Ey Millet-i Merhûme, Sakın Ye'se Kapılma!..


Halk arasında hayırlı işler icin kullanılan "Allah tamamına erdirsin" ifadesinin muhtevasını da taşıyan "tamamiyet"in iki manası vardır. Birinci manası, butunluk, tam olmak, bir meselenin kullî olarak ele alınması demektir; ikincisi ise, bir işi tamamlayana kadar devam ettirmek, bitirmek, neticeye bağlamaktır.

Nitekim, Allah TeÂlÂ, İslam'ı bize bir nimet olarak verdiğini ifade ettiği yerde; "İşte bugun sizin dininizi kemÂle erdirdim ve uzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin hakkınızda hoşnutluğumu İslam'a bağladım." (MÂide, 5/3) der; bize verdiği nimetini yani dinini tamamladığını, onun butun emir ve yasaklarını bildirdiğini beyan eder. Oyleyse, İslam, ancak butun emir ve yasaklarıyla, cuzlerinin tamamıyla ele alındığı zaman Allah'ın bizim icin sectiği din ve tamama erdirdiği nimet olur. O bir butun olarak yaşanmayınca kendisinden beklenen fonksiyonu hakkıyla yerine getiremez, bir din olarak misyonunu tam eda edemez. Cunku, dinin bir butun olarak yaşanması tıpkı bir insan vucudunun organlarının tamamının, bir organizmanın her azasının eksiksiz calışması gibidir. Nasıl ki, bir eli cok sağlam ve guclu olsa bile diğeri sakat olana ya da hic olmayana ozurlu veya bugun daha cok kullanılan ifadesiyle "engelli" deniyor.. nasıl ki, bir gozu cok iyi gorse de diğeri hic gormeyen ya da kulakları iyi duysa da ayakları sakat olan bir insan, kendinde bir eksiklik hissediyor. Aynen oyle de, iman hakikatları dinin birer uzvudur; kelime-i şehadet, namaz, oruc, hac ve zekat gibi ibadetlerin her biri ayrı bir organdır; ahlÂk-ı hasene ve sosyal munasebetler adına vaz' edilen esaslar dinin ayrı ayrı yanları ve onun birer parcasıdır. Bunlar, birbirini tamamlayan cuzler, bir hakikatı tamamlayıcı unsurlardır. İşte, bunların herbiri Cenabı Hak tarafından nasıl tesbit edilmişse o şekilde yaşanmalıdır ki din de kendinden bekleneni yerine getirsin. Ancak bu unsurların hepsi bir araya geldiği zaman, muslumanlık tamam olarak ortaya konmuş olur.

Evet, ferdî, ailevî, ictimaî hayat adına dinden bazı şeyler bekliyorsak, onu bir butun olarak ele almak zorundayız. Eğer, dini sadece vicdanlara hapsedersek, namaz, oruc gibi ibadetleri yok sayarsak, dinin kolunu, kanadını kırmış ve onu fonksiyonunu eda edemez hÂle getirmiş oluruz. Ve dolayısıyla, din adına kusurlu ve eksik bir goruntu ortaya cıkar. Bu kusurlar, eksikler İslam'dan bilinir ve gunumuzde bazılarının dediği gibi, "İslam nicin ekonomik durumumuzla alakalı şu problemlerimizi halletmiyor; neden bir kısım ictimaî dertlerimize de derman olmuyor." denir. Oysa, siz onun kolunu kanadını kırmışsınız, kendisini ifade etmesine ve fonksiyonlarını ortaya koymasına fırsat vermiyorsunuz.. Onun uygulanmasına imkan vermeniz lazım ki, ondan sonra "Neden şu fonksiyonunu eda etmedi?" diyebilesiniz.. İşte bu manada tamamiyet hem Allah'ın teveccuhune vesile olması hem de dinin kendisini ifade etmesi acısından cok onemlidir.

Tamamiyetin diğer bir yanı da sabır, ısrar ve devamlılıktır. Kur'an-ı Kerim, "İnsanlardan bazıları da vardır ki, Allah'a kulluk etse de bunu sırf bir hesaba binaen yapar, imanla kufrun arasında bir yerde durur. Şayet umduğu faydayı elde ederse onunla huzur bulup sevinir, eğer bir sıkıntı ve imtihana mÂruz kalırsa yuzustu donuverir. Bundan dolayıdır ki, dunyayı da Âhireti de kaybeder. İşte besbelli olan husran budur." (Hac, 22/11) buyurarak kulluğunu ganimet elde etme gibi bazı hesap ve cıkarlara bağlayan kimselerden bahsetmektedir. Oyle bir insan, iyi gunlerde dinin kenarından, koşesinden tutar; "Bir parca da biz katkıda bulunalım." der ama bunu derken bile "Amaaan, olduğu kadar olur!" şeklindeki duşuncesini terkedip onu butunuyle kucaklamaya da yanaşmaz, dine tam sahip cıkmaz. Ona sağlam bir imanla değil de, adeta pamuk ipliği ile bağlanmıştır. Tehlikeli donemlerde ve sıkıntılı gunlerde dini de dindarları da yuzustu bırakıp kendi şahsî dunyasını garanti altına alacağını zannettiği yerlere ve kimselere sığınır.

Oysa, hangi konu olursa olsun, kararlılık, sabır ve sebat cok onemlidir. Siz belli bir mevsimde butun himmet ve gayretinizi ortaya dokebilirsiniz. Mesela, ekim yaparken karlar erimiş olsa da hÂl hava soğuktur ama siz ona katlanarak tarlaya tohumu atarsınız. Fakat, daha sonra onu koruma mevzuunda hicbir tedbir almazsanız, sulama hususunda bir gayretiniz olmazsa, hasat mevsimini aktif sabırla beklemez ve tarlayı biceceğiniz zaman da en iyi urunu alabilmek icin uzerinize duşeni yapmazsanız.. işin ilk bolumunu ve bir yanını yapmış olsanız da katiyen urun elde edemez ve dolayısıyla, avam ifadesiyle, hava alırsınız. İşe herhangi bir yerinden girseniz ve sadece bir faslını yapsanız.. mesela, tarlayı surseniz de hic tohum sacmasanız ya da ekini bicseniz de onu harmanda dovmeseniz veya sapı-samanı birbirinden ayırmasanız yine beklenen semereyi elde edemezsiniz. Nasıl ki boyle dunyalık bir işde sabır, sebat ve devamlılık esastır; aynen oyle de, bir hakikati temsil etme ve insanlar arasında yerleştirme mevzuunda da sabır ve devam cok onemlidir. Rahat zamanda, kendinizi, duygu ve duşuncelerinizi ifade eder ama bir tazyike maruz kaldığınız an geriye durursanız, hem kader birliği ettiğiniz arkadaşlarınızı şaşırtmış, hem dostlarınızı tereddute sevk etmiş, hem de imtihanın hakkını vermemiş ve tohum attığınız halde urun elde edememiş olursunuz.

En Mukemmel İnsan

Bundan dolayı, insanın tamamiyet peşinde olması, her şeyi kemale erdirmeye calışması, kÂmil olanı araması ve hatta insan-ı kÂmil olmaya yonelmesi onemli bir esastır, dahası bir fazilettir. Cunku, bugune kadar kitleler, kÂmil insanların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk'a yonelmiş; onlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Ne var ki, o seviyede bir kemale erişmek her zaman ve herkese muyesser değildir. Varlık Âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sav) olcusunde kemalÂt-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahıs gostermenin mumkun olmadığını soyleyen Cîlî'nin "İnsan-ı KÂmil"ini mutala edenler, kemale ermenin ve insan-ı kÂmil ufkuna ulaşmanın nasıl cetrefilli yollardan gecmeyi gerektirdiğini goreceklerdir. Fakat, o yol uzak olsa da, hedefe varmak icin pek cok menzili aşmak icap etse de, bir insanın oyle bir mertebe-i kusvÂyı ve aksÂ'l-gÂyÂtı talep etmesinde bir problem olmasa gerek. Evet, o işi temsil eden zÂtın bir hakikatı vardır; O nubuvvetle serfirazdır. Nubuvvet zincirinin halkaları bitmiştir; bundan sonra peygamberliğin ruyasına tÂlib olmak bile bir saygısızlık ve bir kustahlıktır, hatta kufurdur. PeygamberÂne evsÂfa, bir nebide var olan guzel sıfatlara gelince, bir insanın o sıfatlarla muzeyyen olmayı istemesi ve peygamber ahlakıyla ahlaklanma ardına duşmesi bir fazilettir.

Mesela, Peygamber Efendimizin şahsında fevkalade bir sıdk, bir sadÂkat gorursunuz. O, Allah kapısında sÂdık, davasında sÂdık, kardeşlerine karşı sÂdık, İslam'ı yaşamada sÂdıktır, adeta sıdkın timsalidir; cunku, peygamberlik hakikatı, sıdk dediğimiz, doğruluk carkı ve esası uzerine doner durur. Allah Rasûlu, o kadar sozunun eridir ki, daha sonra sahÂbe olma şerefine eren bir zat şoyle der: "Cahiliye devrinde Allah Rasûlu'yle bir yerde buluşmak uzere anlaşmıştık. Ben verdiğim sozu unuttum. Uc gun sonra hatırladığımda koşarak anlaştığımız yere gittim.. baktım ki Peygamber Efendimiz orada bekliyor. Bana ne kızdı ne de darıldı. Sadece, "Ey genc! Bana meşakkat verdin; uc gundur seni burada bekliyorum." dedi.

Emanet de bir Peygamber sıfatıdır. Efendimiz o kadar emindi ki, Mekke halkı, henuz gun yuzu gormemiş kızlarını birine emanet edecek oldukları zaman bile akıllarına ilk gelen O'ydu. Cunku, Efendimizin gozlerinin icine katiyen haram girmemişti, giremezdi; Mekkeliler bunu bilir, O'nun iffet ve ismetine şehadet eder ve O'nu "Muhammedu'l-Emin" diye cağırırlardı. Efendimizin hayatına ve ahlakına baktığımızda, O'nun tam bir emniyet ve guven insanı olduğunu goruruz. Emin olma, emanete hiyanet etmeme, herkese emniyet telkin etme ve aynı zamanda îmanın sadık temsilcisi olma.. gibi hususlar O'nun şahsiyetiyle butunleşmiştir. Zaten, CenÂb-ı Hakk'ın isimlerinden biri de "Mu'min"dir. Cunku O, guven kaynağıdır. Peygamberleri guvenli kılan ve onları emniyet sıfatıyla serfiraz eden de yine O'dur. Oyle ise, emniyet, guven, emanet ve îman dediğimiz mesele, bizi peygamberlere ve onemli bir olcude peygamberleri de Allah'a bağlar.

Efendimizin cok ehemmiyetli ozelliklerinden bir diğeri tebliğ vazifesini, yani, İslÂm hakikatını anlatmayı veya "emr-i bi'l-mÂrûf, nehy-i ani'l-munker"i hayatının gayesi bilmesiydi. O gelmeseydi, "Biz neyiz? Nereden geliyor ve nereye gidiyoruz?" gibi muthiş sorular, surekli bir matkap gibi beynimizi delip duracaktı. Biz Efendimiz sayesinde anladık ki, dunyaya gelişimiz bir gayeye bağlı olduğu gibi, buradan gidişimiz de bir hikmete mebnidir. Olum, yokluk ve hiclik değil, o sadece bir mekan değiştirmek ve vazifeden terhis edilmektir. Kabir ise, ahiret Âlemine acılan bir kapı ve bir bekleme salonudur. Biz Peygamberimiz sayesinde oğrendik ki, bizim en buyuk vazifemiz nÂm-ı Celil-i İlahî'yi ve Efendimiz'in adını bayraklaştırmak, dunyanın dort-bir yanında dalgalanmasını sağlamak; bunu yaparken de akıllıca davranmak, O'nun hayatında orneklerini gorduğumuz fetanetle hareket etmektir.

Fetanet, peygamber mantığı demektir. Bu mantık, ruh, kalb, his ve letÂifi bir araya getirip mutalÂa edilecek hususu butun olarak ve her yanıyla ele almanın adıdır. Efendimiz, Allah'tan getirdiği mesajları ve elciliğine terettup eden hususları insanlığa takdim ederken, onu yolunca ve usulunce yapmıştır. O, insanı bir butun olarak ele almış ve vereceği mesajları da boyle bir butunluk icinde takdim etmiştir. Onun icin de, nebinin tebliğ vazifesinde, akıl, mantık, kalb, gonul, his ve duygulardan hicbiri katiyen terke uğramamış ve vahyin aydınlatıcı tayfları dışında bırakılmamıştır... Ayrıca, Efendimiz'in emir ve tavsiyelerine muhatap olan insanlar da derece derecedir. Bunlardan bir kısmı, din ricalidir; bir kısmı, tamamen felsefî meselelere dalmış, Âdeta butunuyle bir mantık ve muhakeme insanıdır.. bazıları, ticarî ve iktisadî sahada uzman olanlar; diğer bir kısmı harp meydanlarında yetişmiş kumandanlar, buyuk siyasî dehalardır; buyuk bir bolumu de bedevî insanlardır. Bunların hepsinin kendilerine gore problemleri vardır. Fakat, Allah Rasûlu, oyle soz soylemiş ve oyle izahlar yapmıştır ki, bedevîsinden en medenîsine kadar herkes, bu sozlerden kendine ait hisseyi alabilmiştir.

Gunahlar, Ahh Gunahlar!..

İşte her insan, Efendimizde zirve noktada orneklerini gorduğu bu guzel sıfatların hepsine sahip olmayı isteyebilir. Bu Âlî sıfatlara tÂlib olarak diyebilir ki, "Allah'ım, Sen Efendimizden sonra peygamber yaratmazsın. Cunku hatimeyi cekmiş, "bu son" demiş ve peygamberlik sarayının Sultanını gondermişsin. Fakat ben de, Peygamberimizi "usve-i hasene" olarak gonderip O'nunla bize gosterdiğin guzel ahlakla ahlaklanmak istiyorum; O'ndaki evsÂf-ı Âliye'ye tÂlibim. Beni de oyle sÂdık eyle, Onun gibi emin kıl; beni de tebliğ insanı yap, o vazifeyi eda ederken fetanetli hareket etmeye muvaffak eyle. O'na yetişmem mumkun değil ama O'nun ardında yurumeme de bir mani yok. Peygamberliğe tÂlib değilim, boyle bir talep en başta Sana karşı saygısızlıktır; fakat, peygamberÂne evsÂfa tÂlibim. Bana da o evsÂfı nasip et ki, elimi uzattığım her yerde Senin rızanı tahsile muvaffak olayım."

Evet, bu duygu ve duşuncede olmak, tamamiyete ve kemale tÂlib olmaktır. Fakat, siz tamamiyete tÂlib olsanız da, niyetinizle bunu isteyip davranışlarınızı ona gore ayarlasanız ve insan-ı kÂmil ufkunu yakalama yolunda gayret etseniz de hata etmek, bazen tokezlemek, kimi zaman eksik ve noksan yapmak mukteza-yı beşeriyettir. Bundan dolayıdır ki, Allah Rasûlu, "Kullu'n-nÂs hattÂûn" demiş ve "hattÂûn" kelimesini ozellikle kullanarak hata yapmanın insanın tabiatından olduğunu, onun cok buyuk hatalar yapabileceğini ifade etmiştir. Daha sonra da, "Ve hayrul-hattÂîne et-tevvabûn = Hata edenlerin en hayırlısı hata ettikten sonra hemen tevbe ile onu silmeye calışandır." buyurmuştur. Demek ki, bu yavuz hataları, bu sevimsiz kabahatları ortaya koyan insanların en hayırlısı hata eder etmez, kabiliyetine, seviyesine gore, tevbe, evbe, inÂbe kurnalarına koşarak hemen arınıp yeniden Allah'a yonelendir. Oyleyse biz, mukemmeliyete tÂlib olsak da, muktezÂ-yı beşeriyet bazı zÂaflarımız nuksettiği yerde, mÂnen hastalanabilir, surcup duşebiliriz. Onemli olan duşup kalmamak, duşup kalkmaktır. Duşer duşmez hemen kalkıp Seyyidina Hazreti Âdem gibi: "Rabben zalemn enfusen = Rabbimiz kendimize zulmettik" (A'rÂf/23) deyip, nefsin zulmunden Cenab-ı Hakk'a sığınmaktır.

Hata karşısında Adem tavrı ortaya koymak cok onemlidir; Allah'ın kapısında akıllıca hareket etmeyi Hazreti Adem'den oğrenmek lazımdır. Onunki bir zelledir; mukarreb hatasıdır. Buna rağmen Hazreti Adem, zellesinin hemen ardından Rabbine yonelmiş; şeytan ise, temerrudunde devam etmiştir. İşte bu noktada, surcup duşen ile bilerek başkaldıran birbirinden ayrılmıştır. Biri, Cennetten cıkarılacağı sırada dahi kalbî teveccuhunu devam ettirmiş, Hakk'ın kapısına karşı vefalı ve sadık olmuş, Rabbiyle munasebetlerini tamamlamaya calışmıştır. Diğeri ise, mutemadi bir inişe gecmiş; kibir, gurur ve isyanından dolayı her gecen dakika biraz daha gayyÂya yuvarlanmıştır.

Hazreti Adem'in cocukları olarak biz de hataların ağına takılabilir ve onlar cibilliyetimiz uzerinde ciddi tesir icra edince, aradığımız mukemmeliyete giden yollarda bir tereddut yaşayabiliriz. KÂmiliyet ve tamamiyeti yakalamak adına yururken tokezleyebilir ve bir hendeğe duşebiliriz. Fakat, insan icin, duşup kalmak değil; duşse de hemen kalkmaktır esas olan. Değişik munasebetlerle arz ettiğim gibi; elden geldiğince gunaha en az hayat hakkı tanıma civanmertliğini gostermek cok onemlidir. Gozun bir harama kaysa, bu gunahın uzerinden bir dakika bile gecmeden, o gunahtan sıyrılmak icin hemen huzura koşmalı, Allah'ın huzurunda af fermanı arayacağın bir seccade bulmalı, başını yere koymalı ve tevbe etmelisin. Gunahın canlı kalmasına meydan vermemelisin; cunku Efendimizin ifadesiyle, işlenen her gunah ruhta yaralar acar; kalbde bir leke bırakır ve aynı zamanda her gunah bir başka gunahın davetcisi olur. Eğer gunah tevbeyle cabuk silinmezse, Ustad'ın dediği gibi, bir gunah, bir gunah, bir gunah... daha derken ona inzimam eden diğer gunahlarla kalbde hatm olur, kalb muhurlenir, hafizanallah.. Bundan dolayı, "Her gunah icinden kufre giden bir yol vardır." Evet, insan gunah işlemekle ne kafir olur, ne de kufurle iman arasında bir menzile asılı kalır. Fakat şurası da bir gercektir ki; gunah işleyen insan imandan bir adım uzaklaşmış, kufre de bir adım yaklaşmış olur. Eğer, iki gunah işlerse, iki adım atmış ve kufre iki adım yaklaşmış, kendisiyle kufur arasındaki mesafeyi daraltmış olur. Bundan dolayı, hakiki bir mu'min, ozellikle alerjik bir insanın arı veya akrep sokması gibi şeylerden sakındığı gibi gunahlardan sakınmalı; yılandan, cıyandan kactığı gibi gunahların en kucuğunden bile kacmalıdır. Cunku, tamamiyetin ve kemÂlin tÂlipleri aradıklarını ancak boyle bir teyakkuzla bulabilirler.

Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, "Uc haslet vardır. Bunlar kimde varsa imanın tadını duyar: Allahı ve Rasûlunu her şeyden ve herkesten daha cok sevmek; bir kulu sırf Allah rızası icin sevmek; Allah, imansızlıktan kurtarıp İslÂm'ı nasib ettikten sonra tekrar kufre, inancsızlığa duşmekten, ateşe atılmaktan korktuğu gibi korkmak." buyurmaktadır. Demek ki imanın tadını almanın ilk şartı, "Allahı ve Rasûlu'nu her şeyden artık sevmek"tir. Bu sevgi, insanı "Allah icin sevme" mulahazasına taşıyacaktır. Bunu da hidayet yolundan ayrılma korkusuyla tir tir titreme ve gunaha, dalalete girme endişesiyle surekli teyakkuzda yaşama hÂli takip edecektir. Evet, sevgi iradî olarak başlar. Sonra gayr-i iradî bir muhabbete inkilap eder. İnsanlara karşı duyulan mecazî sevgilerin başlangıcında bile bir irade soz konusudur; bir gorme, bir karşılaşma, bir goruşme vardır ve bunlar iradîdir. Bu mevzuda iradî bir adım atılınca zamanla gayr-i iradî alaka başlar. İşte, Allah'la olan munasebetlerimizi derinleştirme, Rasûlullah'a karşı alakamızı daha engin bir sevgiye donuşturme mevzuunda da işin başı iradedir.

"Hey Mubarek Allah Hey!"

Derin bir muhabbete yurumek istiyorsan iradenin hakkını verecek, Allah'ı tanımaya bakacak, O'nun nimetlerini duşuneceksin; kudret eserlerini seyredecek, arzı senin icin nasıl bir beşik yaptığını gorecek, bir meşher gibi yarattığı semalara nazar edecek, kainatı okuyacaksın. Ve bu iradî bakmaların, duşunmelerin, okumaların neticesinde adeta kendinden gececeksin. Alvar İmamı'nın derslerine devam eden, ondan feyz alan yaşlı bir zat vardı. Cenab-ı Hakk'ın efÂl, ÂsÂr ve esmÂsının tecellilerinden bahsedildiği zaman, Erzurumlulara mahsus o kendine has lisanıyla "Hey mubarek Allah hey!" der ve adeta kendinden gecerdi. Sen de baktığın her şeyde O'nun muhrunu gorecek, icin icin coşacak ve "Hey mubarek Allah hey" demekten kendini alamayacaksın. Boyle hissedip, boyle gormeye irade adımıyla başlayacaksın ama bir gun gelecek, sen ilahi uns esintileri sağanağıyla sırılsıklam olacaksın. Oyle ki, artık O'ndan başka hicbir şey duymayacak, hissetmeyeceksin.

Efendimizle alakalı da bir kitap okusanız, bir şemÂile baksanız; mesela, ŞifÂ-i Şerif'e, Sıfatu's-Saffe'ye, hatta Sonsuz Nur'a goz gezdirseniz, O'na karşı icinizde iradî bir alaka meydana gelecektir. Fakat, O'nun hakkında değişik kitaplar okumaya, O'nunla alakadar olmaya devam ederseniz bir sure sonra o iradî alakanız, gayr-i iradî bir sevgiye, aşkın bir muhabbete inkılap edecektir. Oyle ki artık O'nsuz edemeyecek, "Teveccuhunden beni mahrum bırakma, Sensiz nefes alamam" diyeceksiniz. "Ben evsiz-barksız, yurtsuz-yuvasız, coluksuz-cocuksuz edebilirim; fakat Efendimsiz edemem" diye inleyeceksiniz. Bir Peygamber aşığının "O'nun huzûr-u purnurundan bir an mahrum olduğumu hissetsem olurum" dediği gibi siz de O'nsuz yaşayamayacağınıza kanaat getireceksiniz. Bir Şah-ı GeylÂnî'nin nabzını tutsanız; Hasan ŞÃ‚zelî, Ahmed Bedevî, Şah-ı Nakşıbend, İmam Rabbanî, Akîl Mubencî, Şeyhu'l-HarrÂnî ve Ebu'l-Hasan Harakanî gibi Hak dostlarının nabızlarına el vursanız kalblerinin aynı hislerle attığını goreceksiniz. Oyle ki, onlardaki gayr-i iradî bu muhabbet, alaka ve irtibatı gonullerinden koparmak icin elli tane zincir atsalar, CenÂb-ı Hakk'ın bir mekri olmazsa, onu oradan koparmak mumkun olmayacaktır.

Yeis Zincirlerini Kırın!..

Meselenin bir diğer yanına gelince; biz başkaları hakkında husn-u zanna memur olsak ve onların tamamiyeti yakalamış olabileceklerini duşunsek de, kendi nefsimize "Ey eksik, purkusur, zavallı nefsim, bir turlu olgunlaşamıyor, kemali yakalayamıyorsun" diyebiliriz. Fakat, bunu derken ye'se duşmemeye de dikkat etmeliyiz. "Yağmur" şairinin dediği gibi biz de,

"Yağmur, seni bekleyen bir taş da ben olsaydım
Colde seni ozleyen bir kuş da ben olsaydım
Dokunduğun kucuk bir nakış da ben olsaydım
Sana sırılsıklam bir bakış da ben olsaydım"

diyerek O'na karşı aşk u alakamızı seslendirebiliriz. Ne var ki, zihnimizin bir koşesinde de surekli "Olduğuma da cok şukur. Ya seni tanımasaydım, ya Senin nurundan mahrum kalsaydım." mulahazasını canlı tutmalıyız. Hani Hazreti Omer, YemÂme Savaşında kardeşi Zeyd bin HattÂb'ın şehid olduğu haberi karşısında, cok hayıflanmış; "Sab yeli estikce Zeyd'in kokusunu alıyorum." diyerek huzunlenip ağlarmış. Bir gun şÃ‚ir Mutemmem bin Nuveyre onu ziyÂrete gelmiş. Mutemmem'in kardeşi MÂlik de YemÂme Savaşında yer almış ama murtedlerin safındayken olmuş. Hazreti Omer'in huznunu goren Mutemmen, "Ey Omer, YemÂme'de senin kardeşin şehid olup Cennet'e giderken benim kardeşim murted olarak Cehennem'e girdi. Eğer benim kardeşim de senin kardeşinin gittiği yere gitseydi, ben ona hic uzulmez ve hic hicbir zaman ağlamazdım" demiş. Malumdur ki, Hazreti Omer'in huznu bunları bilmediği icin değildi, ama kader-i ilahîye razı olmakla beraber sevdiklerden ayrılanın kalbinin huzunlenmesi, gozunun yaşarması da insanın tabiatının icabıydı.

Evet, olduğumuza da hamd olsun; ya sokaklara korku salan şu serÂzÂt, cakırkeyf insanlar gibi olsaydık; ya talihsizler safında yer alsaydık.. bu hÂlimize de hamd olsun, demeli. Mukemmeliyet ve tamamiyetin peşinde olurken diğer taraftan da meseleye boyle bir hamd u sen mulahazasıyla yaklaşmalı ve katiyen ye'se duşmemeli. Tamamiyeti arama ve işin ciddiyetini gorme insanı umitsizliğe değil daha fazla gayret gostermeye sevketmeli..

Bildiğiniz gibi, hayatını ibadetle geciren Esved b. Yezîd en-NehÂî vefat ederken cok korkuyor ve cok ağlıyor. Gelip diyorlar ki; "Nedir bu hıckırıklar, gunahlarından mı yoksa olmekten mi korkuyorsun?" Bunun uzerine o buyuk Hak dostu, "İnne'l-emra ciddun - Hayır hayır, iş cok ciddi; ben gunahlarımdan ya da olumden değil, kufur uzere olmekten korkuyorum." diyor. Vefat ettikten sonra ruyada goruyorlar; "Orada ne muamele gordun, nasıl karşılandın?" diye soruyorlar; "Vallahi, nubuvvet'le aramda dort parmak bir mesafe kalmış gibi muamele ettiler." cevabını veriyor. Esved b. Yezid, Alkame, İbrahim Nehaî.. gibi insanlar rıza-yı ilahiye muhalif bir davranışta bulunma korkusuyla yaşamış, hayatlarını havf ufkunda surdurmuş; hayır adına yapıp ettiklerine ve ibadet u taatlerine hic bel bağlamamış, imanlı olarak olememe endişesini hep taşımışlardır ama butun bunlara rağmen umitsizliğe de katiyen duşmemiş, rahmet-i ilahiyenin onların imdadına da yetişeceği recasını gonullerinde hep canlı tutmuşlardır. Allah dostlarının hicbirisi ye'se duşmemiştir; cunku Hazreti Ustad'ın ifadesiyle; Yeis, mÂni-i herkemÂldir.. Umitsizlik hastalığına yakalananların kemale ve tamamiyete yurumeleri mumkun değildir. İnsanın kendisini yetersiz, eksik ve nÂkıs gormesi onu umitsizliğe değil, bilakis eksiklerini tamamlamak icin daha ciddi bir cehd u gayrete sevketmelidir. M. Akif'in meşhur şiiri bu hususda ne tatlı ve yurekten bir cağrıdır:

"Ey dipdiri meyyit, "İki el bir baş icindir."
Davransana... Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok... Leş mi kesildin?
Hayret veriyorsun bana... Sen boyle değildin.
Kurtulmaya azmin neye bilmem ki sureksiz?
Kendin mi senin, yoksa umîdin mi yureksiz?

...

Ye's oyle bataktır ki; duşersen boğulursun.
Umîde sarıl sımsıkı, seyret ne olursun!
Azmiyle, umidiyle yaşar hep yaşayanlar;
Me'yûs olan rûhunu, vicdÂnını bağlar.

...

FeryÂdı bırak, kendine gel, cunku zaman dar...
Uğraş ki: telÂfi edecek bunca zarar var.
FeryÂd ile kurtulması me'mûl ise haykır!
Yok, yok! Hele azmindeki zincirleri bir kır!
'İş bitti... SebÂtın sonu yoktur!' deme, yılma.
Ey millet-i merhûme, sakın ye'se kapılma."

Biliyor musunuz, korkudan yureğimin ağzıma geldiği anlar cok olmuştur!.. "Acaba olunce bir cukura mı yuvarlanırım, ne olur benim hÂlim?" şeklindeki endişeler zihnimi, hayÂlimi sarınca saatlerce kıvrandığım, uyuyamadığım geceler vardır. Ama eksiklerime, daha iyi bir kul olma adına fevt ettiğim fırsatlara rağmen, ben hic bir zaman ye'se, umitsizliğe duşmedim. Ruyalarda insanlar harikuladeden ucar ya bazen; koşuyorsunuzdur dolu dizgin, beklemediğiniz anda bir ucurum geliverir onunuze. Aslında o ucuruma yuvarlanmanız muhtemeldir; fakat, ruyadaki o fevkalÂde ucma kabiliyetinizle aşar gecersiniz butun ucurumları. İşte, umitsizliğe duşebileceğim anlar olmuştur, mehib bir dağ gibi ufkumun onune gecen ve onu karartan hadiseler yaşamışımdır ama Allah'ın rahmeti ruyadaki ucma kabiliyeti gibi imdadıma yetişmiştir her defasında. Rahmet-i ilahiye iki kanat haline gelmiş, en caresiz anlarımda bile rahmetin enginliğine bağlılık bir kurtuluş kaynağı olmuştur.

Hasılı, kemÂle ve tamamiyete tÂlib olma kadar ye'se duşmeme de cok onemlidir. "Tam olamadım" deyip sa'ye sarılma bir fazilet olsa da, "olamadım" duygusundan dolayı "olma" duşuncesinden butun butun vazgecme de bir aldanmışlıktır.
__________________