdır. Bu da gercek mÂnÂda dinî ve ahlÂkî eğitimle olur. AllÂh’a olan inancımız ve bu inanca uygun bir hayat hem bizim varlığımıza anlam kazandırır hem de hayatta karşılaşmış olduğumuz zorluklara karşı mukavemetimizi artırır.

Sonra kızım, sakın ola arkadaşsız kaldığını da duşunme. Bak senin Şebnem gibi vefÂkÂr ve sana hicbir zaman kusmemiş olan bir arkadaşın var. Onun vefÂsı sana yeter.

Unutma ki;

VefÂkÂrlık, insanoğlunun en cok muhtac olduğu vazgecilmez bir haslettir. Ne kadar zor da olsa elde edilmeli ve yaşatılmalıdır. O kaybolduğu zaman gonuller mahzun olur, kimsesiz kalır, harabeye doner.

Bunun icin ilk vefÂ, CenÂb-ı Hakk’adır. Cunku bizi yaratan O’dur. Mal – mulk O’na aittir. O’ndan geldik, O’na doneceğiz. O’na vefalı olan, sÂlih kullar arasına dÂhil olur.

Vef bahsinde Mehmed Âkif merhumun şu hatırasını da anlatmadan gecemeyeceğim:

Mehmed Âkif, kızının nikÂh akdine cok sevdiği ahbÂbından olan Bosnalı Ali Şevki Efendi’yi davet etmiş. Yaşlı hocaefendi bu davete biraz gec gelmiş ve gecikme sebebi olarak da Vefa Yokuşu’ndan cıkışının biraz vakit aldığını soylemiş. Merhum Âkif de bu yerinde mÂzereti, yerinde bir hakîkatle mezcederek mutebessim ve manidar şekilde şoyle cevaplamış:

«–Hangi Vefa Yokuşu’ndan bahsediyorsun hocaefendi? Şimdiki nesil o yokuşu coktan duzledi.»

Âkif merhum, bugunku toplumumuzu gorse, kim bilir nasıl feryat ederdi. Bugun insanlar, izleri silinmiş, unutulmaya yuz tutmuş iyilikleri nefsÂnî arzularının galebesi sebebiyle hatırına bile getirmemekte ve ekseriyetle vef kelimesi, Âdeta ve sırf İstanbul’da bir semt adı olarak kalmış bulunmaktadır.

Bahcelere bekcilik icin konulan kopekler dahî vefÂkÂrlığına gore itibar kazanır. Yani bir hayvanda bile asÂlet aranır. Hazret-i MevlÂn bu hususta ne guzel buyurur:

“VefÂ, kopekler icin bile bir değerdir. VefÂsızlık, kopekler icin dahî bir leke ve ayıp olduğu hÂlde, sen nasıl oluyor da bir insan olarak vefÂsızlık gosterebiliyorsun!..”

Bir de şoyle bir hadise anlatılır:

Hazret-i MevlÂnÂ, Husameddin Celebi’yi hastalığı sebebiyle ziyarete gitmişti. Talebeleri ve dostları, sokağın başında ve sonunda ihtiram hÂlinde bekliyorlarmış. Dar bir yerden de bir kopek geliyormuş. MevlÂnÂ’nın talebelerinden biri telÂşla o kopeğe vurup uzaklaştırdı. MevlÂn o talebesine:

“–EvlÂdım!.. Celebi’nin mahallesinin kopeğine mi vuruyorsun?” diye sitem etmiş.

Bu hÂdise, hem MevlÂnÂ’nın hayvanlara olan şefkatini gostermekte, hem de dostlarına olan sevgi, vef ve bağlılığının derecesine işaret etmektedir. Zira dostuna herhangi bir şekilde yakınlığı olan her şeye, velev ki mahallesinin kopeğine bile olsa, vefa gosterilmelidir. Cunku vefÂ, muhabbetin aynasıdır.

Hazret-i MevlÂn vefasızlardan uzak olmanın zarûretini de şoyle ifade eder:

«Vefasızlara gitme!.. Onlar yıkık birer koprudur.»

VefÂ, İslÂm’ın şiarlarından biri ve belki de en esaslısıdır. Zira vefÂ, ahde riÂyet, yapılan bir iyiliğe sadakat gostererek onu unutmamaktır. Minnettarlıktır, sadÂkattir…

VefÂnın en guzel orneklerini İslÂm’da buluruz. Peygamber Efendimiz, vefat eden Hatice Annemizin akrabalarına bile cok ihtimam gosterirdi. Bir kurban kesse, Hatice Annemizin akrabalarına da mutlaka et gonderirdi.

VefÂ, ince ruhlu, hassas, rikkat sahibi kalplerin hasletidir.”

İffet Anne, bu minvalde Muge’yle bir hayli konuştu. Ona, gonlundeki buhranların hakikî carelerini gostermeye calıştı.

Muge, İffet Anne’nin yanından ayrıldığında uzerindeki dağ gibi ıztıraplar Âdeta kalkmıştı. Kuş gibi hafiflemişti. Ucarcasına evine doğru giderken kendi kendine sitem etmekteydi:

“Yıllarca aynı apartmanda İffet Anne’den yazık ki boşuna uzak yaşamışım…”


Şebnem Dergisi

__________________