Terazimiz gulden mi değil mi? Cocuklarımızın, ulkemizin ve milletimizin geleceği buna bağlı...

Hemen, Ummu Sinan’a ait,
Gul alırlar gul satarlar
Gulu gul ile tartarlar
Gulden terazi tutarlar
Carşı pazarı guldur gul
dizelerini hatırladığınızı biliyorum.

O gul alıp gul satan, gulu gul ile tartan ve dahi gulden terazi tutan millet bizim milletimizdir ve şu yeryuzunde yaşadığımız topraklar bir incelikler adası haline gelmişse, gulden terazi tutanlar sayesinde gelmiştir.

Şayet, yeniden gule donulecekse, bu, carşısı pazarı gul inceliğinde, gul letafetinde olan şehirlerimizin sakinlerine bağışladığı o “iklim”in yeniden yaşanmasıyla olacaktır. O hayat tarzının tahakkuku ise gulden terazi tutma şartına bağlıdır ki, yalnızca milletimizin değil insanlığın bekası icin de cıkış kapısı olan budur; gul ile kapanıp acılan kapılar...

Ayak bastığı toprakları ciceklendiren, seraba yuruyen aşk kesilen o ince insanların bize bıraktıkları miras “şanlı” tanımıyla ve “tarih” soğukluğuyla ifade edilemeyecek kadar hayat doludur... Her dem tazelenen, surgun veren, tomurcuklanan, acan ve “cevre”yi guzelleştiren bu gulden terazi tutma inceliği medeniyetimizin ne denli insan odaklı olduğunu da gostermektedir.

Medeniyetimiz icin “su medeniyeti”, “sevgi medeniyeti”, “gozyaşı medeniyeti” tanımlarını kullananlara saygı duyarız, evvel Allah oyledir de, bu tasnife bir de “gul medeniyeti”ni eklemek icap edecektir ve sahiden bizim medeniyetimiz gul medeniyetidir.

Hemen ilk cağrışımın lale bahcelerine, yahut bir cicek yetiştiriciliği olarak gulculuğe kaymaması icin soyleyelim ki, kastımız bunları da havi olmakla birlikte bu kadar dar ve sınırlı değildir. Mizacını, meşrebini, hayata bakışını gul ile kıyas eden, olcusu tartısı gul olan başka bir millet aransa bulunacak olan her şeye rağmen yine bizim milletimiz olacaktır.

En basitinden, kız cocuklarına bu kadar cok “gullu” isim veren başka bir millet cırayla aransa bile maalesef bulunacak değildir. Lugate filan bakmadan, hemen aklımıza gelen, “Gullu”, “Gulşen”, “Gulnur”, “Gulsu”, “Gulseda”, “Gulşah”, “Gulendam”, “Gulfiadan”, “Gulefşan”, “Gulten”, “Gulay”, “Gulbeyaz”, “Gulcin”, “Gulben” “Gulgun”… isimleri bile, butunuyle, rahmetli Nihat Sami Banarlı’ya Sivas kırsalında cocuklarına “gullu” isimler veren annenin derin hassasiyetini yansıtmaktadır. Bu ayrı bir yazı konusudur ve gunu geldiğinde yazılacaktır lakin milletimizin derin bilincini yansıtmak acısından zikretmeye değer.

Atını gul ağacına bağlayan “turku”deki yakıcının bize sunduğu lirik acı da, minyatur ustasının gul bahcesine cevirdiği “resim” de nihayetinde terazimizin hÂl gulden olduğunun farklı gostergeleridir. Uğurlaması bile “gul”u cağrıştıran bu millet, inceliğini yeniden fark ettiği takdirde, şu karabasanlarla kıvranan yeryuzunde, insanlık icin bir umit kapısını aralamış olacaktır.

Konuyu cok acılmış gul gibi dağıtmadan yinelemek gerekirse, cocuklarımızın, ulkemizin ve milletimizin geleceğinin terazimizin gulden olup olmadığıyla yakından alakalı olduğunu soylemek fazlalık olmayacaktır.

KÂbe’yi gulsuyuyla yıkayan, ona ve ona yonelenlere hizmeti aşk derecesinde hisseden ve insanlığın istikbali ve istiklali icin deli divane olan bir milletin evlatları olarak elimizde gulden bir terazi taşımaya mecbur ve mahkûmuz...

Doğrusu aşktan anladığımız da budur...
__________________