Doğar doğmaz insanoğlu olume adımlıyor. İstese de istemese de... Sadece insan değil ki, tum mahlukatın, hayvanların, nebatatın ortak kaderi boyle. Hani ilk mektepte fen bilgisi dersinde oğretirlerdi, canlıların ortak ozelliklerini sayardık: Tum canlılar doğar, solunum yapar, buyur, urer ve olur.

Kendimce sayıyorum, doğdum, nefes alıyorum, buyudum, evlendim, coğaldım.. Geriye ne kaldı? Aman Allahım, sadece o mu kaldı?! Pacalarım tutuşuyor.

Şakalar gercek olursa

Cocukken olum sozcuğune gulebiliyorduk. Ender de olsa bir cenazeye rastlasak, icimizden biri “Susun, olu olmuş!” diyor, diğeri ise; “Hadi oradan, hic olu olur mu?” deyiverince korkudan gerilmiş sinirlerimiz boşalıveriyor ve istemeden de olsa guluşuyorduk. Hatta daha kucuk cocuklar olumu “Cee! Eee!” gibi bir oyun zannederler.

İki cocuk kovboyculuk oynuyormuş; biri yuksekce bir duvarın ustune cıkmış, diğeri aşağıdan elindeki değnek ile ateş etmiş. Duvarın uzerindeki cocuk, “Ah! Vuruldum!” diyerek kendini aşağı bırakıvermiş. Ve maalesef, gercekten de tepe ustu duşerek olmuş. Yakınları icin cok acı ama onun icin sadece bir oyun!

Cocuklar hep buyumek ister ama buyuk insanlar da cocukluğunu arar. Ne buyumemek mumkun, ne de geriye donebilmek. O halde hayatın hakkını vermek gerek.

Nereden gonderildik, nicin varız ve istikamet nereye? Bu uc buyuk soru insanlık karmaşasının temel kaynağını oluşturuyor. İkiye ayrılmış gibiyiz; bir kısmı bu soruları hic hatırdan cıkarmayarak panik icinde, bir kısmı ise bu soruları aklına getirmemek icin panik icinde... Hic koşuşturmayan, boş duran var mı?

Sahi, bu telaş icinde şu sevdiğimiz insanlar nereye gittiler? Oysa onlar da bizim gibi bilincli ya da bilincsiz koşuşturup duruyorlardı. Bizden ayrılıverdiler. Zaman hızla ilerliyor, onları ozluyoruz, peki ama nasıl goruşeceğiz? İmkansız mı? Buluşmamız belki ruyalara mı kaldı? Bana boyle şeyler soylemeyin!

Yurek ferahlatan hikÂye

Bir tasavvuf kitabında bir kuşun hikÂyesini okuduğumda hamd deryasından bir ferah esinti yureğimin hararetini serinletmişti. Boyle masallar da olmasa, insana hayatın gerceğini kim anlatabilir, divaneleri kim avutabilir? Ama bu bildiğimiz masallardan değil, bize bu hikÂyede asıl gercek anlatılıyor:

Eski zamanda zengin bir tacir varmış. Konağında hizmetcilerin, cariyelerin yanı sıra bir de tûti kuşu yani papağanı varmış. Tacir, ticaret icin Hindistan’a gitmeye niyetlenmiş. Evinde bulunan tum maiyetine kendisinden ne getirmesini istediklerini sormuş. Cunku cok comert bir adammış. Bu arada kafesteki papağanını da unutmayıp, bir isteğinin olup olmadığını sormuş. Tûti de şu cevabı vermiş:

“Senden bir şey istemem. Sadece Hint tûtilerine benim halimi arzeyle. Onlara senin evinde bir kafeste hapis olduğumu soyle. De ki: Ey papağanlar; siz bu guzel ormanda yeşillikler icinde ozgurce ağaclara konmakta, gonlunuzun arzu ettiği gibi ucup, eşlerinizle muhabbet icinde oynamaktasınız. Ama sizden birini evimde kafese kapattım, o benim esirimdir…”

Gercekten de tacir Hindistan’da bir ormandan gecerken ağaclara konmuş tûtilere rastlar. Durup onlara kendi tûtisinin selamını soyleyerek:

“Siz burada istediğiniz gibi ucuşmaktasınız, oysa sizden biri benim evimde hapis.” der.

Bu sozu duyan papağanlardan biri aniden kendini daldan aşağı bırakır, tıpkı olmuş gibi yere yatar.

Tacir seyahatini tamamlayıp evine geldiğinde gorduklerini kendi tûtisine anlatır. Tûti sahibinin soylediklerini duyar duymaz, birden hareketsiz kalır ve oylece olu gibi yatar. Tacir de tûtisinin uzuntuden olduğunu zannederek kafesin kapağını acar ve o anda kuş ucuverir, ozgurluğune kavuşur.

Bu masal ve misalde kafes dunya hayatını; kafesteki kuş ise bedene hapsolmuş ruhu temsil etmektedir. Guzel, yemyeşil ormanlar ruhların aslî vatanını, orada ucuşan kuşlar ise mucerret ruhları sembolize etmektedir. Bunlardan biri de kafesteki kuşun murşidinin ruhudur ki, daldan duşup olu taklidi yapmakla, muridi olan tûtiye esaretten kurtulmanın yolunu şifrelemiştir. Kafesteki kuş da bu mesajı alır almaz, tıpkı murşidi gibi yaparak kafesten kurtulmaya muvaffak olmuştur..

Bu tûti kıssasından aldığım hisse ile artık kabristanlara bakış acım değişiverdi, yokluk kapısı zannettiğim bu yerler, ebedi hayatın ilk kapısı manasını kazandı. Ah, ben de bir tûti kadar iyi bir taklitci olabilsem! Rehberimi layıkıyla taklit edebilsem...

Ateş duştuğu yeri yakar

Gelin girmedik hane olurmuş da, olum girmedik hane olmazmış. Gazeteden okuması, televizyondan bakması, dile soylemesi kolay! Olum bazen insanın zihninde sadece bir haber olarak yer ediyor. Kefeni kendi uzerimizde prova etmek nefse cok ağır, icimden hemen gozlerimi acıvermek geliyor! Ve merak ediyorum, şu dunyada kaza namazı olmayanlar da olumden korkarlar mı?

Bazı durumlarda “Cesaret cehalettendir.” deyiminin cok yerinde soylendiğini duşunurum. Oyle vurdumduymaz yaşayanlar var ki, insan onlara baktıkca ne hissedeceğini bilemiyor; acıyalım mı, kızalım mı? Anlatmak istesen seni dinlemezler. Gercekten de kalpleri muhurlenmiş gibi... “Doğanın kanunu” ile izah ediverirler. Hayatın oncesi ve sonrası diye bir şey yokmuş!

İnanclı olduğunu soyleyen bircok kimse de, ne tezattır ki, hayatını inancının cercevesinde şekillendirip yaşamayı onemsiz goruyor; hicbir kıpırtı yok! Kalplerimiz en iyi beyazlatıcılarla yıkanabiliyormuş gibi “kalp temizliği” en on planda vurgulanıp, dinî anlayışın merkezine konuluyor. Her haramı işleyip, “Kalbim temiz!” demekle kişi kimi kandırmış oluyor?

Şehirlerin iki yuzu

Seyahatler esnasında gittiğim şehir ya da beldelerin, koylerin iki yuzu olduğu dikkatimi ceker. Birisi şehrin kendisi, diğeri de mezarlığı... Kabristanlar hep olumun bizden uzak durmasını istermişcesine yerleşim yerlerinin dışına kurulmuşlardır. Ne ibret-i alemdir ki, yollar da hem şehre hem de kabristana uğruyor. Duşunuyorum, hayattakiler ne alemdeler, olmuş olanlar ne alemdeler?

İnsan olume tanık ola ola, zamanla ya kabristanlarla barışık oluyor ya da olenlerin ozlemiyle dizlerinin bağı cozulup kabristanlara ayak basamıyor. Yadırgamamak lazım... Sevdiği insanın olusune bakmayan, hayattaki halini hafızasında saklamak isteyenlerin sayısı da bir hayli fazla. Aslında olum bizi rahatsız ettiği icin boyle.

Ucunde, yedisinde, kırkında bir takım geleneksel seremonilerle son gorevlerimizi yapıp, kendi hissemize ibret devşirmeden sayfayı kapatıyoruz. İnanın, olumu konu alan ilÂhileri dinlemeye tahammul edemeyenlere bile rastlanıyor.

Kabristanlar ne guzel beldeler! Sessiz, sakin, yeşillikler icinde, her mevsim başka guzel! Yaşadıkca en sevdiğimiz insanlar bir bir oraya goc ediyorsa, demek ki mezarlıklar urpererek ya da kem gozle bakılacak yerler değil. Yeşil ve beyaz muazzam bir uyum icinde, insana dunyadan başka bir diyarın varlığını fısıldıyor.

Korkmaya hic luzum yok. Adabınca ziyaret ederseniz carpılma filan da olmaz. Olumu iliklerinize kadar hissedip sarsılırsanız, carpıldım zannetmeyiniz!

Bir gun kavuşuruz

Kabir ziyareti yaparken bir şey dikkatimi cekti: O yakınımı hayatımın hangi cağında kaybetti isem, elimde olmadan o yaşlarımdaki haleti ruhiyeye burunup, yeniden yaşıyor gibi oluyorum. Senden sonra şu dunyada daha neler neler oldu, neler yaşadık, sen orada neler yaşıyorsun, diye icimden konuşasım geliyor. Hayatı cok seviyorum, ama onların yanından ayrılırken, onları veya belki de kendimi bir cocuk gibi teselli edip, “Merak etmeyin, gunun birinde ben de yanınıza geleceğim..” demekten kendimi alamıyorum.

Ahirete giden sevdiklerimin sayısı bir bir coğaldıkca, her memlekete ziyarete gidişimde once kabristana uğramayı istiyorum. Onları hicbir şekilde goremeyeceğimi bile bile, icimdeki ozlemi susturmak icin, onları ve olumu unutmadığımı kendi kendime hatırlatmak icin bu ziyaretlere ihtiyacım var. Yaşayanlarla yedi yıl sonra da olsa elbet kavuşmak mumkun.

Kabristanların da kendine ozgu, gercekten insana sukûnet ve huzur veren bir havası var. Şehrin oteki yuzune boyle bakabilmek bize cok şey kazandırır. Sevdiklerimizi “dostun hayaliyle” gezmek de işin bir başka guzel yonu.

Hayatta daha neler olacak, “Gorelim Mevl neyler, neylerse guzel eyler..”
__________________