Bu Şeref Bize Yeter!


Hazreti Omer (radıyallahu anh) efendimizin Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını almaya giderken ortaya koyduğu hal bize ne ifade etmektedir? CenÂb-ı Allah'a hakkıyla kul olmak insana nasıl bir ruh haleti kazandırmaktadır? Hazreti Omer (radıyallahu anh) doneminde, bugunku Suriye ve Filistin toprakları da muslumanların eline gecmişti. Fetihten sonra, ordu kumandanları Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını isteyince, oranın ileri gelenleri, “Biz, Mescid-i Aksa'nın anahtarlarını alacak zatın vasıflarını cok iyi biliyoruz; bu anahtarları ondan başkasına asla veremeyiz” demişlerdi. Daha onlar, aralarında bu konuyu muzakere ederlerken, Hazreti Omer (radıyallÂhu anh) hazineden bir deve almış, hizmetcisini de yanına katarak yola koyulmuştu.

En Buyuk Şeref Vesilesi

İzzeti tevazu ile atbaşı goturen buyuk halife, yanlarındaki tek deveye hizmetcisiyle beraber nobetleşe olarak binmeyi kararlaştırmış ve bir sure yaya daha sonra da bir muddet deve uzerinde olmak uzere Kudus onlerine kadar gelmişti. Onun bu şekilde Mescid-i Aksa'ya yaklaştığını haber alan muzaffer komutanlar, “İnşaallah, Urdun nehrini gecerken deveye binme sırası Hazreti Omer'e gelir. Aksi halde, kendi saraylarında ihtişam ve debdebeden başka bir şey gormeyen Bizans halkı, halifeyi hizmetcisini deveye bindirmiş, kendisi pacalarını sıvamış ve devenin yularından tutmuş bir halde gorurlerse yanlış mulahazalara girer ve onu hafife alırlar.” diyerek dua etmeye durmuşlardı. Onlar, bu şekilde dua etseler de –takdîr-i ilahî– tam nehri gececekleri zaman, yurume ve devenin yularından tutma sırası yine Hazreti Omer'e gelmişti.

Mu'minlerin halifesini karşılamak icin nehrin kenarına koşanlar hayretler icinde kalmışlardı. Cunku, dunyanın o donemdeki en buyuk devletinin hukumdarı, ayağındaki mestleri cıkarıp koltuğunun altına koymuş, hizmetcisini taşıyan devenin yularını eline almış, sıradan bir insan gibi başı onde yuruyordu. Dahası, uzerinde de giysi olarak bir izar (gomlekten az uzun tek parca elbise, peştemal) ve bir sarıktan başka bir şey yoktu. Ayrıca, yuce Halife'nin o basit elbisesi, oraya gelinceye kadar, devenin ustundeki semere surtune surtune birkac yerinden yırtılmıştı, o da her defasında bu yırtık yerleri –birer şeref nişanesi ekler gibi– yeniden yamamıştı.

Onu istikbal eden muslumanlardan bazıları bu durumu biraz yadırgadıklarını ve Rumlara acılan bir kapı mahiyetindeki o topraklarda İslam halifesinin boyle gorunmesini uygun bulmadıklarını ifade etmek istemişlerdi. Nihayet, iclerinden sozu dinlenen birisi, “Emiru'l-mu'minîn! Buyuk bir kalabalık sizi bekliyor; bu insanların onune bir sultana yaraşır şekilde aziz ve heybetli bir kılık-kıyafetle cıksanız!..” demeye kalkışınca, daha o sozunu bitirmeden, adalet timsali yuce halife, “Allah bizi İslam dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir. Madem ki, bizi aziz eden İslam'dır; izzeti ve şerefi onun dışında aramayız ve istemeyiz.” diyerek sesini yukseltmişti. Butun bu olup bitenleri bir koşeden seyreden Kudus'un ruhÂnî reisleri, “İşte, biz, anahtarları ancak bu zata veririz; cunku, kitaplarımızda haber verilen vasıfların hepsi bunda mevcuttur” demiş ve onları Hazreti Omer'e teslim etmişlerdi.

Tabiîlik Esastır

Aslında, Hazreti Omer efendimiz gibi bir ruh insanının başka turlu davranması da duşunulemezdi. Allah'a kul olmayı en buyuk iftihar vesilesi sayan ve bunun otesinde başka şereflere iltifat etmeyen bir insana, izzet ve tevazuyu cemeden o halden başkası yakışmazdı. Zaten o, fakirÂne ve sade bir hayat tarzını ihtiyar etmiş, hayatını hep aynı cizgide goturmuş, omur boyu zÂhidane yaşamış ve ruh dunyasındaki izzet ve hamiyeti temennasız bir tavır olarak dışa aksettirmişti. Dolayısıyla, her zamanki hal uzere hareket etmek ona tabiî geliyordu; kendini başkalarına beğendirme luzumu hissetmiyor ve o gayeye matuf gayretleri sun'îlik olarak değerlendiriyordu. Oyle bir sun'îlikle kendini ifade etmenin samimiyetsizlik olacağına ve karşı tarafta tereddut hasıl edeceğine inanıyordu. Bu acıdan, Emiru'l-mu'minîn'in bir hususiyeti vardı.

Meseleyi kendi acımızdan değerlendirecek olursak; bugun biz, normal hayatımızda da kendimize ceki-duzen vermeye calışıyor, yememize-icmemize dikkat ediyor ve kılık-kıyafetimize ozen gosteriyoruz. Hatta, coğumuz frenk tarz-ı telebbusune alışmışız, giyim-kuşamımızı belli kalıplara gore ayarlıyoruz. Değişik luksler edinmişiz, fantezilere girmişiz ve bunları genel tavrımızın bir yanı haline getirmişiz. Dolayısıyla, bizim başkalarının karşısına cıkarken fakirÂne ve zÂhidane bir tavra girmemiz sun'î olur. Gunumuzde normal kabul edilen ve bizim de tabiî gorup sahiplendiğimiz bir uygulamayı sadece “gorunme” duygusuyla değiştirmemiz, kelimenin tam manasıyla “riya” sayılır ve muhataplarımızın gonlune de şuphe atar. Tevazuya niyet tevazuyu izÂle eder; “gorunme” kasdıyla bir kalıba girme, insanları kandırma manasına gelir. Bu itibarla, biz, her zaman nasılsak başkalarına karşı da oyle bir hal sergilemeliyiz; olduğumuz gibi gorunmeli ve asla sun'îliklere girmemeliyiz. Tabiîlik peşinde olmalı ve hep tabiî davranmalıyız.

Konuma Gore Tavır

Diğer taraftan; Hazreti Omer efendimiz o gun devlet-i Âliye-yi İslÂmiye'nin başındaki bir halifeydi. Konumu itibarıyla o, başına bir cuval bile gecirseydi, karşı taraf onun karşısında serfurû etmek, iki buklum olmak zorundaydı. Dahası, guc ve kudret elindeyken Emiru'l-mu'minîn'in o denli mutevazı oluşu, onun ihtişam ve heybetini adeta katlıyordu. Bir darbeyle Sasani'yi, bir hamleyle de Bizans'ı dize getiren bir insanın zihinlerdeki ihtişamı ve kalblere saldığı haşyet, onun kılık-kıyafetini gormelerine, duşunmelerine ve değerlendirmelerine fırsat vermiyordu. Dolayısıyla, Hazreti Omer'i tabiîlikten uzaklaştıracak bir durum da soz konusu değildi.

Bize gelince; -bazılarının zannına gore- kast sisteminin alt basamaklarında ancak yer bulabiliyoruz. Buyuk devletlerle kıyaslandığımızda fakir ve ezik bir ulkenin vatandaşları addediliyoruz. Maalesef, ozellikle bir kısım aydınlarımız başta olmak uzere coğumuz bu hali bir komplekse de donuşturmuş bulunuyoruz. Bazı devletlerin ekonomik durumlarına, askeri guclerine, teknolojik terakkilerine... bakınca gokteki yıldızları seyrediyormuşuz gibi bir hal alıyor ve kendimizi kucuk, basit, seviyesiz gorme hastalığından ve zillet izhar etmekten bir turlu kurtulamıyoruz. İşte, bu kompleks icinde bulunduğumuz ve kendi kimliğimizi aradığımız surece, başkalarının yadırgayabileceği bir giyim kuşamda, hal ve edada ısrar etmemiz izzetli davranmak değil kendi değerlerimizi Âleme duyurabilmenin onunu tıkamak demektir. Boyle bir durumda en uygun davranış, -dinin mutlak emirlerine ters olmamak şartıyla- umum tarafından husn-u kabul gorecek bir kılık kıyafeti tercih etmektir.

Mesela, onemli bir toplantıya giderken guzelce giyinip hazırlanma ve herkesin normal goreceği bir kıyafetle orada bulunma varken, tabiî gorunme kasdıyla ev kıyafetleriyle o toplantıya katılma gunumuz insanları icin bir sun'îlik sayılır. Boyle bir tavır, bizi ucuncu, dorduncu, hatta beşinci sınıf bir toplumun fertleri kabul eden kimselere duygu ve duşuncelerimizi anlatabilme yolunda da hicbir fayda sağlamaz. O turlu bakışlar varken, -oze bağlı kalma mulahazasıyla bile olsa- insanların yadırgayacağı bir imajla onların karşılarına cıkmamız dinlenme ve kabul gorme şansımızı butun butun azaltır. Bu itibarla da, muhataplarımız karşısında soz sahibi olabilmemiz, soyleyeceklerimizi eksiksiz soyleyebilmemiz ve kendimizi tam anlatabilmemiz icin başlangıcta onların da tuhaf karşılamayacağı bir edada olmamıza ihtiyac vardır. Boyle bir davranış, Âdet ve goreneklerimizden taviz verme de demek değildir. Bu, karşı tarafı ustun gormekten kaynaklanan bir komplekse bağlı yapılıyorsa, işte o zaman tavizdir ve ozden uzaklaşmadır; fakat, dine hizmet mulahazasına bağlı ve muhatapların onyargılarını kırmaya matuf ise -zannediyorum- Cenab-ı Hakk'ın da bağışlayacağı uygun bir usluptur.

İc Doygunluk

Aslında, kıymet, itibar, buyukluk, yucelik, şeref ve haysiyet manalarına gelen “izzet” tabiri oz olarak kalbdeki doygunluğu ifade etmektedir. Evet, “ic doygunluk” erdemine ulaşan kimselere gore, izzet ve itibar boy bos, soy sop, giyim kuşam, kılık kıyafet, makam mansıp ya da servet u sÂman ile kazanılmaz; şeref ve haysiyet, halka hizmetkÂr olmakta, hak ve hakikatin yanında bulunmakta, dine bağlılıkta ve kulluk vazifesini hakkıyla yerine getirmekte aranır. Bu inanıştaki insanlar icin debdebe ve ihtişam arayışı manasız ve boş bir uğraştır; cunku, boyleleri iman nurları sayesinde kalbî doygunluğa ulaşmış ve gonul itminanına ermişlerdir.

Evet, dine intisabın ve imanla nurlanmanın hasıl ettiği izzeti hissedebilenler icin ondan başka şeref arayışı fuzulîdir. Cunku, Allah'a intisabın cok buyuk bir pÂye olduğunu kavrayabilen, dinin ruhunu icine sindirebilen ve dini, hayatına hayat kılabilen bir insanın tavırları, davranışları, oturuş kalkışı, hadiseleri yorumlayışı ve dunyaya bakışı kat'iyen sırtındaki urbalarla olculup tartılmayacaktır, hal ve tavırlarındaki ciddiyetle, imanının dışa akseden şualarıyla tartılıp değerlendirilecektir. Zira, boyle biri, her zaman aynı inanmışlıkla ve doygunlukla hareket eder; onun her hali mescide giriyor, namaza duruyor, Allah huzurunda bulunuyor gibi ciddi, vakur ve oteler televvunlu olur. O kendini bulmuş bir insandır, doludur, doygundur ve itminana ermiştir. Gonul hayatı itibarıyla bu doygunluğa ve dolgunluğa erişen bir insan otursa da kalksa da, yuruse de koşsa da, konuşsa da sussa da... her hali diğer insanlar uzerinde tesirli olur, saygı uyarır. Hic kimse, o insanın sırtındaki urbaya takılıp kalmaz. Adeta onun uzerindeki her şey şeffaflaşır. İnsanlar, sadece onun duygu ve duşuncelerine, hatta ruhunun derinliklerine odaklanır.

Boşluk Doldurma Cehdi

Bu doygunluğa ulaşamamış ve İslam'ın kazandırdığı şeref ve haysiyeti gonlunde duyamamış kimselere gelince, işte onlar izzeti giyim kuşamda, kılık kıyafet ve nam u nişanda ararlar. Gonullerindeki o boşluğu bazen bir urbayla, kimi zaman muğlak ifadelerle, bazen sağdan soldan aşırdıkları parlak gorunumlu kuru malumatla, bir başka zaman da tuhaf hareketlerle, acayip tavırlarla doldurmaya calışırlar. Bir suru eksik, bir suru boşluk vardır onların gonullerinde, hal ve tavırlarında. Dini bilgileri hic yoktur, ya da cok azdır onların; bu eksiklik buyuk bir boşluk hasıl eder gonul dunyalarında.. dinî hayatı iclerine sindiremediklerinden dolayı duygu ve duşunceleri sığdır; bu sığlık vicdan genişliği adına bir başka boşluk oluşturur ruhlarında.. bilgi onların kalb ve kafalarında marifete donuşmemiştir, nazarîlik amelîliğe inkılap etmemiştir; dolayısıyla onlar hamdırlar, olgunlaşamamışlardır, karakter adına surekli gel-gitler yaşamaktan kurtulamamışlardır.. bu durum da onlarda ic ice başka boşluklara sebebiyet vermektedir. İşte, boyle kimseler, o boşluklarını doldurabilmek icin -az evvel ifade ettiğim gibi- tavırlarında, davranışlarında, kılık kıyafetlerinde, konuşmalarında, el ayak hareketlerinde ve hatta mimiklerinde hep yabancı malzemeye başvurur, lukse ve fantezilere girer ve surekli dolgu malzemesi kullanmaya calışırlar. Bir manada lukslerle boşluk doldurma cehdi, fantezilerle eksikleri giderme gayreti gosterirler. Dolayısıyla, onlar yucelik ve yukseklik vesilelerini kendi gonulllerinde, ic derinliklerinde değil, dışarıda ve dolgu malzemelerinde ararlar.

Hasılı, Hazreti Omer efendimiz gibi “Allah bizi İslÂm dini ile aziz kılmıştır; bundan başka bir şeyde izzet aramamız beyhudedir.” diyebilmemiz ve Hakk'a intisabın kazandırdığı şerefi gonlumuzde duyabilmemiz, butun komplekslerden kurtularak “ic doygunluk” dediğimiz kalb itminanını yakalamamıza bağlıdır. Zira, Yaratıcı'ya yonelen, gercek kıblesine donen ve arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şohrete kulluk gibi ceşit ceşit kulluklardan kurtularak sadece Hakk'a kul olmak suretiyle en buyuk pÂyeye ulaşan bir insan ic doygunluğa ermiş bir insandır. O, Hazreti MevlÂn edasıyla, “Kul oldum, kul oldum, kul oldum... Her kole, hurriyete erince mesut ve bahtiyar olur. Ben Sana kulluğumla saadet ve sevinci buldum.” diyen ve kulluğuyla beraber bir ceşit sultanlığa eren bahtiyardır.
__________________