Zuhd, Zuht Nedir, Tasavvufta Zuhdun Mahiyeti
‘Zuhd, Arapca rağbetsiz olmak, yuz cevirmek demektir. ‘ Kuran-ı Kerim’de sadece Yusuf suresinin 20. ayetinde gecer: ‘Onlar Yusuf’a rağbetsiz idiler. Onu az bir fiyatla, birkac dirheme sattılar.’ Yani Hz. Yusuf’u (a.s.) elde tutmak istemiyorlardı. Onu hemen biraz para karşılığında kole olarak elden cıkarmak istediler. Zuhd de Hz. Yusuf (a.s) gibidir. Onu az cok elde edenler, peygamberlere yaraşan bir imana ve ahlaka sahip olabilirler. Ama insanların buyuk coğunluğu zuhdun kıymetini bilmezler. Onu hemen dunyalık biraz paraya satarlar. Zuhd yerine dunyaya bağlı kalmayı isterler.
İslam tarihinde hicri ucuncu asırda başlayan tasavvuf, başlangıcta bir zuhd hareketi idi. Sahabeler, tabiinler, tebe-i tabiinler icerisinde pek cok kişi ehl-i tasavvuf gibi dunyadan, dunya nimetlerinden yuz cevirmişler, ibadetlere, Allah’ın rızasına yonelmişlerdi. Ozellikle peygamberimiz (s.a.s) doneminde mescidin bitişiğindeki cardaklarda kalan Ashab-ı suffeyi tasavvuf hareketinin başında gorebiliriz. Bunlar gecesi gunduzu ibadetlerle gecen, maişet hususunda calışmayıp Allah’a tevekkul eden kimselerdi.
Zuhd konusu iyi kavrandığı taktirde bundan doğan tasavvuf ve tarikatlar kavram ve olgusu da doğru anlaşılacaktır.
Dinin ruhu ahrettir. Butun peygamberler, insanları ahrette ebedi yaşamı cennette gecirmek icin hak dinlere davet etmişlerdir. İnsanların hak dinlere girmemesinde en buyuk etken, dunya hayatından hicbir fedakÂrlıkta bulunmamayı, haram helal demeden dunya hayatından yararlanmayı istemeleridir. Dunya hayatına razı olmaları, onu yeterli gormeleridir. Oysa hak dinler, bunda bir sınırlama getirmiştir. Haram ve helal sınırları ile dunyanın bir imtihan yurdu olduğunu belirtmişlerdir. Kişi helal ve haram sınırlarına dikkat ettiği anda Musluman ve mumin unvanlarına hak kazanmaktadır. Helal ve haram sınırları dunyanın sunduğu zevkleri ortadan kaldırmamakta, bunu insan onuruna uygun olarak duzenlemektedirler. Aslında haram olan şeyler, helallere gore hem cok azdır hem de helal olan şeylerden bunları karşılayan nice nimetler vardır.
Yuce Allah (c.c.), insanları dunya hayatına, dunyanın zevklerine, nimetlerine değil de ahrete talip olmaya pek cok ayetle teşvik etmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:
‘Ey inananlar! Eş ve cocuklarınızdan bir kısmı size duşmandır. Onlardan sakının… (Tegabun suresi, 14)’
‘Biliniz ki mallarınız ve cocuklarınız birer fitnedir, imtihan konusudur (Enfal suresi, 28).’
‘Dunya hayatı gurur (aldanma) metaından başka bir şey değildir (Al-i İmran suresi, 181).’
‘Dunyanın metaı azdır. Ahret ise Allah’tan korkanlar icin daha hayırlıdır (Nisa suresi, 77).’
‘Dunya hayatı sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir (En’am suresi, 32).’
‘Ahret dururken dunya hayatına mı razı oldunuz? Dunya hayatının gecimi ahrete nispetle cok azdır (Tevbe suresi 38).’
Butun yaşamı Kuran-ı Kerim’i hayatına uygulamak olarak niteleyebileceğimiz peygamberimizin (s.a.s) dunya karşısında ahretin secilmesi, dunyaya değer verilmemesi hususunda pek cok hadis-i şerifi vardır. Bunlardan bir kacı şunlardır:
‘Dunya sevgisi, her kotuluğun başıdır.’
‘Kimin himmet ve kaygısı dunya olursa Allah o kişinin işlerini dağıtır. Fakirliği gozunun onune koyar. Kimseye nasibinden fazla dunyalık gelmez. Niyet ve himmeti ahret olanın işlerini Allah toparlar. Gonlune zenginlik verir. O arkasını donse de dunya ona gelir.’
‘Dunya sevgisi helake goturur.’
‘Ey Bilal, bu cihandan giderken zengin değil, fakir olarak gitmeye bak!’
‘Allah’ın seni sevmesini istiyorsan dunyada zahid ol.’
Tasavvuf ve tarikat yoluna tovbe kapısında girilir. Bu, buyuk dış kapıdır. Tovbe gunahlardan uzaklaşmaktır. Bu, manevi bir makamdır. Ondan sonra zuhd gelir. Kişi tovbe ettikten sonra manevi halleri ve makamları yaşamak ve aşmak icin kendisine helal olan şeylerde de bir kısıtlama yaparsa, daha doğrusu bunlara karşı da bir isteksizlik icerisinde bulunursa, vaktini dunya ile ilgili şeyleri talep etmeye ayıracağına ibadetlere ve Allah’ın rızasına verirse boylece zuhd sahibi olur. Yoksa fakir kişinin hali zuhd değildir. Kişi dunyadan elini cekmişse buna zuhd denir. Elde edemiyorsa ona fakir kişi olarak bakmak lazımdır. Cunku fakir kişinin kalbi dunyayı arzuluyor olabilir. Zuhd hali, istek ve irade ile meydana gelmektedir. Fakirlik ise mecburiyetten kaynaklanmaktadır. Fakir insanların genellikle olduğu gibi gonulleri dunya ile dolu olabilir.
Elbette fakir bir kişinin zuhd halini elde etmesi, zuhd yolunda manevi derecelere ulaşması varlıklı bir kişiye gore cok daha kolaydır. Zira fakir insanların bunda kaybedecekleri bir şeyleri yoktur. Zengin kişilerin ise en az varlıklarını gonullerinden cıkarmaları gerekir ki bu da kolay bir şey değildir. Cunku sermaye, mal mulk insanın kalbini cok meşgul eder. Kalbe milyonlarca damarla bağlı bulunurlar. Dinin ozu ise kalpte yer alır. Boyle birisinin zuhd sahibi olması şurada dursun ihlÂsla ibadetlere ve Allah’a yonelmesi bile kolay kolay gercekleşemez. Dikkat edilirse tarih boyunca tasavvuf yoluna girenler genellikle sermaye, mal mulk sahipleri değil de kaybedeceği bir şeyleri olmayan fakir kişiler olmuştur.
Zuhd, tasavvufun temel kavramlarından birisidir. O yuzden usul-i aşere icerisinde yer alır. Bir insan tasavvuf ve tarikat yoluna girdiğinde nefsini usul-i aşeredeki kavramlarla terbiye ederek manevi makamları kat eder. Nefis bunlarla zinetlenmediği zaman tezkiye olmuş kabul edilemez. Usul-i aşeredeki hususlar ise şunlardır: Tovbe, zuhd, uzlet (Allah’la baş başa kalmak), kanaat (Eldekiyle yetinmek, şukur), tevekkul (Elinden geldiğini yaptıktan sonra işleri ve sonucları Allah’a bırakmak, kaygılanmamak), daimi zikir hali, Hakk’a teveccuh (Her hususta Allah’a yonelmek), sabır, murakabe (Daima Allah’ın kendisinin yanında olduğunu, kendisini gozetlediği varsaymak), rıza (Allah’tan razı olmak).
Zuhd, tasavvuf ve tarikat yolunda tovbeden sonra gelir, adeta ic kapıdır. Zuhd hali meydana gelmeden kişinin Allah’la başbaşa kalması mumkun değildir. Boyle birisinin uzlette kalbi hep dunyalık şeylerle meşgul olur. Yine zuhd hali gercekleşmeden eldekine kanaat ve şukur de meydana gelmez. Zira zuhde sahip olamayan kişi, dunyaya rağbet eder, tutkuyla ona yapışır. Bunları artırma dertleri ile kanaat ve şukur aklının ucuna bile gelmez veya bu konuda istenilen duzeye ulaşamaz. Zuhd kişide hal ve makam seviyesine gelmeden kişinin Allah’a tevekkul etmesi de mumkun değildir. Zira kalpteki dunyalık şeyler, nefsin ve şeytanların vesveseleri sonucu kaybedilebileceği yonundeki kaygılarla kişinin Allah’a gereği şekilde tevekkul etmesine mani olur. Zuhdun sağlayacağı huzur ve sukûn halleri gercekleşmeden kişinin istenilen duzeyde daimi zikre kavuşması ve Hakk’a teveccuhte bulunması da imkÂnsızdır. Butun bunlar da nefsin Allah’ın kaza ve kaderine rıza gostermesini engeller. Nefis Allah’tan razı olmayınca Allah da kuldan razı olmaz. Dolayısıyla Allah’ın rızasını elde etme yolu olan tasavvuf ve tarikattan beklenen netice gercekleşmez. Butun emekler boşa gitmiş olur.
Dikkat edilirse, nefsin en cok zorlandığı husus, zuhddur. Tovbe icin Allah’ın tehditleri vardır. Kişi korku ile gunahlarına tovbe edebilir. Ama zuhd kişinin iradesine ve isteğine kalmış bir şeydir. Yaparsa tasavvuf ve tarikat yolunda buyuk faydasını gorur. Ama kişi, tasavvufta istenilen derecedeki zuhd haline ermeden de İslam’ın emir ve yasaklarına dikkat etmek şartıyla kendisini kurtarabilir. Allah’ın rahmetine erebilir.
Haramlardan, şupheli şeylerden zaten yuz cevirmek gerekir. Bu bir Musluman’da ve muminde aranan temel bir vasıftır. Zuhd değildir. Zuhd Allah’ın Musluman ve muminlere ancak helal ve mubah ettiği şeylere karşı soz konusudur. Elbette bunun da bir olcusu vardır. Yuce Allah (c.c.), Kuran-ı Kerim’de bu konuda ceşitli ayetlerle bizlere yol gostermiştir. Bir olcu vermiştir. Sınır cizmiştir: ‘Sonra bunların peşinden art arda peygamberlerimizi gonderdik. Onların arkasından da Meryem oğlu İsa’yı gonderdik. Ona İncil’i verdik ve kendisine uyanların kalplerine şefkat ve merhamet duygusu koyduk. Kendiliklerinden icat ettikleri ruhbanlığa gelince, biz onu onlara farz kılmamıştık. Allah’ın rızasını kazanmak icin onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz de iclerinden iman edenlere mukÂfatlarını verdik. Fakat onlardan bircoğu da fasık kimselerdir (Hadid suresi, 27).’
Hıristiyanların Allah’ın rızasını kazanmak icin icat ettikleri ruhbanlığın en temel ozellikleri omur boyu evlenmemek, manastırlara cekilmektir. Oysa yuce Allah (c.c.), insanı hem sosyal bir varlık olarak yaratmış hem de cinsel icgudu ile donatarak evlenmesine zorlamıştır. Evlenmemek zina gibi buyuk bir gunaha kapı acabilir. Ayrıca kişinin kafasını surekli cinselliğe takacağı icin manevi ilerlemesine de buyuk engel teşkil edebilir. Bu durum pek az insan icin ancak bir istisna oluşturur. Elbette bunlar da cinsel enerjileri ya yeterli duzeyde olamayan veya cinsel enerjilerini başka sahalara yuceltebilen, orneğin bununla ceşitli ruhsal, zihinsel melekelerin işlemesine imkÂn oluşturabilen cok idealist kişilerdir. Yoksa insanların buyuk coğunluğu cinsel enerjilerini (şehvetlerini) evlilik yolu ile meşru zeminde tatmin edemedikleri zaman ceşitli sapıklıklara veya zinaya duşebilirler. Dolayısıyla bu yolla zuhde girmek doğru değildir. Yukarıdaki ayette de zaten bu durum dolaylı bir şekilde yasaklanmaktadır. Nitekim omur boyu evlenmemek, cinsel aletlerini kesmek… gibi yollarla kendilerini ibadetlere vermek isteyen sahabelere (Allah onlardan razı olsun) peygamberimiz (s.a.s) izin vermemiştir. Kendi sunnetlerinde evlilik bulunduğunu ozellikle belirtmişlerdir. Zuhd sahibi kişi, ornek olarak peygamberimizin yaşantısını (sunnetini) temel olarak almadığı zaman ilgili ayetin muhatabı durumuna duşebilir. Bu işin bir uc noktasıdır.
Zuhdde dikkat edilmesi gereken diğer uc nokta ise, helal olan şeyleri nefse omur boyu haram kılmamaktır. Bu konuda yuce Allah (c.c.), şoyle buyurmaktadır: ‘Ey peygamber, eşlerinin hoşnutluğunu isteyerek Allah’ın sana helal kıldıklarını nicin haram kılıyorsun? Allah, cok bağışlayandır, cok esirgeyendir (Tahrim suresi, 1).’ Bu ayet, peygamberimizin (s.a.s) ictiği bal şerbetinden guya kotu bir koku geldiğini iddia eden eşlerinin hatırı icin bir daha bal şerbeti icmemeye yemin etmesi, onu nefsine haram kılması uzerine inmiştir. Ayeti genel olarak zuhd kavramı icerisinde mutalaa ettiğimizde helal şeylerin haram olarak kabul edilmesinin yasaklandığını gostermektedir. Tasavvufta kişi nefsanî terbiyede, oruc, riyazet, cile (halvet) gibi durumlarda belli bir zaman icin bazı nimetlerden kendisini kısıtlayabilir ama bunları her zaman, omur boyu nefsine haram kılması doğru değildir.
İnsanın dunya hayatına karşı ilgisi ile zuhd arasında ince bir cizgi vardır. Bir yanda dunya yaşamını surdurme endişesi, obur yanda zuhdden uzak olma tedirginliği bulunmaktadır. Bu iki cizgi uzerinde Allah’ın rızasını bulmak, her Musluman’ın yaşamsal bir odevi ve sorumluğudur. Bu konu her Musluman’ı duşundurmeli ve dunyaya karşı bir tavır almasını gerekli kılmalıdır. Kişinin dunya goruşunun, hayat felsefesinin temeli bu noktada kendisini somut olarak gostermektedir. Elbette insanların fıtratları farklı farklı olduğu gibi İslam dinindeki takva olculeri de birbirinden buyuk ayrılıklar gostermektedir. Dolayısıyla herkesin zuhdu birbirine benzememektedir.
Zuhd, tasavvufi bir kavramdır. Dolayısıyla zuhdî bir hayat herkese farz değildir. Bir Musluman’ın zuhd kadar onem vermesi gereken diğer husus da dunyanın imarıdır. Bunun icin dunyaya calışmak gerekir. Tasavvufta ise insanın nefsanî isteklerinden ve dunyadan uzaklaşması amaclanır.
Musluman’ın dunyaya değer vermemesi ile dunya hayatını imar etmesi gercekliği gorunuşte birbiriyle catışmaktadır. Peygamberimizin (s.a.s) şu hadis-i şerifi bu konuya buyuk bir aydınlık getirmekte ve celişkiyi ortadan kaldırmaktadır:
‘Yarın olecekmiş gibi ahret icin hic olmeyecekmiş gibi dunya icin calışınız.’
Yazımızın bu noktasında zuhd konusunda iki farklı yaklaşımı konu alacağız ve aralarındaki celişkiye dikkat cekip bir uzlaşmaya gideceğiz. Bunlardan birincisi şudur:
‘’Şibli’ye (k.s) zuhdden sorulur. O da şu cevabı verir: Aslında zuhd diye bir şey yoktur. Zira insan ya kendisine ait olmayan bir şeye rağbet etmez. Bu ise zuhd değildir. Ya da kendisine ait olan bir şeye rağbet etmez. O zaman da insanın yanında ve beraberinde bulunan bir şeye rağbet etmemesi nasıl mumkun olur? Rağbet etmeseydi o şey elinde bulunmazdı. İnfak ederdi.’’
Şibli’nin paradoksal gorulen zuhd acıklamasına dikkatimizi verdiğimizde konu iki bolume ayrılmıştır. İlkinde elde olunmayan şeye karşı zuhd gosterilemeyeceği belirtilmektedir. Oysa biz şu ana kadar olan acıklamalarımızda zuhdun genellikle elde olunmayan şeylere, dunyalıklara karşı olan bir ‘isteksizlik’ durumu olduğunu ifade ettik. Şibli ise burada insanın elde edemediği şeylere karşı rağbet etmesini mumkun gormemektedir. Bu goruş, butun tasavvuf literaturunde kabul goren zuhd kavramına karşı durmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki, insan tabiatı elde edemediği şeylere karşı rağbet duygusu yanında buyuk bir hırs ve şehvet de gosterebilir. Bunu elbette mubah ve helallere karşı duşunuyoruz. Şibli (k.s) bu karşı cıkışıyla acaba ne anlatmak istemiştir? Zira bu sozuyle tasavvufun temel kavramlarından zuhdu adeta inkÂr etmektedir. Konuya onun psikolojisi icabı bakarsak, zannedersem, buyuk bir aydınlık yaşanacaktır. Şibli (k.s), bir Allah dostudur. Allah’ta fani olduğu icin dunyaya rağbeti yoktur. Dunya ile ilgili her şeyi adeta boşamıştır. Kendi gozluğu ile tum insanların tabiatlarını değerlendirmek gibi bir hatada bulunmaktadır. İnsanların kendisi gibi elde edemediği şeylere, dunyalıklara rağbet hissinden yoksun olduklarını duşunmektedir. Bu durum Şibli’nin (k.s) bu sozu manevi bir sarhoşluk (sekr) eseri olarak soylediğini kanıtlamaktadır. Zira ancak bir manevi sarhoş, kendi durumunu tum insanlar icin teşmil edebilir.
Şibli’nin acıklamasının ikinci bolumu de calib-i dikkattir. Burada ise insanın kendisine ait olan bir şeye rağbet etmemesinin mumkun olmadığı, rağbet etmeseydi bunun infak edileceği belirtilmektedir. Bu konu insan-eşya munasebetine değindiği icin acıklama ve yorum beklemektedir. İnsanın temel ihtiyac maddelerini, nesnelerini infak edemeyeceği bir gercektir. Cunku kendisine gerekli olan temel şeyleri (gunluk veya yıllık yiyecek miktarı, giysiler, ev, araba) infak etmesi doğru değildir. Bunları infak ederse bunlara muhtac olur. Fakirlik ise manevi bir bunalım doğurabilir. Oysa tasavvuf yolu bu tur manevi bunalımları ortadan kaldırmak icin vardır. Oyle ise Şibli’nin burada kastettiği şey, ihtiyactan ote olan şeylerdir. Bunların elde bulunması gonulde bunlara karşı bir rağbetin işaretine acıktır.
Gercekten insan olarak sahip olduğumuz pek cok şeye ihtiyac duymadığımız halde onları elimizde bulundurmamız bunlara bir bağlılıktır. Bir rağbettir. Yuce Allah (c.c.) konu ile ilgili şoyle buyurmaktadır: ‘‘Yine sana hangi şeyleri nafaka vereceklerini soruyorlar. De ki: ‘İhtiyacınızdan geri kalanı harcayın.’ Allah ayetlerini size boyle acıklıyor ki duşunesiniz (Bakara suresi, 219).’’
İhtiyactan arta kalan şeyler nelerdir? Bu nesneler ve eşyalar icin soz konusu olabilir ama sermaye icin buyuk bir tehlike arz edebilir. Zira biliyoruz ki sermaye artmakla guclenir. Dunyayı imar, sermayenin artması ve onun gerekli yerlerde kullanılması ile mumkun olmaktadır. İslam dininde sermaye her yıl zekÂtla temizlendikten sonra ne kadar olsa da mubah ve helal kapsamındadır. Elbette yukarıdaki ayetin işaretiyle veya emriyle bu sermaye olduğu gibi veya kısmen yoksul insanlara infak edilebilir. Onun İslam dininin hizmetinde kullanılması ise buyuk bir fazilettir, ibadettir. Bu her sahada soz konusu olabilir. Bunun yanında her yıl zekÂtı verildikten sonra kişinin elinde bulunmasında da bir sakınca yoktur.
Tasavvuf yolunda bulunan kişilerin, boyle Şibli’nin dediği gibi, sermayeden uzak olmaları mı gerekmektedir? Zuhd tasavvufun temel bir kavramı olduğuna gore, bu yola giren kişiler, elinde avucunda bulunan her ihtiyactan fazla şeyi infak etmek zorundalar mı? Evet, sozun ozu şu ki, Şibli yukarıdaki sozleri ile bunu gerekli gormektedir. Nitekim ceşitli menkıbelerden biliyoruz ki, pek cok buyuk sufi, bu yola girdiklerinde elinde avucunda bulunan şeyleri once infak etmişlerdir. Bu durum tasavvuf yoluna giren her kişi icin gerekli midir, zorunlu mudur? Zuhd tasavvufun kilit bir kavramı olduğuna gore bu yola giren her kişinin yuce hal ve makamlara ulaşmak icin, daha doğrusu Allah’ın rızasına ermede elinde avucunda bulunan her fazla şeyi ve sermayesini infak etmesi mi lazımdır?
Şibli’nin mantığını temel alırsak kendisine yetecek miktarın otesinde para, mal mulk, sermaye sahibi olan her insanın bunları infak etmedikce zuhdu elde edemeyeceğini duşunuruz. Cunku sahip olduğu şeyler onu dunyaya bağlamaktadır. Şibli’nin bu goruşu, madde ile insan arasındaki ilişkiyi cok materyalist bir tarzda tanımlamaktadır. Oysa bir Musluman her şeyden once idealisttir. Onun icin oncelikle Şibli’nin (k.s) bu goruşune katılmadığımı ozellikle belirteyim.
Bu noktada Bahaeddin Nakşbend Hazretlerini (k.s) hatırlamamak mumkun değildir. O, zuhd konusunda ikinci farklı yaklaşımı temsil etmektedir: ‘Bahaeddin Nakşbend Hazretleri (k.s) hacca gittiğinde Mina pazarında bir gencin 5000 dinarlık ticaret yaptığı halde kalbinin bir an bile Allah’tan gafil kalmadığını muşahede ederek ondan ovguyle bahsetmiştir. ‘
Gercekten Nakşbendiyye tarikatında zuhd kavramı bu cağa ve bugunun insanına daha uygun bir şekilde ele alınmaktadır. ‘El kÂrda, gonul yÂrda’ bu tarikatın adeta dusturudur. Yani bir insan ne kadar sermayeye, mala mulke sahip olsa da gonlu sevgilide oldukca bu ona zarar vermemektedir.
Şibli (k.s) konuya insanın sahip olduğu şeyleri infak etmedikce zuhde eremeyeceği goruşuyle bakarken Bahaeddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) konuyu sahip olunan şeylerin zuhde engel olamayacağı yargısıyla değerlendirmektedir. Elbette Şibli’nin (k.s) konuya bakışı cok materyalist iken Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinki (k.s) ise cok idealist olmuştur. Konuyu insan psikolojisi ve tabiatı acısında bir değerlendirelim:
Gercekten maddenin bir cekim gucu vardır. Buna ağırlık denir. Bu dunyada yaşadığımıza gore bu kanuna tabiyiz. Hic kimse oyle kolay kolay nefsinin eğilimlerinden kurtulamaz. Her birimiz dunyaya sahip olduğumuz şeyler nispetinde bağlı durumdayız. Gerceklik budur. Bunlar bizlerin Allah’a yonelmemizde, O’na karşı aşk ve şevk duymasında engel teşkil etmektedir. Bu noktaya kadar Şibli haklıdır. Ama bazı insanlar bir tarikata girip seyr u suluğa başladıklarında dunyadan yuz cevirmeyi başarabilmekte, Allah’a karşı buyuk bir aşk ve şevk duyabilmektedirler. Bunlar ne kadar sermayeye, mala mulke sahip olsalar da bu durum onları Allah’a karşı aşk ve şevklerinde geri kılmamaktadır. Cunku burada maddenin değil ruhun kanunları gecerli olmaktadır. Bahaeddin Nakşbendi Hazretlerinin, yukarıda dile getirdiğimiz, hacda bir gencte muşahede ettiği durum da bundan ibarettir.
İnsan, nefsinin hesabıyla baktığında dunyaya karşı aşırı bağlıdır. Ama insan sadece nefisten oluşmamakta, onda yaratıcıdan gelen bir nefha olan ruh da bulunmaktadır. Ruh, Allah’a karşı buyuk bir aşk ve şevk duyduğunda ise pek cok maddeye sahip olsa da buna değer vermemektedir. Pek cok insanın gozunu bile kırpmadan canlarını ve mallarını İslam yolunda vermeleri bunun tanığıdır, ispatıdır. Burada ruh nefse ustun gelmektedir. Oyleyse Şibli (k.s) zuhdu ele alırken onu nefsanî boyutta, Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhanî yonuyle değerlendirmişlerdir. Boylece aralarındaki celişki de anlaşılmış olmaktadır. Şibli (k.s) zuhd konusunda nefsanî bir bakışla materyalist bir duşunceyi dile getirirken Bahaeddin Naşkbendi Hazretleri (k.s) ise ruhi bir bakış acısı ile idealist bir yorumu ortaya koymuştur. Her ikisi de doğruyu soylemişler ama insana farklı boyutları ile bakmışlardır.
Şibli (k.s) nefsini tezkiye kılarak tasavvuf yolunda ilerlemişken Baheddin Nakşbendi Hazretleri (k.s) ruhu (kalbi) tasfiye ederek seyr u suluğunu tamamlamıştır. Sonucta her ikisi de Allah dostluğunda buluşmalarına rağmen, tasavvuf yolundaki veya tarikatlarındaki yontem farklılığı, maddeye, dunyaya bakış acılarını da etkilemiştir. Bu yuzden zuhd konusunda gorunuşte birbiriyle celişen sozler soylemelerine neden olmuştur.
Sonuc
Zuhd, dinin ileri derecedeki gayesini ve hedefini oluşturmaktadır. Tasavvufun giriş ic kapısı mesabesindedir. Tasavvufta zuhd icin ileri surulen, elde bulunan varlığın ve sermayenin ihtiyactan fazlasının yoksullara infak edilmesi sadece bir goruştur. Bu nefse cok ağır gelen bir duşuncedir. Bunun yanında varlık ve sermayenin elde tutulması ama kalpten cıkarılması ise (‘El kÂrda, gonul yÂrda’) ayrı bir bakış acısıdır. Bu sonuncusu, insan tabiatına ve cağa daha kolay ve uygun gorunmektedir.
Yuce Allah her birimize hidayet ve son nefeste iman nasip eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
__________________
Zuhd, Zuht Nedir, Tasavvufta Zuhdun Mahiyeti
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Zuhd, Zuht Nedir, Tasavvufta Zuhdun Mahiyeti