CenÂb-ı Hak, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’i butun insanlığa “usve-i hasene” yani emsalsiz bir ornek şahsiyet olarak takdim etmiştir. Yine O’nun yuksek faziletini beyan sadedinde:
“(Ey Rasûlum!) Şuphesiz ki Sen, (muhteşem) yuce bir ahlÂk uzeresin.” (el-Kalem, 4) buyurmuştur.
Bir hadîs-i şerîfte bildirildiği uzere, insanları Cennet’e en fazla nÂil edecek vasıflar da, “takv ve guzel ahlÂktır.” (Bkz. Tirmizî, Birr, 62)
Bugun ise maalesef sekuler ahlÂk anlayışı, yani dîni dışlayan ve insanları ten plÂnına iten bir ahlÂk anlayışı, nice kimseyi sırf bedenleri icin yaşayan canlı cenÂzeler hÂline getirdi. Efendimiz’in bize hayatıyla oğrettiği İslÂm ahlÂkı gereği, once mu’min kardeşini duşunmesi gerekirken, dÂim kendini duşunen bencil nesiller ortaya cıktı. Liberalizmin “Bırakınız yapsın, bırakınız gecsin” mantığıyla hareket eden pragmatist bir insan modeli meydana geldi. HÂlbuki asr-ı saÂdette, ihtiyac sahibi olan Âileye ikram edilen bir koyun başı;
“–Kardeşim falan ve Âilesi buna bizden daha fazla muhtactır.” duşuncesiyle tam yedi ev dolaşmıştı. En son yine kendilerine gelmişti. Zira iclerinde en ac olanı, ilk ikram edilenlerdi. (Bkz. HÂkim, II, 526)
Yine bu sekuler ahlÂk girdabına dalan insanlar, Âhiretsiz bir dunya hayaliyle gaflet icinde bir omur tuketmektedirler. Nasıl ki olumu hatırına bile getirmemekle kişi olumden kurtulamıyorsa; Âhiret de, hic kimsenin yok saymasıyla yok olacak değildir. Her insanın karşılaşacağı en buyuk ve en kesin istikbÂl haberi olan Âhiretle ilgili sayısız ilÂhî beyan ortadadır. Buna rağmen onu umursamamak, ancak kişinin kendi hamÂkatinin bir gostergesidir.
Sırf dunya rahatlığı elde edebilmek icin hic olmeyecekmiş gibi omur tuketenler, bir gun o ziyÂn ettikleri zamanlar icin ne buyuk bir hasret ve nedÂmet duyacaklardır!.. Nitekim Âyet-i kerîmelerde şoyle buyrulur:
“O gunahkÂrların, Rab’leri huzurunda başlarını one eğecekleri, «Rabbimiz! Gorduk, duyduk. Şimdi bizi (dunyaya) geri gonder de, sÂlih ameller işleyelim, artık kesin olarak inandık.» diyecekleri zamanı bir gorsen!” (es-Secde, 12)
“Onlar orada: «Rabbimiz! Bizi cıkar, (once) yaptığımızın yerine iyi işler yapalım!» diye feryÂd ederler. Size duşunecek kimsenin duşunebileceği kadar bir omur vermedik mi? Size uyarıcı da gelmedi mi? (Nicin inanmadınız?) Şimdi tadın (azÂbı)! Zalimlerin yardımcısı yoktur.” (FÂtır, 37)
Unutulmamalıdır ki bu dunyada «Bekā» sıfatının bir tecellîsi yoktur. Her şey gibi zaman da fÂnîliğe mahkûmdur. Ayrıca Âhiret olmasa, dunyaya gelişin de bir mantığı olmazdı. Geliş niye, gidiş niye? Bizler kimin mulkunde yaşıyoruz?
Rabbimiz, insanın dunya ile Âhiret arasında nasıl bir denge kurması gerektiğini şoyle bildirmektedir:
“AllÂh’ın sana verdiğinden (O’nun yolunda harcayarak) Âhiret yurdunu iste; ama dunyadan da nasibini unutma. Allah sana nasıl ihsanda bulunduysa, sen de oylece (insanlara) ihsanda bulun. Yeryuzunde bozgunculuğu arzulama. Şuphesiz ki Allah, bozguncuları sevmez.” (el-Kasas, 77)
Yine bu sekuler anlayışla gonullerde dînî hassÂsiyetler yavaş yavaş kayboluyor. MeselÂ, “Ey îmÂn edenler! Allah’tan korkun ve sÂdıklarla beraber olun.” (et-Tevbe, 119) emrine icÂbet edilmiyor. HÂlbuki sÂdıklarla beraber olan, sÂdıklaşır. Diğer taraftan; “…Hatırladıktan sonra artık o zÂlimler topluluğu ile oturma.” (el-En’Âm, 68) emri kulak ardı ediliyor. HÂlbuki zÂlimlerle oturmak, insanı zÂlimleştiriyor.
Yine gunumuzde Suriye’de yaşanan vahşet ve insanların kendi vatanlarından tard edilmesi de, sekuler anlayışı benimsemiş modern dunyanın yuz karası bir eseridir. İbret nazarıyla gecmişe baktığımızda, bu anlayışın gunumuze bıraktığı birkac medeniyet(!) mirası şoyle:
–Sodom-Gomore’den kalan, bataklığa donmuş, icinde hicbir canlının yaşamadığı olu bir deniz!..
–Pompei’den kalan, ahlÂksız insanların taşlaşmış ibret sergileri!
–Firavunların cesetlerini koymak icin, binlerce insanın acı ve ızdırÂbıyla inşÃ‚ edilen ve bir huzun manzarasını andıran piramitler!..
HÂlbuki İslÂm’ın gonullere nakşettiği merhamet dolayısıyla bizim ecdÂdımız, gittikleri her yerde toplumu bir ağ gibi oren vakıflar inşÃ‚ etmişler. CÂmiler, sebiller, kervansaraylar, kuş evleri yapmışlar… Yani butun mahlûkÂta HÂlık’ın merhamet nazarıyla bakmışlar. İşte İslÂm medeniyeti ile diğerleri arasındaki fark bu!
Dolayısıyla bugun bilhassa genclerimizin uzerinde durması gereken en muhim nokta; İslÂm’ı, Efendimiz’in hayatından, davranışlarından ve engin gonul dunyasından tahsil etmenin gayretinde olmaktır.
Teşbihte hata olmasın, İslÂm, bir nevî insan vucudundaki bağışıklık sistemi gibidir. Bağışıklık sistemi zayıf olan bir vucudun, dış dunyanın hastalıklarına, viruslerine karşı kendini koruyabilmesi zordur. Kucuk bir esintiden soğuk alır. Her an hasta olmaya meyyaldir. Hatt duzgun calışmayan bir bağışıklık sistemi, beden icin faydalı maddeleri dahî zararlı addedebilir.
Aynen bunun gibi, İslÂm’ı, Kur’Ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsiri olan Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in sunnet-i seniyyesinden mahrum bir şekilde oğrenmeye calışan kimse, tıpkı bağışıklık sistemi zayıf bir insan gibidir. Boyle birinin gonul terazisi bozuk olduğundan, ilÂhî emirler karşısında dÂim “bana gore”leri vardır. Kalbinin idrÂki ilÂhî ve nebevî hakîkatlerle inkişÃ‚f etmediğinden; neyin hak, neyin bÂtıl olduğunu lÂyıkıyla tefrik edemez. HÂdiseleri seyrederken, doğru bir İslÂmî tefekkur gozluğunden mahrûmiyeti sebebiyle her şeyi bulanık gorur. Dolayısıyla da aldığı kararlar yanlış, vardığı yollar cıkmaz sokaklar olur.
HÂlbuki asr-ı saÂdette ashÂb-ı kirÂm, gonullerini bir muhabbet cağlayanı hÂlinde Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e raptetmişlerdi. O’nun karakter ve şahsiyetine meftun olmuşlar, O’nunla huzur bulmuşlardı. Onların Efendimiz’in karşısında asl “bana gore”leri yoktu. Efendimiz’in fiil ve davranışlarını hayatlarına aksettirmek icin; “Bunu nicin boyle yaptınız y RasûlÂllah!” gibi bir suÂle ihtiyac duymuyorlardı. Efendimiz’i bir ameli îf ederken bir defa gormeleri yeterliydi. Hikmetini bilmeseler de gucleri nisbetinde onu îfÂya gayret gosterirlerdi. Zira gonullerindeki engin muhabbet, itaati getirir.
Butun mahlûkÂta şÃ‚mil merhameti O’ndan oğrendiler. Comertliği, infÂkı, affetmeyi, din kardeşini kendine tercih etmek demek olan îsÂrı, tevÂzû, şecaat, sabır, istikÂmet, şukur, kanaat ve sadÂkati hep O’ndan oğrendiler. Nasıl ki bir golge, sahibinden ayrılamazsa, onlar da tam bir sadÂkatle Efendimiz’i takip ettiler.
VelhÂsıl eşsiz bir hayat nizÂmı olan İslÂm’ı, Efendimiz’den tahsil ettiler. LÂkin bir anda değil, tedrîcen, sindire sindire, tam yirmi uc yılda…
Nihayetinde cÂhiliye devrinin taş kalpli insanları, sunnet-i seniyye ile yoğrulan gonulleriyle dunyada benzeri bulunmayan bir asr-ı saÂdet medeniyeti inşÃ‚ ettiler. CenÂb-ı Hak da onları Kur’Ân-ı Kerîm’de medhetti.
Dolayısıyla sekuler ahlÂkın hayatın her alanını kuşattığı bir devirde temiz kalabilmek icin mÂneviyÂtımızın guclu olması elzemdir. Bu ise takvÂya bağlıdır.
TakvÂ; AllÂh’ın rızÂsını kaybetme korkusuyla O’nun haram ve yasak saydığı her şeyden titizlikle sakınma hassasiyetidir. Yani tÂbir cÂizse, mÂnevî hayatımızın bağışıklık sistemidir.
Mesel CenÂb-ı Hak Âyet-i kerîmede:
“ZinÂya yaklaşmayın!..” (el-İsrÂ, 32) buyurmuştur. Peki nicin? Cunku, zinÂya yaklaşan insanın, o cirkin hÂle duşmesi kuvvetle muhtemeldir.
Tehlikeli ucurumların kenarında gezen, an gelir oradan duşuverir. Bu sebeple her haram fiil gibi, ona yaklaştıracak davranışlar da yasaklanmıştır İslÂm’da. Mesel kumar haram olduğu icin, kumar aletleri de haram kılınmıştır. Yine zinÂyı onlemek icin, gencleri gec kalmadan evlendirmek teşvik edilmiştir. Osmanlı’da evlenecek genclere yardımcı olmak icin vakıflar kurulmuş ve boylece cemiyetin iffeti muhÂfaza edilmiştir. Mesel Mahpeyker Kosem VÂlide Sultan, yetim ve fakir kızları evlendirmek ve onların ceyizlerini hazırlamak icin bir vakıf kurmuştur.
Âyet-i kerîmede şoyle buyrulur:
“Aranızdaki bekÂrları, kolelerinizden ve cÂriyelerinizden elverişli olanları evlendirin. Eğer bunlar fakir iseler, Allah kendi lûtfu ile onları zenginleştirir. Allah, (lûtfu) geniş olan ve (her şeyi) bilendir.” (en-Nûr, 32)
Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, bu ictimÂî ibadetin kıymetini ifade sadedinde:
“En fazîletli şefaatlerden (teşvik edilen amellerden) biri, evlilik husûsunda iki kişiye aracı ve yardımcı olmaktır.” buyurmuşlardır. (İbn-i MÂce, NikÂh, 49)
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri de, nikÂha teşvik edip evlenenlere yardımcı olmanın fazîleti hakkında şoyle buyurur:
“En ustun sadaka-i cÂriye, evliliğe vesîle olmaktır. Zira onların neslinden gelen kimselerin yaptıkları her iyilikten, vesîle olana da bir ecir vardır.”
Fakat burada bilhassa dikkat edilmesi gereken husus, eşler arası denklik ve uyum mevzuudur. Zira MevlÂn Hazretleri’nin buyurduğu gibi:
“Ayakkabının biri ayağına dar gelirse, ikisi de işe yaramaz.”
Ayrıca evlilik hususunda aracı olanların hissî davranarak birtakım bilgileri gizlemeleri de buyuk bir vebaldir. Zira zamanında soylenmeyen bu bilgiler, ileride boşanmaya ve Âile facialarına sebebiyet verebilmektedir.
VelhÂsıl her insan bir tohum gibidir. Nasıl ki bir tohumun yetişip boy atması icin munbit bir toprağa ihtiyacı varsa, insanın da ham vasıflardan kurtulup kÂmil bir insan hÂline gelebilmesi icin, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in gonul toprağından feyz almaya ihtiyacı vardır. Aksi takdirde toprağa girmeyen tohumun neticede curuyup yok olması gibi, Allah ve Rasûlu’nun hayat veren olculerine sırt donen bir gÂfil de ancak kendi ebedî hayatını mahvetmiş olur.
Rabbimiz, bizleri Kur’Ân ve Sunnet istikÂmetinden ayırmasın. Huzûruna, lûtf u keremiyle, rÂzı ve hoşnud olduğu sÂlih kulları arasında kabul buyursun.
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş-Genc Dergisi
Yıl: 2017 Ay: Ocak Sayı: 124
__________________
Gonul DergÂhından Hikmetler -19
Dini Bilgiler0 Mesaj
●16 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Gonul DergÂhından Hikmetler -19