Coğu kimse olume, her şeyin sona ermesi, bir yok olma, bir inkıraz, bir cozulup dağılma ve topraklaşma nazarıyla bakar ve kat'iyen onunla yuz yuze gelmeyi arzu etmez. Hastalık, yaşlılık, harb u darp, trafik kazaları ve deprem gibi olum sebebi sayılan hÂdiseler zuhur ettikce, o da tir tir titrer; kabrin yalnızlık ve vahşetini duşunerek urperir ve hayatını tahammul edilmez bir azaba cevirir.. evet boylelerine gore, insan olunce her şey biter. Ceset toprağa donuşmek uzere ebedî istirahatgÂhına tevdî edilir. Her şey ve her yer yokluğun karanlığına gomulur; şÃ‚irin ifadesiyle: “Artık guneş gorunmez olur, rahatca dal, olum sonu gelmez bir uykudur.” Ebed icin yaratılan, ebede namzet bulunan bir insanın boyle bir telÂkki ile ne kadar muzdarip olacağı acıktır. Boyle bir ebed arzusunu, vicdanını dinleyen biri: “Butun dunya benim olsa, gamım gitmez, nedendir?” diyerek seslendirir ki, uzerinde durulmaya değer.

Oysaki olum, bir yok olma, bir inkıraz, bir cozulup dağılma, bir hiclik, bir tukeniş olmadığı gibi, kabir de bir topraklaşma cukuru, bir yalnızlık ve vahşet hucresi değildir. Olum, yaratılırken belli bir plÂn, program, hikmet ve maslahata gore yaratılan insanın, yine bir plÂn ve programa bağlı olarak bir buuddan başka bir buuda intikali, bir hÂl değişikliği gecirmesi, amellerinin urunlerine gore farklı bir surece girmesi ve neticede vatan-ı aslîsine donerek, inanc ve davranışlarının belirleyiciliği ile tabiî, mustakim ruhların ic ice vuslatlar koridoruna girip, Yaratan'la “bî kem u keyf” yuz yuze gelip goruşmeye yurumesi ve rıdvan yudumlaması demektir. Keza kabir de, gorulup zannedildiği gibi karanlık bir kuyu, yoklukla muhat bir cukur ve tecrid odası değil, aksine, aydınlıklara acılan bir kapı, insanı nûrÂnî Âlemlere taşıyan bir koridor ve ruhun otelere yukselmesi adına bir rampadır. Hazreti ŞÃ‚hid-i Ezelî karşısında resmigecit vazifesini tamamlayan veya asker olarak bulundukları bu dunyada engin bir hizmet şuuruyla imanlarını ibadetlerle, ibadetlerini de ihsanla derinleştirip ebedî bir mutluluğa tam hazırlanmış olanlar yururler bu koridordan gozlerin gormediği, kulakların işitmediği tasavvurları aşkın saadetlere.

Evet olum, bizim icin, her zaman ruhun dolaşıp durduğu cok buudlu bir mekÂna ve cok derinlikli bir zamana, kulluk vazifesinden terhis mÂnÂsına, Cenab-ı Hakk'ın “Haydi şimdi butunuyle bana gel!” demesinden başka bir şey değildir. O'nu gonulden tanıyıp sevenler icin bu “gel” deyişin uslûbunda oyle bir iltifat ve oyle baş dondurucu bir teveccuh vardır ki; “Ey gonlu itminana ve huzura ermiş ruh! Sen O'ndan, O da senden razı olarak don Rabbine.! Katıl has kullarıma ve gir Cennetime!” şeklindeki cağrıyı alan ruh, bir dakika bile burada kalmak istemez. Zira bu cağrının mÂnÂsı, dunyanın sıkıntı, dağdağa ve boğucu havasından sıyrıl.! Yitirdiğin Cennet'e ve ruhun asıl yurduna don, demektir. Olumu, bu mÂnÂda bir iltifat cağrısı kabul edenler, dunyaya gelişi bir memuriyet ve askerlik, ondan ayrılışı da bir terhis, bir ikinci doğum ve bir ebedî varoluşa uyanma şeklinde anlar ve merdane yururler kabre doğru. Azrail arkadaşlığını, İsrafil dostluğuyla bir bilir, Allah'a yurume Ânının her lÂhzasını Cebrail rehberliğinde miraca yukseliyor gibi zevk ederler. Aslında mu'min, olup mezara gomulmeyi, sumbul vermek icin toprağın bağrına sacılan bir tohum ve insan olmaya koşan bir sperm gibi gorur.

Hangi tohum vardır ki, toprağa atılmış da başağa yurumemiştir.! Hangi sperm vardır ki, “rahm-i mÂder”e duşmuş de, orada yokluğa mahkûm olmuştur! Allah, insanı kendi ruhuyla şereflendirmiş ve onu bir ebediyet uveyki olarak donatmıştır. Ceset curuyup dağılsa da ruh, O'nun varlığının golgesinde ebedlere kadar yaşayacaktır. Zaten canı, Can Sahibi'nin aldığını bilenler icin olum Âdeta bir baldır, bir kaymaktır. Onlar icin olum ve mezar bir perde; bitmeyen bir cumbuş vardır, o da az ilerde. Daha şimdiden onlar, imanları, inanc zenginlikleri ve mÂrifet ufukları olcusunde gonul dunyalarında Naîm Cennetleri'nin en mûtena yerlerinde karşı karşıya oturmaktadırlar mucevherlerle işlenmiş tahtlar uzerinde.. doner durur cevrelerinde celik-cavak gencler, ellerinde kevserlerle kopuren testiler, surahiler, kadehler... Onlar, ne bir baş ağrısı duyar ne de sarhoşluk hissederler.. ve tercihi kendilerine ait, başlarının ustunde istedikleri kadar meyveler... Canlarının cektiği kuş etleri, sadefleri icinde inciler gibi el değmemiş el gozlu eşler.. dal bastı kirazlar.. salkım salkım dolgun muzlar.. uzayıp giden golgeler.. şakır şakır cağıldayan sular.. ardı arkası kesilmeyen ve yasakla sınırlandırılmayan meyveler... (Bu yaklaşık mealler, VÂkıa'dan.) Her zaman iyiliğe kilitlenmiş bu insanlar “salarlar kendilerini oyle koltuklara ki, orada ne guneş sıcağı gorurler ne de zemheriri.. Cennet ağacları salar golgelerini her yandan uzerlerine.. ve meyveleri devşirilmeye hazır sarkmıştır burunlarının dibine.” (Bunlar da, İnsan Sûresi'nin bir-iki dar meali.) “O gun mutlulukla tullenen oyle yuzler vardır ki, emeklerinin neticeleriyle lutuflandırıldıklarından oturu o yuksek Cennet'te tam bir hoşnutluk icindedirler.. ve bulundukları yerde boş soz de işitmezler... Orada fışkırıp akan kaynaklar, (oturmaya musait) yuksek kanepeler, icmeye hazır (dolu) kadehler, yaslanılacak yastıklar ve nefislerden nefis doşemeler vardır.” (GÂşiye'den bir kırık meal.) “İşte bunlar, mukÂfatları, icinde devamlı kalacakları altından ırmaklar akan Adn Cennetleri'dir. (Dahası) Allah onlardan, onlar da Allah'tan hoşnutturlar ve bu rıza makamı da, sadece Rabbi'ne karşı saygılı ve haşyet icinde bulunanlara mahsustur. (Beyyine'den incelikleri duşunulmeden alınmış ayrı bir meal.) Evet, “Bunların mukÂfatları, Adn Cennetleri'dir; girerler oraya kollarında altın bilezikler, suslenmiş olarak incilerle ve elbiseleri de ipektendir. (Girerken de) ‘Hamdolsun, bizden her turlu tasayı, kederi gideren Allah'a; doğrusu Rabbimiz Gafûr'dur, yarlığar hepimizi; Şekûr'dur, yaptıklarımızın kat katıyla mukÂfatlandırır bizi' derler.”(FÂtır'dan kısa bir alıntı.)

Eğer, sırf cismaniyet adına dahi olsa, olumun arka yuzu bu ise, bu ten kafesinin parcalanıp dağılmasına ağlayıp inlemek değil, bizi dar bir zindandan, genişlerden geniş bağlara bahcelere alıp goturduğu icin sevinmeliyiz; sevinmeliyiz zira, gonullerimizde kendini hissettiren ve ruyalarımızın menfezleriyle her gece ruhlarımıza tebessumler yağdıran o buyulu ve baş donduren Âlemin biricik koprusu var. O da olumdur; O'nun emri ve izni dairesinde gelen olum... Olumun hakikatini kavramış gonlu imanla, duyguları da aşk ve heyecanla kopuk kopuk bir muhabbet kahramanı bin can ile koşar Sevgili'ye. O'na kavuşunca da, dunyevî benliğiyle şekerler gibi erir ve şerbete donuşur. Farklılaşır ve uhrevîlerin letÂfetine ulaşır... RûhÂnîlerin “hay-huy”u ve meleklerin kanat sesleriyle banyo yapar. Başkalarının, nefsÂnî kirleriyle cevrelerinde tiksinti uyardıkları bitevî ve tulûu, gurûbu olmayan kederlerle yoğrulduğu kesintisiz bir zamanda o, gul gibi elden ele dolaşır ve uğradığı her yerde misk u amber gibi koklanır. Can Hukumdarı da, ona başları donduren, gozleri kamaştıran ebedî sultanlıklar bahşeder.. onu her zaman yeni yeni teveccuhlerle iltifatlandırır.. hususî muamelelerle ağırlar.. Cemaliyle ufkunu aydınlatır.. hoşnutluğundan besteler dinletir ve ruhuna kÂse kÂse guzellikler icirir. Var olmayı ganimet bilip değerlendirmiş bir mÂrifet eri; imanı ve aşk u şevki olcusunde Âhiret pazarının her menzilinde incilerin, elmasların gorduğu teveccuhu gorur; hayatını suiistimal edenlerin, zifiri karanlıklarda urkek urkek dolaşmasına karşılık o, hep ışık gorur, ışıklarla hasbıhal eder; ışık atmosferinde sabahlar ve akşamlar; ışık yudumlar ve ışıklar icinde sermest dolaşır; onun ufkuna asla gece uğramaz ve onun mağriblerini kat'iyen gurublar karartamaz. Otağını boyle bir ufka kuran bahtiyar, hemen her zaman insanî duygularının yaratılışına gaye teşkil eden şahikalarda dolaşır; irade ufkundan şuur zirvesine, şuur zirvesinden kalb arşına yukselir ve yukseldiği her burcta kendini ayrı bir mevhibe sofrasının başında bulur ve ayrı bir temÂşÃ‚ zevkinin vecdini yaşar. Bunlar idrakleri aşkın oyle lutuflardır ki, bir kısmını dunyada bazı gonul erleri duysalar da, tamamını yaşayıp hissetmek Âhirete mahsustur.

Bu hususiyete mazhar olacak bir mu'min, hicbir petekte bulamayacağı balı, hicbir yerde elde edemeyeceği kaymağı, orada dili damağı arasında bulur. Bu bildiğimiz goklerin ve yerlerin bulunmadığı o sihirli dunyada her şey, butun o feyizler ve guzellikler kaynağı etrafında sabahlar-akşamlar; sadece O'nu gorur, O'nu bilir, O'nu duyar ve O'nun cÂzibesiyle kendi mahiyet cizgisinin ustune yukselerek, O'nun varlığının ziyasına bağlanır ve pÂr pÂr parlamaya başlar.. ve “Bir şûlesi var ki şem-i cÂnın / FÂnûsuna sığmaz ÂsumÂnın” (GÂlib) hakikatinin mucessem bir misali olur.

Eğer butun bu mazhariyetlere olum koprusunden gecilerek ulaşılabiliyorsa, bence olum insanın en tatlı emeli olmalı.. ama hayata cağrı ve ona mazhariyet bize ait olmadığı gibi, olumu arzu etmek ve istemek de bizim hakkımız değildir. Yaratan cağırınca severek O'na koşarız; “Hele az daha durun!” dediğinde de, vuslata karşı sabır mulÂhazasıyla dişimizi sıkar dayanırız.

Sızıntı, Mart 2000, Cilt 22, Sayı 254
__________________