İnsan, kelimelerle duşunur; lisan ile tefekkur ufkunu genişletir. Bu sebeple, kelime kadrosu daraltılmış veya mefhumlarının mĂ‚nĂ‚ları carpıtılmış bir lisan ile, İslĂ‚mî tefekkurun derin ufuklarına yol bulmak mumkun değildir.

Bir mutefekkir şoyle der:

“Bir milleti değiştirmek istiyorsanız once onların kelimelerini değiştirin!”

Bugun aziz milletimize yapılan en buyuk saldırılardan biri de, İslĂ‚mî kimliğe sahip kelimelerin mĂ‚nĂ‚larıyla oynamak, musbet mĂ‚nĂ‚ taşıyan kelime ve mefhumlara menfî mĂ‚nĂ‚lar yukleyerek onların îtibĂ‚rını yok etmeye calışmaktır. Bununla hedeflenen, aslında gonullerdeki İslĂ‚mî hassĂ‚siyetlerin zayıflatılmasıdır.

Nasıl ki yakın tarihimizde, “sadeleştirme” adı altında, bin yıldır Turkcemize mĂ‚l olmuş kelimeler -Kur’Ă‚n kulturunden geldiği icin- dışlanıp, yerine uydurma kelimeler ikāme edilmek istenmişse; bugun de İslĂ‚mî kelime ve mefhumların mĂ‚nĂ‚ları carpıtılmak sûretiyle, aynı cinĂ‚yetin bir benzeri işlenmektedir.

Memleketimizde bir zamanlar “şerîat, tarîkat, tekke, murşid, murid, zikir, cihad” gibi dînin ozunden neş’et etmiş kelimeler, menfî mĂ‚nĂ‚lar yuklenerek zihinlerde mahkûm edilmişti. Bu sayede nice mĂ‚sum muslumanın mahkûmiyet veya mahrumiyetine zemin hazırlanmıştı.

Bugun de halkın dînî duygularını istismĂ‚r edenler yuzunden, “tasavvuf, tarîkat, cemaat, imam, hizmet, himmet, teslimiyet, itaat, sadĂ‚kat” gibi bircok musbet mefhum, ciddî bir îtibar kaybıyla karşı karşıya bulunmaktadır. HĂ‚lbuki bu mefhumlar değil, onların gonullerdeki nezĂ‚hetini kirletenler sucludur.

Nasıl ki nĂ‚dide bir mucevhere sıcrayan camur, onun kıymet ve sĂ‚fiyetini gideremezse, mĂ‚neviyĂ‚tı dunyevî emellerine Ă‚let edenlerden dolayı, İslĂ‚mî tefekkurun yapı taşları mevkiinde bulunan kelime ve mefhumların îtibĂ‚rına da halel getirilemez.

Bugun nice musbet mefhum, sırf onları istismĂ‚r edenler yuzunden karalanmaktadır. HĂ‚lbuki toplumumuzda o kelimelerin muhtevasına sadĂ‚kat gosteren, gayet duzgun istikĂ‚met sahibi kesimlerin mevcut olduğu, bilinen bir gercektir.

VelhĂ‚sıl bugun fitne-fesat ehli; musbet mefhumlarımıza menfî etiketler yapıştırmaktadır. Dîni istismĂ‚r edenler yuzunden butun muslumanları tohmet altında bırakmaya calışmaktadır. Boylece his ve fikir dunyamız uzerinde sinsi bir oyun oynanmaktadır.

TASAVVUF

MeselĂ‚ gonul dunyamızda “tasavvuf” mefhumunun mustesnĂ‚ bir mevkii bulunmaktadır. Fakat gunumuzde pek cok dînî mefhum gibi “tasavvuf” da ağır ithamlara mĂ‚ruz kalmaktadır.

Tasavvufa yoneltilen îtirazların temelinde ise, umûmiyetle şu iki sebep dikkat cekmektedir:

Birincisi; tasavvufun hakîkatinden uzak ve bîhaber olmak.

İkincisi de; tasavvufun bĂ‚zı cĂ‚hiller veya ehil olmayan kimseler tarafından yanlış tatbik edilişini one surerek, bunu butun tasavvuf erbĂ‚bına mĂ‚l etmek.

HĂ‚lbuki tasavvuf; art niyetli kimselerin istismĂ‚r ettiği veya gostermek istediği gibi bir yapı aslĂ‚ değildir.

BilĂ‚kis tasavvuf, bizim mĂ‚nevî kimliğimizi inşĂ‚ eden temel değerlerimizdendir. Anadolu toprağı, bin yıldır tasavvufî terbiye ile yoğrulmuştur. Onun icin tasavvuf, milletimizin mayasında, fıtratında mevcuttur.

Gercek tasavvuf; bir terbiye mektebidir. Kulu Allahʼtan uzaklaştıran butun menfîliklerden sakınarak “takvĂ‚”ya erme disiplinidir.

Tasavvuf; Hakk’a teslîmiyet pınarından kana kana icmenin ve “îmĂ‚n”ı “ihsan” gibi yuce bir ufka taşımanın diğer adıdır.

Tasavvuf; nefse karşı sulhu olmayan bir cenktir.

Tasavvuf; nefsi rûhĂ‚niyetin emrine Ă‚mĂ‚de kılmanın, tĂ‚lim, terbiye ve tezkiyesidir.

Tasavvuf; ic Ă‚lemini ikmĂ‚l gayretindeki bir muʼminin, diğergĂ‚m bir gonulle mahlûkĂ‚ta yonelerek onların ihtiyac ve eksikliğini şefkat ve merhametle telĂ‚fî etme mes’ûliyetidir.

Tasavvuf; insanların kuyusunu kazmak değil, kuyuya duşmuş olanları dahî kurtarmak icin gonlunu butun insanlığın huzur bulacağı bir rahmet dergĂ‚hı kılmaktır.

Tasavvuf; gerektiğinde Ă‚hiret icin dunyevî arzulardan vazgecmektir. Fakat ne pahasına olursa olsun, dunya icin Ă‚hiretten aslĂ‚ vazgecmemektir. Zira damlayı deryĂ‚ ile değişmek, en buyuk hamĂ‚kattir.

Tasavvuf; bir makam-mevkî ve apolet arayışı değil, hiclik ve yokluk kapısıdır. Dunyevî ihtirasları kalpten cıkarmadan girilemeyen bir gonul dergĂ‚hıdır. FĂ‚nîliğin idrĂ‚ki icinde Hakk’a rĂ‚m olmaktır. Allah rızĂ‚sını tahsil icin; AllĂ‚h’ın kullarına, adĂ‚let, hakkĂ‚niyet, durustluk, samimiyet, şefkat ve merhamet gibi hasletlerle muĂ‚meleyi, hayat dustûru edinmektir.

Tasavvuf; insanın ic dunyasındaki duyguları terbiye ederek kulluk hayatında şerîati kemĂ‚le erdirme gayretidir. Kul, sadece satırlardan okumakla kemĂ‚le eremez. HĂ‚lini ve gonul dunyasını menfîliklerden temizleyerek kemĂ‚l bulur. Onun icin tasavvuf; arı-duru, saf bir şerîati yaşamaktır.

Tasavvuf; Allah Rasûluʼnu aşk ile yakından tanıyabilme, Oʼnun muhteşem karakter, şahsiyet ve ahlĂ‚kından nasîb alarak, dîni, ozune ve rûhuna uygun bir şekilde, vecd icinde yaşayabilme gayretidir.

Bu nevî dusturlarla tezat teşkil eden, ozunu ve olcusunu Kur’Ă‚n ve Sunnet’ten almayan ne varsa -her ne kadar tasavvufa izĂ‚fe edilirse edilsin- bĂ‚tıldır.

Yine tasavvuf; hangi makam ve mevkîde olursak olalım, bir “abd-i Ă‚ciz” yani “Ă‚ciz bir kul” olduğumuzun idrĂ‚ki icinde bulunmaktır. Kendi mevkiimizi dĂ‚imĂ‚ “kapı eşiği”nde gorebilmektir. Gurur, kibir, enĂ‚niyet ve benlik dĂ‚vĂ‚sını gonulden cıkarıp, hicliğe burunmek ve Hak’ta fĂ‚nî olma yoludur. Hicbir nîmet ve muvaffakıyeti nefsine mĂ‚l etmeyip butun bunlara;“Sen’in lûtfun yĂ‚ Rabbi!” diyebilmektir.

Tasavvuf; “beyne’l-havfi ve’r-recĂ‚”, yani CenĂ‚b-ı Hakk’ın gazabına dûcĂ‚r olma korkusu ve ilĂ‚hî rahmete nĂ‚iliyet umidi arasında bir kalbî kıvamla kullukta bulunmaktır.

Tasavvuf; benlik iddiĂ‚sıyla bir “arz-ı endĂ‚m” yani “gosteriş” icinde bulunmak değildir. BilĂ‚kis son nefes ve Ă‚hiret endişesi icinde CenĂ‚b-ı Hakk’ın rahmet ve inĂ‚yetine ilticĂ‚ ederek bir “arz-ı hĂ‚l” hissiyĂ‚tıyla yaşamaktır. DĂ‚imĂ‚ tevĂ‚zu, mahviyet ve hiclik uzere olmaktır.

HĂ‚l boyleyken -maalesef gunumuzde- tasavvuf ve onun terbiye mektepleri olan “tarîkat”lerin; dunyevî emelleri icin ilĂ‚hî emir ve nehiyleri dahî hice sayan fırkalarla aynı kefeye konulması, apacık bir art niyetin gostergesidir.

Tarih boyunca gercek mutasavvıflar, dĂ‚imĂ‚ toplumu aydınlatan birer irşad meş’alesi olmuşlardır. AbdulkĂ‚dir GeylĂ‚nî, BahĂ‚uddîn Nakşibend, MevlĂ‚nĂ‚, Yûnus Emre, HudĂ‚yî ve emsali Hak dostları, bulundukları toplumlar icin bir rahmet dergĂ‚hı olmuşlardır. Dîn, îman, vatan, millet ve ummetin zararına olan hicbir menfî oluşuma tĂ‚viz vermedikleri gibi, boyle şer odaklarına karşı en buyuk mucĂ‚deleleri de onlar vermişlerdir. İmĂ‚m-ı RabbĂ‚nî, HĂ‚lid-i BağdĂ‚dî Hazretleri bunun en meşhur misallerindendir.

CEMAAT

Yine zihin ve gonul dunyamızda “cemaat” kelimesi de, Allah rızĂ‚sı icin bir araya gelen guzîde bir topluluğu ifade etmektedir. Musluman aslĂ‚ ferdiyetci, hodgĂ‚m ve bencil olamaz. Mu’min, mutlakĂ‚ İslĂ‚m cemaatinin bir mensubu, mudĂ‚vimi ve mutemmimi olmak zorundadır.

Cemaatle kılınan namaza, tek başına kılınandan yirmi yedi kat fazla ecir vaad edilmektedir. Cuma ve bayram namazları ferdî olarak kılınamaz, ancak cemaatle edĂ‚ edilebilir. Yine hac, mu’minlerin ictimĂ‚î bir kongresi durumundadır.

Hadîs-i şerîfte de:

“Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap vardır.” buyrulmaktadır. (MunĂ‚vî, III, 470)

Butun bunlar, muslumana dĂ‚imĂ‚ bir “cemaat şuuru” telkin etmektedir.

Diğer taraftan bir mu’minin, kendisi dışındakilerden de mes’ûl olması ve bu mes’ûliyet duygusuyla vakıfların ve hayır muesseselerinin kurulması, cemaat şuurunun toplumdaki bir yansımasıdır. Bu yonuyle de cemaatler, toplum icin birer rahmet vesîlesidirler.

Fakat bunun aksine, fesat cıkarmak maksadıyla bir araya gelenler, kendilerine İslĂ‚mî bir cemaat goruntusu veriyorsa, tabiî ki bu merduttur ve AllĂ‚h’ın gazabını celbedecek bir hĂ‚disedir.

Âyet-i kerîmede buyrulur:

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوٰى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْاِثْمِ وَالْعُدْوَانِ

“…İyilik ve takvĂ‚da yardımlaşın, gunah ve duşmanlıkta yardımlaşmayın!..” (el-MĂ‚ide, 2)

Demek ki iyilik ve takvĂ‚da bir araya gelip yardımlaşmak, hayrı coğaltan bir cemaat olabilmek makbuldur. Fakat kotuluk ve duşmanlıkta birleşip şerri coğaltan bir orgut/fırka olmaksa merduttur.

Dolayısıyla gonul dunyamızda son derece muhim bir yeri bulunan “cemaat” mefhumunu, sırf onu istismĂ‚r edenler var diye gozden duşurmek ve butun cemaatleri aynı kefeye koymak, onun aslî hakîkatine karşı işlenmiş mĂ‚nevî bir cinĂ‚yettir.

Tarih boyunca dînî bir goruntu altında, dînin kabul etmeyeceği maksatla hareket eden muhtelif fırkalar/orgutler ortaya cıkmıştır. Gunumuzde de boyle yapılar uzerinden, butun cemaat ve tarîkatleri “tehlikeli” ilĂ‚n etmek, bu milleti ayakta tutan mĂ‚nevî temellere dinamit koymaktan farksızdır.

Halkın inancını istismĂ‚r edenleri bahĂ‚ne ederek, bu milletin bin yıldır ana damarını teşkil eden “Ehl-i Sunnet ve’l-Cemaat” kimliğine karşı yapılmak istenen sinsi operasyonlara fırsat vermemek îcĂ‚b eder. Îman firĂ‚setiyle hareket edip İslĂ‚m duşmanlarının bu plĂ‚nını da boşa cıkarmak gerekir.

Cemaat ve tarîkatleri, hatasını tenkit edip ıslah etmek yerine, butunuyle redde kalkışmak; bu milletin mĂ‚nevî can damarlarından birini koparmaya yeltenmektir. Bu gĂ‚filĂ‚ne veya art niyetli hareket; millet ve medeniyetimizin asırlardır bindiği dalı kesmekten farksızdır. Bu da ancak necip milletimizin duşmanlarını sevindirecek bir durumdur.

VelhĂ‚sıl, bir şeyin kotu orneklerini bahĂ‚ne ederek -iyilerini ayrı tutma hassĂ‚siyeti gozetmeden- tamamını reddetmek, o yanlışı yapanların curmune ortak olmaktır.

Bu noktada yapılması gereken, sapla samanı ayırt etmektir. Doğru ile yanlışı birbirine karıştırmamaktır. MeselĂ‚ bazı doktorlar, mesleklerini sûistimĂ‚l ediyor diye tıp ilmi reddedilemez. Bazı hukukcular, mesleklerini istismĂ‚r ediyor diye hukuktan vazgecilemez. Yine asker icinde yuvalanmış teroristler var diye butun bir ordu ithĂ‚m edilemez.

İslĂ‚m tarihinden bir misĂ‚l vermek gerekirse, Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e, ihlĂ‚s ve takvĂ‚ ile kurulan Kuba Mescidi’nde namaz kılması, buna mukĂ‚bil, munĂ‚fıkların nifak ve fitne temelleri uzerine kurduğu Mescid-i Dırar’ı yıkması emredilmiştir.[1]

Dıştan bakınca bunların her ikisi de mesciddir. Ancak meselenin ic yuzune bakınca, bunlar arasında doğu ile batı, Cennet ile Cehennem kadar fark vardır. Zira Kuba Mescidi, mu’min gonulleri ilĂ‚hî huzurda birleştiren bir mubĂ‚rek mescid iken, Dırar Mescidi ise munĂ‚fıkların İslĂ‚m ummeti arasına nifak sokmak maksadıyla yaptıkları bir şer yuvasıdır.

Gunumuzun manzarasını hulĂ‚sa eden bu misalden hareketle, hĂ‚diselere îman perspektifinden bakabilen bir mu’minin vazifesi; mescitlere, cemaatlere, tarikatlere karşı cıkmak değil, bilĂ‚kis bunları kendisine maske edinen fesat yuvalarını firĂ‚setle ayıklayıp onlarla mucĂ‚dele etmektir. Aslı koruyup sahtesini bertaraf etmektir. MĂ‚nevî değerleri art niyetli kimselere yem etmemektir. Aksi takdirde “pireye kızıp yorganı yakmak” tĂ‚bir edilen isabetsiz kararlarla “zararı bir iken bin yapmak” gibi hazin neticelere dûcĂ‚r olunur.

İMAM

Yine aslî mĂ‚nĂ‚sıyla “imam” kelimesi de; başta peygamberlerin, sonra da onların izinden giderek toplumlara; hĂ‚liyle, kāliyle, davranışlarıyla dĂ‚imĂ‚ hakkı, hayrı ve hidĂ‚yet yolunu gosteren, onlara istikĂ‚met veren onderlerin vasfını ifade eder.

Bu meyanda mu’minlerin en buyuk imĂ‚mı, Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’dir. Zira O, butun insanlık icin, emsalsiz bir ornek şahsiyettir. Kendisine “İmĂ‚mu’l-Harameyn, İmĂ‚mu’l-EnbiyĂ‚” denir.

CenĂ‚b-ı Hak da:

وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّقِينَ اِمَامًا

“…Bizi takvĂ‚ sahiplerine imam/onder kıl.” (el-FurkĂ‚n, 74) Ă‚yet-i kerîmesiyle, bizlere hem takvĂ‚ ehli olmamızı, hem de takvĂ‚da imam olacak/onculuk edecek bir İslĂ‚m şahsiyeti sergilememizi telkin buyurmaktadır.

Aziz Mahmud HudĂ‚yî Hazretleri de, vakfettiği camisinde imamlık yapacak kimselerin, اَصْلَحْ (cok sĂ‚lih) ve اَرْشَدْ (toplumu irşĂ‚d edici) olmasını vasiyet etmiştir.

Gunumuzde “imam” kelimesinin de istismĂ‚r edilmiş olması, onun aslî mĂ‚nĂ‚sına golge duşurmemelidir.

CİHAD

Gunumuzde en cok tahrif edilen mefhumlardan biri olan “cihĂ‚d”, AllĂ‚h’ın verdiği her turlu imkĂ‚nı O’nun rızĂ‚sı yolunda sarf ederek İslĂ‚m’ı gonullerde yuceltmenin adıdır. MeselĂ‚ tebliğ hizmeti, “buyuk bir cihĂ‚d”dır. Nitekim CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:

“KĂ‚firlere aslĂ‚ boyun eğme! Ve bu (Kur’Ă‚n) ile onlara karşı butun gucunle buyuk bir cihĂ‚d et!” (el-FurkĂ‚n, 52)

Âyet-i kerîmedeki bu “buyuk cihĂ‚d” emrinin, henuz mu’minlerin muşriklerle mucĂ‚dele edecek maddî guclerinin bulunmadığı Mekke doneminde gelmiş olması, cihĂ‚dın en muhim mĂ‚nĂ‚larından birini ortaya koymaktadır. O da; Kur’Ă‚n-ı Kerîm’in yaşanarak tebliğ edilmesidir.

Demek ki cihad mefhumunu sadece silĂ‚hlı mucadeleye hasretmek, bu mefhumun mĂ‚nĂ‚sını carpıtmaktır.

İslĂ‚m’da cihaddan gaye; toprağı kanla sulamak değil, gonullerin fethidir. Dînin yaşanacağı bir vatanın mudĂ‚faası, namusun korunması, mukaddesĂ‚tın muhafazası icin gerektiğinde candan fedakĂ‚rlıkta bulunmak da cihaddır. LĂ‚kin bunu Allah yolunda her turlu imkĂ‚nla hizmet etmek demek olan “cihĂ‚d”ın yegĂ‚ne karşılığı gibi takdim etmek, bu mefhumun muhtevĂ‚sını daraltmaktır. Bu ise, İslĂ‚m’ı bir “savaş dîni” gibi gostererek insanlığı ondan uzaklaştırmak isteyenlerin arzusudur. Nitekim zamanımızın en buyuk fitnelerinden biri olan “İslĂ‚mofobi” de boyle bir zihnî tahribĂ‚tın eseridir.

HİZMET

Yine aslî mĂ‚nĂ‚sıyla “hizmet” kelimesi, Allah rızĂ‚sı icin yapılan her turlu musbet faaliyeti ifade eder. Zira îmĂ‚nın ilk meyvesi merhamet, onun ilk tezĂ‚huru de Yaratan’dan oturu yaratılanlara şefkatle “hizmet”tir. Elimizdeki her turlu nîmeti muhtaclarla paylaşarak onların mahrûmiyetlerini telĂ‚fîye calışmaktır.

İslĂ‚mî bir hizmet goruntusu altında, nefsin, şeytanın ve bĂ‚tılın hizmetkĂ‚rı olmak ise, aslĂ‚ “hizmet” olarak adlandırılamaz. Zira Ă‚yet-i kerîmede buyrulur:

“De ki: Size, amelleri bakımından en cok ziyana uğrayanları bildirelim mi? (Bunlar; ) iyi işler yaptıklarını sandıkları hĂ‚lde, dunya hayatında cabaları boşa giden kimselerdir.“ (el-Kehf, 103-104)

Dolayısıyla CenĂ‚b-ı Hakk’ın rĂ‚zı olmadığı bir yolda verilen emeklere “hizmet” denilemez. Gercek hizmet, hak bir yolda ve Allah rızĂ‚sı icin yapılan her turlu faaliyettir.

HİMMET

Yine aslî mĂ‚nĂ‚sıyla “himmet” kelimesi de, “mĂ‚nevî yardım” demektir.

Himmet taleb etmek; mĂ‚nen ust derecede olduğuna inanılan sĂ‚lih zĂ‚tlardan, muşkullerin hĂ‚lli veya herhangi bir murĂ‚dın hĂ‚sıl olması icin vesîle olmalarını istemektir. Bu ise, onların daha mustecĂ‚b, yani kabûle karîn olan duĂ‚larıyla gercekleşir.

Fakat şunu unutmamak gerekir ki her hususta “tevfik Allah’tandır”. Butun nîmet ve muvaffakıyetleri ihsĂ‚n eden; Allah TeĂ‚lĂ‚ʼdır. SĂ‚lih zĂ‚tların himmetleri/duĂ‚ları ise, sadece bir vesîleden ibarettir. Onların duĂ‚ları da CenĂ‚b-ı Hakk’ın kabûlune muhtactır. Allah TeĂ‚lĂ‚ dilerse kabul eder, dilerse etmez. FĂ‚il-i Mutlak, yalnız CenĂ‚b-ı Hak’tır.

SĂ‚lih zĂ‚tların duĂ‚larından istifĂ‚deyle mĂ‚nevî yardımlarını ifade eden “himmet” mefhumu da, gunumuzde -maalesef- “maddî yardım” mĂ‚nĂ‚sına hasredilmiştir. Ustelik bu maddî yardımın, Ă‚deta bir “harac” gibi zoraki alınması ise, “himmet” mefhumunun gonullerdeki musbet mĂ‚nĂ‚sını ciddî derecede kirletmiş bulunmaktadır. İnsanları boyle haksız fedakĂ‚rlıklara mecbur etmek ne kadar yanlışsa, bunu bir de “himmet” adı altında yapmak, daha ağır bir curumdur. Zira haksızlıklara dînî bir kisve giydirmek, gonullerin dîne-îmana olan muhabbet ve bağlılığının zayıflamasına sebep olur.

İTAAT, TESLİMİYET, SADÂKAT

Şunu aslĂ‚ unutmamak gerekir ki hicbir meşrû gayeye, gayr-i meşrû bir yoldan gidilemez. Bu yuzden, ulvî bir gayeye hizmet etme iddiĂ‚sıyla AllĂ‚h’ın yasaklarını mubah sayanlara aslĂ‚ itaat ve teslîmiyet gosterilemez. Zira bu bir itaat değil, isyandır. Halkın hercumerc olmasına, toplumun fitne-fesĂ‚da duşmesine sebeptir.

Peygamber Efendimiz -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem- şoyle buyurmuşlardır:

“Musluman bir kimsenin hoşlandığı ve hoşlanmadığı her hususta (idarecisini) dinleyip itaat etmesi gerekir; ancak kendisine, AllĂ‚h’a isyĂ‚nı gerektiren bir şey emredilmesi hĂ‚ric. Eğer kendisine, AllĂ‚h’a isyanı gerektiren bir emir verilirse, bunu dinleme ve buna itaat etme yoktur.” (Muslim, İmĂ‚re, 38)

Bunun icin mu’min, her hususta Kur’Ă‚n ve Sunnet’i yegĂ‚ne hakîkat olcusu bilmelidir. TĂ‚bî olduğu kimselerden gelen emir, tĂ‚limat ve telkinleri de bu hakîkat ışığında değerlendirmelidir. Ne olursa olsun dĂ‚imĂ‚ hakka uymalı, bĂ‚tıldan ictinĂ‚b etmelidir. Bilmelidir ki bĂ‚tıla itaat, hakka isyandır. Kur’Ă‚n ve Sunnet’e muhĂ‚lif bir emre itaat; -o emri veren kim olursa olsun- İslĂ‚m’a muhĂ‚lif bir davranıştır. Esas olan kişiler değil, İslĂ‚m’ın hudutlarıdır.

Bunun icindir ki peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı olan Hazret-i Ebû Bekir -radıyallĂ‚hu anh- dahî, halîfe secildiğinde verdiği hutbede şoyle buyurmuştur:

“Ey insanlar! En sĂ‚lihiniz olmadığım hĂ‚lde sizin başınıza halîfe secilmiş bulunuyorum. Şayet vazifemi hakkıyla yaparsam bana yardım ediniz! Yanlış hareket edersem beni îkĂ‚z ediniz!..

AllĂ‚h’a ve Rasûlu’ne itaat ettiğim muddetce bana itaat ediniz! Şayet AllĂ‚h’a ve Rasûlu’nun emirlerine riĂ‚yette kusur gosterirsem bana itaat etmeniz soz konusu olamaz…”[2]

Aynı hassĂ‚siyetin bir benzerini de Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-’ta gormekteyiz. Huzeyfe -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatır:

Bir gun Hazret-i Omer’in yanına gitmiştim. Evindeki bir kutuğun uzerine oturmuş sıkıntılı bir şekilde kendi kendine soyleniyordu. Yaklaştım ve:

“–Sizi uzen şey nedir ey Mu’minlerin Emîri?” dedim.

İdĂ‚reci iken yanlış bir iş yapmaktan korktuğunu ifade etti.

“–Bu mu sizi uzen şey, vallĂ‚hi yanlış bir iş yaptığınızda biz sizi duzeltiriz.” dedim.

“–Kendisinden başka ilĂ‚h olmayan Allah hakkı icin, benden yanlış bir hareket zuhûr ettiğinde hakîkaten beni duzeltir misiniz?” diye sordu.

“–Kendisinden başka ilĂ‚h olmayan Allah hakkı icin, sizden yanlış bir hareket gorduğumuzde mutlakĂ‚ duzeltiriz.” cevĂ‚bını verdim. Buna cok sevindi ve:

“–AllĂ‚h’a hamd olsun ki sizin icinizde, Muhammed -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-’in ashĂ‚bından, yanlışımı gorduğunde beni duzeltecek kimseler vĂ‚r etti.” dedi. (İbn-i Ebî Şeybe, Musannef, VIII, 154)

Yine Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- aynı hassĂ‚siyetle şoyle demiştir:

“En cok sevdiğim kimse, bana ayıp ve kusurlarımı haber veren kimsedir.”

Demek ki, peygamberler dışında hic kimse, hangi makam ve mevkide olursa olsun, hatadan-kusurdan berî değildir. Dolayısıyla AllĂ‚h’ın emrine uymayan bir hususta hic kimseye itaat ve teslîmiyet yoktur.

Yuce Rabbimiz; vatanımız, milletimiz ve ummet-i Muhammed uzerinde tuzak kurmak isteyenlere fırsat vermesin. Maddî-mĂ‚nevî değerlerimize sahip cıkma hususunda bizlere ve nesillerimize yuksek bir şuur, idrĂ‚k, firĂ‚set ve basîret ihsĂ‚n eylesin.

Âmîn!..




Dipnotlar:

[1] Bkz. et-Tevbe, 107-108.

[2] İbn-i Sa‘d, III, 182-183; Suyûtî, TĂ‚rîhu’l-HulefĂ‚, s. 69, 71-72; Hamîdullah, İslĂ‚m Peygamberi, II, 1181.


Osman Nuri Topbaş-Altınoluk Dergisi
2016 – Ekim, Sayı: 368, Sayfa: 032

__________________