
Gelse ne yaparız?
Bugunlerde Kutlu Doğum heyecanı yaşanıyor. Her yerde kutlamalar, sempozyumlar, paneller yapılıyor.
Televizyonlar birbiri ardına programlar yayınlıyor. Mevlitler okunuyor, guller dağıtılıyor. Pasta kesen bile var. Herkes O'nu en guzel şekilde anmanın peşinde. Radyoda Mehmet Emin Ay'ın sesinden Arif Nihat Asya'nın na'tı yukseliyor. "Gel ey Resûl bahardır, Hac'dan doner gibi gel, Mirac'tan iner gibi gel, Bekliyoruz yıllardır" ve devam ediyor: "Nerede kaldın ey Resûl, Nerede kaldın ey Nebi!" Bir an duşundum, "Gel" demek kolay da; gelirse ne yaparız?
Bir akşam kapımızı calsa ne yapardık? Hangi evimizde misafir ederdik O'nu; yazlıkta mı kışlıkta mı? Hasırlar sırtında iz bırakmış Efendimiz'i hangi marka koltuklarda ağırlardık? Salonumuzun ortasında heyûla gibi duran plazma televizyonun karşısına mı otururdu yoksa gormesinden utanıp daha mutevazı oturma odasına mı alırdık?
Ne ikram ederdik kendisine? Aclıktan karnına taş bağlamış Allah Resûlu'nun sofrasına kac ceşit yemek koyardık. "Midenin ucte birini doldurun" emrini her gun tekrarladığımız O kutluya nasıl bir sofra hazırlardık?
Televizyonumuzu acmasına gonul rahatlığıyla musaade eder miydik? Yoksa hangi dizileri izlediğimizi gormesin diye caktırmadan fişi mi cekerdik? Dini hassasiyeti yuksek kanallarımız hangi reklam kuşağını teftişe arz ederlerdi acaba? "Senin NÂm-ı celîlini duyurmak icin butun gayretimiz" derken ne hissederdik?
Evlerimizin onemli bir aksesuarı haline gelen kitaplıklarımızda inci gibi dizilmiş kıymetli eserlerin bir goruntuden ibaret olduğunu da anlar mıydı? Kur'an'ın kılıflara hapsedildiği gibi, kitapların raflara mahkûm edildiğini de hisseder miydi? Ya da O'na yeni yetişen dindar(!) kızlarımız icin cıkarılan bilmem ne moda dergisinin tirajının nerelere ulaştığını mı anlatırdık?
"Bak ummetin ne kadar zengin oldu. Tanınmasınlar diye emredilen tesetturun bile modasını cıkardılar. Renk renk, desen desen eşarplara, pardesulere cuvalla paralar harcadılar. Sonra perdesuleri de terk ettiler. Şimdi artık pantolon giyiyorlar. Buna da kimsenin bir şey demesine tahammul edemiyorlar." diyebilir miydik?
Fatıma'yı da getirse yanında sevinir miydik? Değirmen taşı cevirmekten elleri, su taşımaktan omuzları nasır tutmuş Peygamber kızını bilmem hangi markanın "tesettur defilesi"ne mi davet ederdik yoksa en son aldığımız kıyafetlerden mi bahis acardık? Katıldığımız hayır etkinliklerini anlatırdık ballandıra ballandıra. Duzenlediğimiz kermeslerden bahsederdik uzun uzun. Evimize aldığımız hanım yardımcıya yaptırdığımız dolmaları, borekleri nasıl fedakÂrca(!) kermese bağışladığımızdan dem vururduk.
Ya Âişe validemizle gelse halimiz ne olurdu? "Aylar gecerdi de Peygamber'in evinde kazan kaynamaz, esvedeyn (hurma ve su) dışında bir şey yenmezdi." diyen muall validemizi kac ceşit ikramla ağırlardık? Tatlıdan tuzluya, ekşiden zeytinyağlıya ceşit ceşit ikramları dizip self servis mi yapardık yoksa kendimiz mi ona ozel bir tabak hazırlayıp verirdik?
Omrunu ilme adamış, yuzlerce talebe yetiştirmiş bu mustesna kadına, "Ayol biz de hayır işlerinde koşturuyoruz. Bir derneğimiz var, orada ballı, borekli toplantılar yapıyoruz. Aynı kıyafeti iki toplantı ust uste giymiyoruz. Populer tarihcileri, yazarları, psikologları cağırıp ucretlerini de odeyerek sohbetler ettiriyoruz. Cok bereketli oluyo valla!" diye mi anlatırdık "hizmetlerimizi!"
Ya beylerimiz ne yapardı? Nebiler Sultanı'nı nasıl ağırlarlardı? "Sunnet"ten tek anladıkları ikinci evlilik olan "dindar" beyler iftihar ederler miydi bu sunnet hassasiyetlerinden? "Allah, kuluna verdiği nimetin eserini uzerinde gormek ister" buyurmuştun YÂ Resûlallah! Biz de bu nimetleri gostermek icin elimizden geleni yapıyoruz. En pahalı arabalara biniyoruz. İmam nikÂhıyla da sunnetini ihya ediyoruz. Artık beş yıldızlı otellerimiz var. Bizim hassasiyetlerimize gore hizmet veriyorlar. Oraların bir gecelik ucretiyle, yurtdışında bir oğretmen bir ay idare ediyor ama olsun, arada tatil de yapmak lazım. Hamd olsun nereden nereye geldik" diye anlatırdık halimizi herhalde!
"İşcinin ucretini alın teri kurumadan verin. Yediğinizden yedirin, giydiğinizden giydirin." hadisini yuz defa duyan ama hÂl işcisini sigortasız calıştıran dindar işveren, fabrikasına davet edebilir miydi Efendimiz'i? "Yalan soylemek, emanete riayet etmemek, sozunde durmamak munafık alametidir." hadisini neredeyse ezberlemiş Musluman, odemediği ceklerinin, geciktirdiği senetlerinin, ciğnediği kul haklarının cetelesini de arz eder miydi?
"Melik peygamber değil, kul peygamber" olmayı tercih eden, kendini "kuru ekmek yiyen kadının oğlu" olarak tanıtan, fetih gunu Mekke'ye girerken bineğinin eyerine kadar başını eğen O En Buyuk İnsanı hep anlattı hocalarımız. İşcisine selam vermeyen patron, hademenin halini sormayan yonetici, kendisine emanet edilen makamı adeta mulk edinen idareci, muessesesine bekler miydi Allah Resûlu'nu?
"Sabahlara kadar ibadet etmekten ayakları şişerdi" diye anlattığımız Nebiler Serveri, bir gece semamıza suzulse, kac tane yanık sineye şahit olurdu? Gecenin zuluflerinde seccadesini sermiş, gozyaşıyla insanlığın derdine ağlayan bir muzdarip gorur muydu? Kac hanenin kandilini yanıyor bulurdu teheccud vaktinde? "İşte benim evim" diyeceği kac ev sayardı? "Işık evleri" mi, evlerin ışığını mı arardı?
"İnanmıyorlar diye kendini helak edecek kadar" muzdarip O Yuce Kamet, kendilerine emanet edilen oğrencilerin dertleriyle kıvranan oğretmenleri, mudurleri mi gorecekti geldiğinde, yoksa kelle sayısıyla ovunen kemmiyet meftunlarını mı? Haftalık toplantıya bir defa gelmeyen esnafın derdiyle, civcivini kaybetmiş tavuk gibi oradan oraya koşan bir dertliye mi şahit olacaktı Efendimiz, "gelmezse gelmesin, o olmasa da bu işler yurur" diyen mirasyediye mi?
Sorular boyle uzayıp gidiyor. Yanlış anlaşılmasın, kendime dedim bunları. Hepsini kendi suratıma carpıyorum soylediklerimin. Ve utanıyorum, hem de cok utanıyorum. Kutlu doğumu da kendimize benzettik; pasta keserek kutluyoruz. Kur'an kılıflara hapsoldu diye dovunuyoruz. Efendimiz'le irtibat da yakaya takılan gulle sınırlı kalmasın!
kaynak
__________________