Yaratılıştaki Adalet
İnsanda cok garip his ve duygular vardır. Coğu kez kendinde bulunan nimetlerin, değerlerin ve kıymetlerin farkına varmaz da, olmadık şeyleri anlaşılmaz bir hırsla ister, durur. Hep gozunu yukseklere diker, şukru unutur. Hatta bazen haddini aşar, yaratılışı sorgulamaya kalkışır. İleri-geri sorular sorarak, aklı ve fikri karıştırır.
Mesel şoyle der:
“Ben at arabacısı Ahmet Emminin oğluyum, sen ise toprak ağası Huseyin Ağanın oğlusun. Bu nasıl adalet? Bir insan Kuzey Kutbu'nda kar icinde bir eskimo olarak yaratılmış, diğeri ise Bill Gates’in yuz milyar dolarlık zenginliğine mirascı olarak? Bu yaratılışta nasıl bir adalet var? Hem ben niye Sakıp Sabancı’nın cocuğu olarak yaratılmadım ki?”
Enteresan sorular bunlar. İnsanlar, bu ve benzeri soruları, ya acıktan birilerine sormuşlar veya ister istemez zihinlerin bir koşesinde yer etmiş, kişiyi meşgul etmiştir.
Bu soruların akla gelmesinin, acıktan sorulmasının veya itiraz ederek meseleye ters bir noktadan yaklaşılmasının en birinci sebebi kişinin kendisindeki değerlerin ve kıymetlerin farkında olmamasıdır. Ya da kendisine verilen yuzlerce maddî ve mÂnevî vucut mertebelerini doğrudan fark edememesidir. Gozunu farklı noktalara dikerek haddini aşmaya veya hak etmediği şeye ulaşmaya calışmasıdır.
Şimdi gelin isterseniz once bizde var olan değerlerin farkına varalım.
“Şu guzel dunyada yaşayan insanın en onemli kıymet ve değeri nedir?” diye sorulsa, elbette ki hic şuphesiz hayat denecektir. Zira hayat olmadan hicbir şey olmaz. Olu insan ne soru sorabilir, ne duşunebilir, ne gorebilir, ne duyabilir v.s. Hayat insanın belki de en onemli cevheridir. Hayat oyle kıymetli, oyle değerli bir şeydir ki, bu değer maddî bir şeyle olculemez. Şimdi dense ki bir insana “Sana Bill Gates’in yuz milyar dolarlık servetini vereceğim, gel şu hayatını ver.” O insan alık alık yuzune bakacaktır. Belki de “Deli mi bu adam ne? Hayat olmayınca ben yuz milyar doları ne edeyim?” diyecektir. Bırakın yuz milyar doları, belki dunyayı verseniz hayatın değerini karşılamayacaktır. Cunku hayat olmaz ise, dunya da bir işe yaramaz. Demek ki hayat, şu dunya ve dunya icindekilerden cok daha değerli bir kıymettir.
Yıllar oncesinde, bir arkadaş “Arkadaşlar ben milyarder oldum” demişti bize. Bizler de “Galiba bizim arkadaşa piyango cıktı” diye hem sevinmiş, hem de şaşırmıştık.
“Peki nasıl milyarder oldun?” diye sorduğumuzda, cevap beklediğimizden de şaşırtıcı idi:
“Arkadaşlar şimdi biri cıksa, ‘Şu iki gozunu bana ver, sana bir milyar vereceğim’ dese verir misiniz?”
“Hayır. Asla!”
“Ben de vermem. Oyleyse ben milyarderim.”
Baktık, doğru soyluyor arkadaş. Meğer hepimiz bir milyardermişiz de haberimiz yokmuş, o anda farkına vardık.
Gercekten de oyle değil mi? İnsan bir gozunu, bir kulağını, bir beynini maddî bir değerle veya altın ve para ile olcebilir mi? Akıllı bir insan icin mumkun değil. Bırakın maddî değerlerimizi, tek bir his ve duygumuzu dahi maddî bir değerle olcmek mumkun değil. Kim sevgisini bir maddî değere değişir?
İşte her bir insan, yuzlerce maddî ve manevî cihazla donatılmış. Her biri de, paha bicilemeyecek kadar değerli. Bu sebepledir ki, insan, kÂinat icinde en değerli bir mevkide yer almıştır. KÂinattaki en kıymetli mevcut, insandır. Ve butun insanlara da, hayat, yaşamak, goz, kulak, his, akıl, duşunce gibi temel değerler gerektiği kadar verilmiş. Bu kadar muhim, bu kadar harika, bu kadar hayatî nimetler yanında, insanlar arasındaki sosyal farklılıklardan doğan nimet farkları goze gozukecek kadar buyuk ve onemli değildir. Zira Ahmet Emminin oğlu da, Huseyin Ağanın oğlu da hava solur, guneşin ısı ve ışığından istifade eder, birkac bardak su icer, akşam olunca da birkac tabak yemek yer. Gece olunca yatar, sabah olunca uyanır, kalkar. Yoksa Huseyin Ağanın oğlu bin tabak yemek yemiyor? O da bir iki tabak yemek ve bir iki bardak su iciyor. İşte insan oncelikle kendisine verilen bu paha bicilmez kıymetlerin farkına varmalı, sonra da bu değerleri veren Rabbine teşekkur etmeli.
Şimdi bir insan duşunun ki, kendisine cok değerli hediyeler ve makamlar verilerek minare başına kadar cıkmış, bir irtifa kazanmış. Eğer bu insan minare başında, kendisine verilen bu makama şukretmeyip de, kendi zaviyesinden farklı gozuken diğer yuksek minarelere bakarak onlara ozense, minare başından ayağı kayıp duşme ihtimali var.
Aynen oyle de, insan ne bitki, ne bocek, ne sinek, ne kuş, ne de başka bir hayvan olarak yaratılmış. İnsan olarak yaratılmış, kıymettar bir vucut ve hayat, ruh, his, akıl, fikir ve şuur verilmiş. MahlûkÂt icerisinde en yuksek mevkie cıkarılmış. Yuzu ebedî Âleme cevrilerek dunya kadar, belki kÂinat kadar bir ebedî mulk vaat edilmiş. Şimdi bu kadar nimet ve ikram karşısında hÂl hak iddia etmeye kalkışırsa, hÂl yaratıştan dolayı adaleti sorgulama haksızlığında bulunursa, cidden buyuk bir haksızlık etmiş olur?
Hem insanın ne hakkı var ki adalet ve hakkı sorgulasın? Hak etmediği makam ve mevkie gozunu diksin?
Hakkı olmadığı bir şey hakkında hak iddia etsin?
Şimdi hak dediğimiz şey nasıl gercekleşir insanlar arasında? Gidersiniz bir işte calışırsınız, emek harcarsınız, vakit harcarsınız, ter dokersiniz. İşin sonunda patrona doner, “Calıştım, ter doktum, hakkımı ver, ucretimi ode” dersiniz. Şayet patron emeğinizin tam karşılığını vermez ise, o zaman hak iddia edebilirsiniz.
Peki insanın yaratılıştan dolayı CenÂb-ı Hakka bir hak iddia etmeye hakkı var mı? Biz bu vucudumuzu, hayatımızı, aklımızı, ruhumuzu ve diğer azalarımızı hangi emek karşısında aldık? Bunların hangisi icin ter doktuk? Elimiz icin mi, gozumuz icin mi, hayatımız icin mi, ruhumuz ve hislerimiz icin mi? Hangi şeyimiz icin ter doktuk? Akıllı ve vicdan sahibi bir insanın bu soruya vereceği cevap, “Ya Rabbi, bu kadar nimetten dolayı sana teşekkur ederim” olmayacak mıdır? Olmazsa, buna nasıl insan denir?
Ustelik Allah bizi yaratırken elimize bir liste tutuşturmuş değildir. “Hayatınızı, duygularınızı, azalarınızı siz secin” dememiştir ki, listeye bakıp sectiğimiz değerlerle bize verilen değerleri karşılaştırıp da bir hak iddia edelim.
İnsan hic hakkı olmadığı bir hakta iddia etmemeli hak.
Adalet tum incelikleriyle tecellî ediyor mulkte, dikkatli gor, bak. Evet, CenÂb-ı Hak her bir mahlûkunu vucut sahasına cıkarıp, hayatını devam ettirecek her şeyi yaratarak, her hak sahibine hakkını vermiş, adalet-i mutlakasını gostermiştir. Biz insanlar icin de hayatı ve hayatın ihtiyaclarını eksiksiz yaratarak, yine adaletini tam olarak tecellî ettirmiştir. Hikmeti gereği, insanların duyguları inkişaf etsin, insanlar mukemmele ersin, kabiliyetleri acığa cıksın, insan gercek bir insan olma yolunda yurusun diye de bazı sosyal farklılıklar yaratmıştır. İnsanlar bu farklılıkları doğru anlayıp, doğru yonlendirdikleri zaman, o zaman gercek insan olurlar.
Bu noktada sormak lÂzım. Kişi hÂl merhum Sakıp Sabancı’nın cocuğu olmayı ister mi acaba? Zannetmiyoruz. Ama yine de istemeyi duşunenlere hatırlatalım. Merhum Sabancı’nın cocuğu ozurludur. Zamanında bir programda izlemiştim. Sakıp Ağa diyordu ki: “Cocuğum bir kez bana ‘baba’ dese, şu servetimi vermeye razıyım.” Allah rahmet eylesin, yureği yanık bir baba olan Sakıp Ağanın bu sozu insanı hem duygulandırıyor, hem de duşunduruyor.
Evet, Allah her şeyi adaletle yaratır, hikmet ile tanzim eder.
Kula duşen gorev ise verilen vucut mertebelerinin şukrunu ed etmektir.
Akla gelebilen bir başka soruya da kısa bir cevap vererek noktayı koyalım.
Soru şu:
“Bir insan duşunun ki Rusya’nın ucra bir koşesinde dunyaya gelmiş. Diğeri ise Mekke’nin Asr-ı Saadetinde, Peygamberin (asm) dizi dibinde. Burada bir eşitsizlik yok mu?”
Hayır! Bir eşitsizlik yok.
Mulkte, adalet en ince bir hikmet icinde tecellî ediyor. Adalet ise şartları goz onunde bulundurarak en doğru kararı vermektir. İmtihan kişiye verilen ve oğretilen bilgiye gore yapılır. Şimdi siz ilkokul şartlarındaki bir cocuğu muhendislik fakultesinin sorularından imtihan edemezsiniz. İşte bu sebeple İslÂm uleması dunyanın ucra bir koşesinde, hicbir şeyden haberi olmayan, hak dinin bilgileri ve teklifleri kendine ulaşmayan bir kişinin o şekilde olurse kurtulacağı hakkında hukum vermiştir. Bu meselenin bir tarafı.
Diğer yandan ise yine yaratılışta tam bir adalet var. Cunku yaratılan her insana akıl, fikir, duşunce, vicdan ve his verilmiş. İnsan, kendisine verilen bu cihazlarla her zaman hakkı aramaya, hakkı bulmaya ve doğruyu yapmaya karşı da meyilli yaratılmış. İnsan, kendisinde bulunan serbest davranma hurriyetini doğru yolda kullanarak her zaman hakkı ve doğruyu bulabilir. Bu noktada Peygamberin (asm) dizi dibinde yetişenin fazladan bir avantajı olmadığı gibi, cok uzak diyarlarda yaratılan birisinin de cok fazla dezavantajı yoktur. Duşunun bir Ebu Leheb’i. Peygamberimizin amcası olmasına rağmen ebedî lÂnete uğramış, hanımı ile birlikte Cehennemin odunu olmuşlar. Peygamberin amcası olması, hicbir işine yaramamış. Ote yandan Selman-ı FÂrisî, t Fars diyarından yalın ayak, baş acık gelip Sahabi olma şerefine ermiş.
Cevremize bir bakalım şoyle. Bu gun yuzlerce Musluman ailenin cocuğu, Musluman bir diyarda yaratılmasına rağmen cok buyuk sıkıntı icinde. İslÂm diyarından uzak dediğimiz bir Yusuf İslÂm ise Musluman olmakla şereflenip İslÂm icin buyuk hizmetler yapıyor.
Netice-i kelÂm:
Allah, her insana, hakkı gorup bilecek kadar akıl ve irade vermiş. Adalet-i mutlakasını tecellî ettirmiş. İnsan eğer ki bu akıl ve iradesini hak yolda kullanırsa, iman edip Allah’a guvenirse doğru bir iş yapmış olur. Aksi takdirde ebedî husrana uğramaktan kendini kurtaramayacaktır.
Halil Akgunler
.
__________________
Yaratılıştaki Adalet
Dini Bilgiler0 Mesaj
●25 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Yaratılıştaki Adalet