Peygamberlik inancında mucizenin yeri ve anlamına dair[1]


İman kuru zihin, ispat meselesi değil. Allah’ın varlığının, birliğinin, belli bir kimseyi peygamber sectiğine dair beyanının salt akli-zihnî delili olamaz. İman az cok eşya ve hadisata karşı ruhani bir duyarlılıkla, icimizde ve etrafımızda olan biteni basiretle gozleyip maveraya meyyal olmakla başlayıp gelişen ve ardından –inkara şartlanmamış kimseler icin- muknî delillerle beslenip tasdik ve ikrara donuşen bir kalbî haldir… [Kalb ile tasdik, dil ile ikrar]
İman, insanın, gordukleriyle yetinemediği, zaman zaman kendisinde “her şey gorduklerimden ibaret olamaz, butun bunların otesinde bir şey olmalı, butun bunlar bir şeyi anlatıyor olmalı” dedirttiren fıtri bir tecessusle başlar…
İnsan olmamız da zaten gorunur olanın otesine gecmekle kendine has anlamını bulur… HÂsılı iman mahza zihnî değil, buyuk oranda kalbidir… Sezgiyle, ilgiyle olan bir şeydir…
Mukni delil, cedele karşı durabilen delil demek de değildir sonra. Dolayısıyla imana getirilen deliller, modern cedelci zihnin ortaya attığı yersiz ve mesnetsiz şuphelerle gucunden bir şeyler kaybetmiş olmaz. İnsan cedel yapmaya kalktığında onun karşısında hicbir şey duramaz. Cedel, yapıcı değil, yıkıcı bir akıl yurutme şeklidir… Bir duşunce sistemi inşaı icin değil, sistemi korumak, muarızları susturmak icin başvurulan bir yontemdir. İnsan yıkmak istedikten sonra onunde hicbir şey duramaz. Allah insana bu ozelliği vermiş. “Dileyen iman, dileyen kufretsin” diyor yuce Allah…(Kehf, 29) İnsanın cedel kabiliyeti olmasa, her şeye rağmen Allah’ı inkÂr diye bir şey de mevzubahis olmazdı…
Zihin yapımız itibarıyla ozgur varlıklarız. Aklımıza esen her şeyi, gercek ya da değil tahayyul etme, tasavvur etme kabiliyetimiz var. Vehmiyyatın sonu gelmez… Kufrun beslendiği alan burasıdır. Oysa hakikat bir merkeze, mahdud bir alana cağırır insanı…
[Hakikat var olandır. Var olmak bir şekilde taayyun etmek, kendine has bir mahiyet sahibi olmaktır. Aksi batıldır, kabaca “asılsız/gercekliği olmayan” demektir. Batıl yokluktur, yokluğun taayyunu olmaz, yani “yokluk” hadd-i zatında yoktur. Sadece zihnen/vehmen vardır ve sadece bir ifade bicimidir ve varlığı mahza dilseldir. [Bunun icin Kuran-ı Kerim batıl ilahları “onlar ancak sizin ve atalarınızın verdiği isimlerden ibarettir” (en-Necm, 23) buyruğuyla tanımlar.] Ayrıca yokluk, varlığa bağlı bir kavramdır, izafidir, şunun yokluğu, bunun yokluğu gibi mutlaka bir varlığın nakzı olarak gundeme gelir.
Şu akla gelebilir: Varlığı da mutlak kendi olarak tasavvur edemiyoruz. O da kendini bize “bir şeyin varlığı” formunda acıyor. Doğru, ama bu varlığın izafiliğinden değil, varlığın mutlaklığından kaynaklanıyor. İnsan mukayyed/sınırlı bir varlık olarak mutlağı mutlak olarak duşunemez. İlla bir şeye bağlar, o şeye gore duşunur…]
Evet, bunun icin hakikat belli başlı, muayyen bir şeydir… Batıl, hakikat olmasın da ne olursa olsun kabilinden her şeydir, kendisine hakikat dışında her şeyde ifademsi ozellik kazandırabilendir. Bu bakımdan batılın sonu yok… Bu bakımdan nur bir, zulmet cok… Bir gerceğe şupheyle yaklaşmak istiyorsanız aklınıza gelecek nakzedici ihtimallerin haddi hesabı yoktur…
Modern inkarcı zihnin de yaptığı bu. Bircok kelamcı sozkonusu ihtimalleri curutmekle uğraştığı icin tukendi, yıldı. İmam Cuveynî gibi, İmam RÂzî gibi. Bunun icin kelamdaki ana sistematik, batıl ihtimalleri tek tek savmaya donuk değil, bilcumle nakzetmeye ve hakikate varan yolu yine bilcumle tayin etmeye donuktur. Yer yer bazı mutavvel kelam kitaplarına yansıyan spesifik tartışmalar, ardı arkası kesilmeyen vehimler ve onlara verilen cevaplar bir yerden sonra hakla batıl arasındaki farkı buharlaştırıyor. Şaşıp kalıyorsunuz; detaylara fazla inildiğinde yanlışın yanlış olduğunu sarih ve carpıcı bicimde goremiyorsunuz. Aynı şekilde doğrunun doğru olduğunu da bu oranda hissedemiyorsunuz. Cunku evhamın ucu bucağı yok. Burada “koşe bucak hakkı arayacağım, batılı kovalayacağım” diye seğirtip durmak sonlu-sınırlı insanın kudretini aşıyor… Başı donuyor, yolunu, izini kaybediyor…
Modern inkÂrcı zihin, inanmamak icin bahane arıyor. Onunkisi tabii bir durum değil. Bir inkarcı, ağır ve olumcul bir hastalığa mubtela olduğunda zihni boyle işlemeyecek. Onun akıl dediği, haddizatında şımarık egonun bulanık bakışı.
“Bir insan zayıf, hasta duştuğunde tabii bir durum mu ki o vakit iman duygularının yukselmesini esas kabul edelim” diyebilirsin. Azgın ve şupheci bir insanın hali karşısında zayıf ve bitkin duşmuş bir insanın hali gerceğe, tabiiliğe cok cok daha yakındır… Acziyet, boyun bukukluğu, aradığımızı bulamamak oz yapımıza daha yatkın hallerdir… Şişkinlik, doygunluk, muktedirlik hepsi birer vehim… Etrafımızı saran gecici şartların, yanıltıcı hadiselerin gozumuze yansıttığı anlık goruntuler, illuzyonlar…
Şimdi modern inkÂrcı şahsın genel olarak irdelediği husus şu: Hz. Muhammed’in (s.a.v) yaşadığı donemde imkÂnsız gorulen, o gun izah getirilemeyen şeyler insanlara mucize gibi geldi. O gunun insanı bunları izah edemediği icin bunlar olsa olsa Allah’tandır dedi ve iman etti. Bugun bunlara izah getirebiliyoruz, bizim icin artık cok da olağanustu şeyler değil bunlar. O halde biz neden iman edelim?
İlk olarak diyelim ki; bugun mucizelere dair getirilen izahlar kesin ve ikna edici değil. Her izah, gerceği, vakıayı olduğu gibi resmediyor, kunhunun net fotoğrafını veriyor değildir. Adı ustunde, bunlar birer izah, yani sahibinin birer yorumu. Doğrunun mutlak resmi değil; gorenin, konuşanın doğruya dair intibaı ve hadiseyi anlamlandırma bicimi. Hadisenin kunhunu bilemediğimiz icin getirilen izahın ona birebir denk duştuğunden emin olamıyoruz, sadece bugune kadar gizem arz eden bir şeyi bizim icin anlaşılabilir kıldığı icin bir hoşnutluk, bir tatmin duygusu oluşuyor ve bunun sevkiyle ilgi duyuyoruz bu izahlara. Sorgulamış değiliz tam olarak.
İkinci olarak diyelim ki, soz konusu izahlar doğru. Bu yine de Hz. Peygamber Efendimiz’e olan imanı sarsacak bir şey değil. Mucize, Allah’ın insanlar arasından sectiği birini onaylaması, onayladığını diğer insanlara gostermesi demektir. Bu onay da tabiatıyla her insan tarafından yapılamayacak olan işlerle ortaya cıkar. Biz bir peygamberin mucizesiyle karşılaştığımız zaman tabii olarak şoyle duşunuruz: Bu kimse peygamberlik iddiasında bulundu ve ispat icin boyle olağanustu bir hal sergiledi. Bunu bir insanın yalın kendi imkanlarıyla yapması mumkun değildir. Bu olsa olsa Allah’ın yardımıyla, desteğiyle olmuştur. Demek ki Allah bu kimsenin peygamberlik iddiasını onaylıyor.
İşte mucizedeki temel espri, onun, yalın insan gucuyle gercekleştirilemeyecek bir şey olması dolayısıyla Allah’ın o kimseye yardım ettiğine ve onun peygamberliğini onayladığına işaret etmesidir. Bu espri ne zaman anlamını kaybederse mucize de o zaman anlamını kaybeder. Peki, bu espri ne zaman anlamını kaybeder? Soz konusu halin insan gucunu aşan bir şey olmadığı ispatlanırsa anlamını kaybeder. Buna terminolojide muaraza denir. Yani peygamber insanlara olağanustu haller sergiler, sonra da biri ortaya cıkıp “bu haller senin Allah tarafından onaylandığını gostermez. Bunları ben de yapabilirim” der ve dediğini yaparsa mucize anlamını kaybeder. Zira bu durumda ortada insan gucunu aşan bir durum olmadığı icin Allah’ın inayetinden de onayından da soz edilemez.
Şimdi sormak lazım; bugune kadar herhangi bir peygamberin gosterdiği mucizeyi yalın kendi imkanlarıyla gosterebilen kimse olmuş mudur? Eğer boyle bir şey ispatlanabilirse o zaman mucizeyi de peygamberliği de tartışabiliriz. Aksi takdirde insanlar mucizeye karşı koyamadıkları/muaraza yapamadıkları surece ardındaki ilahi onayı gormek, nubuvveti kabul etmek durumundadır.
İkinci olarak şunu sormalıyız: Mucizeye getirilen izahla mucizenin insanustuluğu arasında bir tezat ilişkisi kurulabilir mi? Dolayısıyla mucizeye getirilen bilimsel izahlar mucizedeki temel espriyi anlamsızlaştırır mı? El-cevap, yapılan izahlar tutarlı ve gercekci olsa bile mucizenin insanustu tabiatına halel getirmez. Mesela bugun tabiata dair insanoğlunun getirdiği yığınla izah var. Bu izahların hicbiri tabiat hadiselerinin insan gucunu aştığı gerceğini yalanlamıyor. Hicbiri tabiatın insan tarafından idare edildiğini gostermiyor. Bu izahların bircoğuna katıldığımız halde tabiatın Allah tarafından tedbir ve tedvir edildiğine inanmaktayız. Demek oluyor ki izah faili-musebbibi perdelemiyor… Demek oluyor ki, velev mucizelere bir kısım izahlar getirilmiş olsa bile bu izahlar soz konusu hallerin insanustu haller olduğu gerceğiyle catışmaz. Olağanustu halin izahı başka şey, onun olağanlığını, dolayısıyla sadece peygamberlerin değil, isteyen ya da calışan, kendini geliştiren herhangi biri tarafından da yapılabilecek bir şey olduğunu ispatlamak ayrı şey.
Kaldı ki bilimsel teorilerin mucizelere getirdiği izah nasıl bir şeydir?! Buraya kadar farzı muhal kabilinden konuştuğumu belirtmeliyim. Bilimin olağan hadiselere izahlar getirdiğini biliyoruz. Mucizeler olağanustu hadiselerdir. Ozu itibarıyla olağan olsalar bile olağandışı şartlarda gercekleştikleri icin yine olağanustu sayılırlar. Kutuğun ağlaması ne kadar olağan bir durumdur ki bilim ona bir izah getirebilsin.
Gecmişte bu konu sihir, keramet bağlamında tartışılmış, mucizeye konu olan olağanustu halin bir benzerinin asla gercekleştirilemeyeceğini savunanlar olmuştur. Bu sadette Mutezile mucizenin bir benzeri olacağı/onunla karışacağı ve mucizedeki temel espriyi izale edeceği endişesiyle sihir ve kerameti reddetmişlerdir.
İmam Amidî bunlara eleştiri sadedinde “mucizenin, başka hicbir insan tarafından gercekleştirilemeyecek bir şey olması şart değildir”, der. “Mucizede onemli olan, yalın olağanustuluk değil, peygamberliğin tasdiki anlamına gelebilecek surette olağanustuluktur”, der. Ne sihirbaz, ne kahin ne de velinin elinden sudur eden olağanustu hal peygamberlik iddiasına mukarin değildir. Dolayısıyla bu haller ne kendilerinin peygamber olduklarını gosterir ne de peygamberlerin peygamberliğini nakz eder.[2]
Bundan anlaşılıyor ki mucizeye konu olan olağanustu halin gunun birinde gercekleşmesi teorik olarak imkansız değildir. İmkansız olan, bunun peygamberlik muessesesiyle catışacak bicimde gercekleşmesi ya da herhangi bir peygamberin peygamberliğini nakzedici ya da onun verdiği kesin bilinen bir haberi tekzip edici surette gercekleşmesidir.
Gerci ortada bu meseleyi irdelemeyi gerekli kılacak bir durum yok. Cunku hala soz konusu mucizeleri yapabilen bir insan teki yok ortada… Kehanetle, peygamberin gaybdan haber vermesi bambaşka şeyler… Kehanet, bin bir yalanın icinde bir doğru, o da puslu… Kuran’ın haber verdiği, mesela Rum suresinin başındaki hadise… Gun gibi ortada… Bir ozlemi, beklentiyi dile getirmiyor ki… Aksine net bicimde haber veriyor… “vehum min ba’di ğalebihim seyağlibûn” diyor… “Onlar bu mağlubiyetlerinden sonra yakında galip geleceklerdir”. Hatta bir tahdit de var… “Fi bid’ı sinîn” diyor… Gelecek 9 yıl icinde… İki buyuk imparatorluğa dair cok değil, sadece azami 9 yıl gibi bir zaman tahdidi… Sonuc aynen Kuran-ı Kerim’in buyurduğu gibi cıkıyor.
Ama Kuran boyle şeylere pek tenezzul etmiyor, insanlar dunyaya değil, ahirete dair verdiği haberlere kulak versin istiyor… Oyun oyuncakla uğraşmasınlar, yaklaşmakta olan ebedi gercekle ilgilensinler diyor… Din gizem merakımıza hitap eden bir kurum değil… Din basirete hitap ediyor ve basiretli aksiyona davet ediyor… “Burada”, “burayı” ve “bu zamanı” inşa etmek uzere… Bizi gizemli geleceğin pasif, meraklı seyircisi değil, bugunun inşasıyla ongorulebilir bir geleceğin failleri/fatihleri kılmak istiyor… Bunun icin uykudan, ruyadan, gizemcilikten, ezoterizmden uyandırıyor… Bunun icin sık sık bunlara atıf yapmıyor… Donemin -maalesef bugun de oyle; astroloji hala cok gozde bir alan- yaygın zaafı olan ezoterizmden fiilî gercekliğe cekmek istiyor insanı…
Kehanetin mucize karşısında bir şuphe gerekcesi kılınamayacağı acık da bugun gelişen teknik imkanlar kullanılarak bazı mucizelerin gercekleştirilmesi durumunda ne dememiz gerekir? Mesela Hz. İsa’nın alaca hastalarını iyileştirdiğini biliyoruz. Yine insanlara evlerinde sakladıkları yiyecekleri soylediğini de biliyoruz. Bugun gelişen tıp teknikleri-teknolojisi kullanılmak suretiyle alaca hastaları tedavi edilse ya da gizli kamera, uydu vs. yontemlerle insanların ozel halleri carşaf carşaf ortaya serilse –ki seriliyor- bu durum mucizeye muaraza olarak gorulebilir mi? Elcevap, gorulemez. Mesele bunları yalın insan gucuyle ortaya koymak, herhangi bir arac-gerec kullanmadan yapabilmekti. Peygamberler bunları herhangi bir arac-gerec kullanmadan yaptı. Boylece insanustu bir fiil ortaya koymuş, bu yolla ardındaki ilahi inayet ve tasdiki ispatlamış oldu.
Ayrıca Peygamber Efendimiz’in peygamberliğinin ispatı tabii ki olağanustu halle sınırlı değil, kişilik, soz, tavır ve ahlak olarak da guven veren bir şahsiyet olmak gerekiyor… İmam TeftÂzÂnî bunları da mucizeye raci sıfatlar olarak gormek suretiyle haklı olarak mucize perspektifimize genişlik getiriyor. Ayrıca kimse sireti konuşmuyor. Hz. Peygamber’in (s.a.v) en buyuk mucizesi Kur’an ve sirettir. Kur’an’ı sağa sola cektik, sundurduk kestik sesini.. Ya siret, o kısacık zaman diliminde gercekleştirilen inanc, ahlak ve şehir/medine-ummet harikası…
Nitekim peygamberlerin tek sıfatı mucize gostermek değil, onların en temel ozellikleri Allah’tan vahiy almalarıdır. Allah’ın vahyinin tek gostergesi mucizeler değil, vahyin urunu olan inanc, hayat ve ahlak da hem daha umumi hem de daha kalıcı gostergelerdir. Gerek Hz. Peygamber Efendimiz’in hayatında gerekse tesis ettiği dinde ve yetiştirdiği seckin ummetin genel portresinde bu gostergeyi acıkca gozlemleyebiliriz. Mucize, sıradan insanlara hitap eden ve daha cok inkara karşı susturucu, mat edici bir unsur olarak kullanılan bir yontemdir. Bunun icin ekseriya bir talep uzerine gercekleşirler. Hal boyleyken meseleyi ısrarla mucize bağlamına cekmek ve elde sadece olağanustu gorsel haller anlamında mucize varmış gibi yansıtmak da şartlanmışlığın, manipulasyonun bir başka boyutu…
Son olarak şunu da hatırlatalım: mucize ve peygamberlik inancı, Allah inancına dayalı bir meseledir. Bunun icin kelamda nubuvvet bahsi ilahiyat bahsinden sonradır. Allah’ın varlığını kabul etmeyen bir kimseyle mucizeyi ve peygamberi konuşamayız… O kimseyle once Allah’ın varlığını konuşmak lazım…


[1] Bu yazı Talha Hakan Alp hocanın bir soruya verdiği cevabın derlenmiş halidir.

[2] Âmidî, ĞÂyetu’l-merÂm, 287.


darulhikme sitesinden alıntıdır.
__________________