ZULMETTEN NÛRA
CenÂb-ı Hak, insanı ZÂtına kulluk etmesi icin yarattı. Cihanı, bu vazifenin îfÂsı icin, bir mÂrifetullah dershÂnesi hÂlinde halk etti. İnsanı da CenÂb-ı Hak’la dost olmaya muvÂfık istîdatlarla donattı.
İmtihan gereği olarak; nefs, şeytan ve dunya gibi, insanı esas gayesinden uzaklaştırabilecek mÂniler de var edildi.
Âyet-i kerîmede buyurulur:
“NefsÂnî arzulara, (ozellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gumuşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı duşkunluk; insanlara cekici kılındı.
Bunlar, dunya hayatının gecici menfaatleridir.
HÂlbuki varılacak guzel yer, AllÂh’ın katındadır.” (Âl-i İmrÂn, 14)
İnsanlığın, bu nefs engellerine aldanarak cehÂletin ve gafletin karanlıklarına dûcÂr olmaması icin, CenÂb-ı Hak; rahmetiyle yardım eyledi, kitaplar ve peygamberler lutfetti.
Rabbimiz; Âhirzaman ummetine ise, en yuce kitabını ve en fazîletli Peygamber’ini gonderdi. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Elif. LÂm. RÂ. (Bu Kur’Ân); Rablerinin izniyle insanları karanlıklardan nûra cıkarman, yani her şeye galip (ve) ovguye lÂyık olan AllÂh’ın yoluna (ulaştırman ve ebedî hidÂyete eriştirmen) icin Sana indirdiğimiz bir kitaptır.” (İbrÂhîm, 1)
Fahr-i KÂinat -sallallÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; 23 yıllık risÂleti boyunca, kavmini cehÂlet karanlığından cıkarıp İslÂm’ın nûruna kavuşturdu.
Peygamber Efendimiz, HÂtemu’l-EnbiyÂ: Son Peygamber’dir. KıyÂmete kadar gelecek butun asırların peygamberidir.
Fakat insanoğlu; yine Kur’Ân ve Sunnet’in nûrundan uzaklaşıp da nefsin seraplarına mağlûp duşerek cÂhiliyye karanlığına dûcÂr olmaktadır. Onlara hakkı tebliğ etme ve hidÂyet kandilini ulaştırma vazifesi, Efendimiz’den sonra ummetine intikal etmiştir. Zira peygamberlerin maddî mîrÂsı yoktur. Peygamber’in vÂrisleri, tebliğ vazifesini deruhte edebilecek vasıfta zÂhir ve bÂtınını ikmÂl etmiş Âlim ve Âriflerdir.
Bu sebeple Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَلْتَكُنْ مِنْكُمْ اُمَّةٌ يَدْعُونَ اِلَى الْخَيْرِ وَيَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنْكَرِۜ وَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْمُفْلِحُونَ
“İcinizden hayra cağıran, iyiliği emredip kotuluğu men eden bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Âl-i İmrÂn, 104)
Yine Âyet-i kerîmede mu’minlerin temel vasıfları arasında dÂim tebliğ ve emr-i bi’l-mÂruf vazifeleri sayılmıştır:
“Mu’minlerin erkekleri (kendi aralarında) birbirlerinin velîleridir, mu’mine kadınlar da (yine kendi aralarında birbirlerinin velîleridir); mÂrûfu (iyiliği) teşvik eder, kotulukten alıkoyarlar, namazı kılarlar, zekÂtı verirler, Allah ve Rasûlu’ne itaat ederler.
İşte onları Allah, merhametiyle kuşatacaktır. Şuphesiz Allah mutlak guc ve hikmet sahibidir.” (er-Tevbe, 71)
Bugun yine bir cÂhiliyye devrindeyiz. Yine insanlık; kufur, nifak, fısk u fucur, gaflet ve cehÂlet karanlıkları icinde perişan vaziyettedir. Boyle bir hÂlde, her mu’mine; Allah Rasûlu’nun birer ummeti olarak, tebliğ vazifesi duşmektedir.
Bugun yapılacak işler nelerdir?
İNSANI İNŞÂ
Devrimizdeki cÂhiliyyeyi bertarÂf etmek icin yapılması gereken en muhim vazife; insan yetiştirmek, şahsiyetli insan inşÃ‚ etmektir.
Bu hususta; gunumuzdeki corak ve menfî vaziyetten şikÂyet etmeden, sıfırdan da olsa azim ve şevkle gayret etmek gerekir.
Buna bir misal olarak;
ŞÃ‚zelî meşÃ‚yıhından Derkāvî -kuddise sirruh- anlatıyor:
“UstÂdım beni bir kabîleye gonderiyordu. Dedim ki;
«–Gittiğim yerde mÂnevî sohbetler yapıp hasbihÂl edebileceğim hissiyatlı bir kimse yok. Orada gafiller icinde yapayalnız kalacağım…»
Bana ustÂdımın cevabı şoyle oldu:
«–Muhtac olduğun insanı kendin doğuracaksın! (Kendin arayıp, bulup, yetiştireceksin.)»”
Dunya capında hizmetleri incelediğimizde goruyoruz ki; yetişmiş insan yoksa, sarf edilecek para olsa bile tek başına fayda vermiyor. Para olmayınca da sadece yetişmiş insan, yapabileceği bircok hizmeti îf etmekten mahrum kalıyor.
Demek ki;
Her mu’min, dînine yardım icin seferber olmalı; imkÂnları nisbetinde, malıyla, canıyla, gucu-kuvvetiyle, zamanıyla hem maddî hem mÂnevî olarak hizmet etmelidir.
Zira CenÂb-ı Hak;
“Nihayet o gun (kıyÂmet gunu, dunyada iken size verdiğimiz butun) nimetlerden elbette ve elbette hesaba cekileceksiniz.” (et-TekÂsur, 8) buyurmuştur.
Diğer bir Âyette de;
“Allah, her şahsı, ancak tÂkatinin yettiği olcude mukellef tutar…” (el-Bakara, 286) buyurarak, tÂkatimizin yettiği her şeyden mes’ul olduğumuzu bildirmiştir.
Dolayısıyla, Allah yolunda maddî ve mÂnevî her turlu imkÂnımızı sarf etmemiz zarûrîdir.
SahÂbe-i kiram; hidÂyet nimetinin şukrunu ed edebilmek icin, tebliğ yolunda tÂkatini sonuna kadar kullandı. Semerkant’a gitti, Kayravan’a gitti, Cin’e gitti. Dunyanın her tarafına İslÂm’ı ulaştırdı.
Nitekim gonulleri fethetmek ve hidÂyetlere vesile olmak gibi ulvî bir gayenin gercekleşebilmesi, şu uc şarta bağlıdır:
HÂkim bir fikir. EfrÂdını cÂmî, ağyÂrını mÂnî bir sistem. İşte İslÂm! O fikir etrafında pervÂne olan, yetişmiş, vasıflı ve fedÂkÂr insanlar. MÂlî imkÂn. (İnfak, hayrat ve vakıflar) HÂkim fikir, İslÂm’ın muhtevÂsıdır ki; tebliğ ve emr-i bi’l-mÂruf hizmetlerinin ozu, Kur’Ân ve Sunnet’tir. Devrimizde, İslÂmî tebliğ husûsunda; îtikādî, fikrî ve amelî aşırılıklara sahip gruplar da tebliğ sahasında faaliyet gostererek, maalesef yanlışlarını yaymaktadır.
Bu hususta, Ebu’l-Hasan Harakānî Hazretleri şoyle buyurur:
“İki kişinin dinde cıkardığı fitneyi şeytan bile cıkaramaz. (Bunlardan uzak durun):
Ham ve cahil sofu! Cunku cahil kişi; Kur’Ân ve Sunnet esaslarını bilmediği, altyapısı boş olduğu icin, keyfî ve kaba saba hareketlere duşer. Usûl ve erkÂn bilmediği gibi, tebliğin gerektirdiği basîretten de mahrumdur. Bu sebeple; yaptığı tebliğ fayda sağlamak şoyle dursun, zarar verir.
Dunya hırsına mağlûp, (tezkiye gormemiş, mağrur, muhteris) Âlim… Nitekim CenÂb-ı Hak; Cuma Sûresi’nde boyle ilmiyle Âmil olmayan Âlimler hakkında; «kitap yuklu merkepler!» buyurmaktadır. (Bkz. el-Cum‘a, 5) Diğer bir Âyette de;
«ثَمَنًا قَل۪يلًا: Az bir dunyalık karşısında, AllÂh’ın Âyetlerini satanlara yazıklar olsun!» (Bkz. el-Bakara, 79, 174; Âl-i İmrÂn, 77, 187; et-Tevbe, 9) denilmektedir.
Yani;
Boyle Âlimler; dînî esasları menfaatlerine gore te’vil ederler. Kendi cıkarları icin istikametlerini ve ilÂhî hakikatleri bozmaya kalkışırlar.
Bu sebeple; tebliğ ve emr-i bi’l-mÂrufta ilk adım, insanın once kendisini mustakîm / dosdoğru bir şekilde tezkiye etmesidir, bu minval uzere ikinci madde istikametinde kalplerin fethine gonul vermesidir.
Diğer muhim bir madde, vasıflı insan yetiştirmektir.
Şu misaller, keyfiyetli insanın ne kadar kıymetli olduğunu bizlere ne guzel anlatmaktadır:
BİR İNSAN, BİR MEMLEKET!
CÂfer-i TayyÂr -radıyallÂhu anh-; Allah Rasûlu’nun tÂlimÂtıyla gittiği Habeşistan’da 13 yıl kalmış, orada devlet başkanına varıncaya kadar İslÂmiyet’in neşrinde muvaffakiyet ve hidÂyet dolu neticeler elde etmişti.
HidÂyet vazifesini îfÂsından sonra geri dondu. Efendimiz ve ashÂbının Hayber muhasarasına gittiğini oğrenince hemen oraya koştu. Vardığında fetih gercekleşmişti.
Fahr-i KÂinat -sallallÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz; Hazret-i CÂfer’i gormenin surûrunu şoyle ifade etti:
“Hangisine sevineyim? CÂfer’in gelişine mi? Hayber’in fethine mi?” (İbn-i HişÃ‚m, III, 414)
Koca bir beldenin fethi, terazinin bir kefesinde; bir vasıflı, keyfiyetli insan diğer kefesinde… Allah Rasûlu -sallallÂhu aleyhi ve sellem-; hangisinin ağır bastığını ifade etmiyor, musÂvî goruyor.
Peygamber Efendimiz’in 23 senelik risÂletinde en muhim vazifesi, kendisinden sonra tebliğ sancağını taşıyacak kadroyu yetiştirmekti. Son gunlerinde bu neslin yetiştiğini gorerek bu dunyadan, huzurun tebessumuyle ayrıldı.
EN GUZEL TEBESSUM
Peygamberimiz’in dunya hayatındaki son gunleriydi. Bedenî tÂkatleri cemaate cıkmaya yetmiyordu. Ust uste kovalarla sular dokunduğu hÂlde, namaz kıldırmaya gidemedi. Namazı Hazret-i Ebûbekir’in kıldırmasını emretti.
Bir defasında biraz mecal hissedince bir kolunda Hazret-i AbbÂs ve bir kolunda Hazret-i Ali olmak uzere kendisine hasret hÂlindeki ashÂbının yanına cıktı. İmÂmette bulunan Hazret-i Ebûbekir’in yanına oturarak namazını kıldı, ashÂbıyla hasret giderdi. (BuhÂrî, İstihlÂf-i İmam, 687)
Son gunun sabah namazında ise oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnada Hazret-i Ebûbekir’in imamlığında namaz kılan sevgili ashÂbını son kez seyrettiler. Onları (yani yetiştirdiği o mustesn nesli) yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hÂlinde gormekten memnun kalarak surûr icinde tebessum buyurdular. (BuhÂrî, MeğÂzî, 83)
Nitekim bu hÂdiseyi anlatan Hazret-i Âişe VÂlidemiz diyor ki:
“Rasûlullah -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ashÂbının namaz kılışını tebessum ederek seyrediyordu. (Arkasında guzel bir nesil bırakmanın huzuru ve surûru icindeydi.) Allah Rasûlu’nu hicbir vakit boylesine sevincli bir hÂlde gormemiştim.” (İbn-i HişÃ‚m, IV, 331)
Efendimiz’den sonra vazifeyi deruhte edenler de, vasıflı insan yetiştirmenin iştiyakını ve yeterince bulamamanın endişe ve ızdırÂbını duydular.
EN BUYUK TEMENNÎ
Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh- hilÂfeti zamanında bir gun dostlarıyla oturuyordu. Onlara (Allah’tan) bazı talep ve temennîlerde bulunmalarını soyledi. (Âdet onların hayal ufkunu gormek istedi.) Oradakilerden bir kısmı;
“–İcinde bulunduğumuz şu hÂne dolusunca paralarım olsun da Allah yolunda infÂk edeyim!..” şeklinde niyet izhÂr etti.
Bir kısmı;
“–Şu ev dolusu altınım olsun da Allah icin harcayayım!..” tarzında temennîde bulundu.
Bazılarının hayali de;
“–Şu hÂne dolusu mucevherlere sahip olayım da onları Allah yolunda sarf edeyim!..” şeklinde oldu.
Ancak Hazret-i Omer;
“–Daha, daha fazlasını isteyin!” deyince onlar;
“–Allah TeÂlÂ’dan daha başka ne isteyebiliriz ki?!.” dediler.
Bunun uzerine Omer -radıyallÂhu anh-;
“–Ben ise, icinde bulunduğumuz şu hÂnenin Ebû Ubeyde bin CerrÂh, MuÂz bin Cebel ve Huzeyfetu’l-YemÂnî gibi (mustesnÂ, seckin, keyfiyetli, ideal ve yetişmiş) kimseler ile dolu olmasını ve bunları AllÂh’a itaat yolunda, yani tebliğ ve ıslah hizmetlerinde istihdÂm etmeyi temennî ederim…” dedi. (BuhÂrî, TÂrîhu’s-Sağîr, I, 54)
Yetişmiş, ideal insanın ehemmiyetini idrÂk eden Yavuz Sultan Selim Han da, Mısır’ın fethi esnasında şehid duşen Sinan Paşa hakkında;
“Mısır’ı aldık, fakat yazık ki Sinan Paşa’yı kaybettik!” diyerek; bu muazzam fethin sevincini golgelemeye, yetişmiş bir tek insanı kaybetme acısının yettiğini ifade etti.
Keyfiyetli insan bulmak ve yetiştirmek, uzun ve zahmetlerle dolu bir gayret ister. Umitsizlik ve bezginlik, sabırsız insanlara bu yolda engel olur. Hazret-i MevlÂnÂ; keyfiyetli insanı arama gayretlerinin, umitsizlikten uzak ve azim dolu olması gerektiğini şu hikÂye ile temsilî bir şekilde anlatmaktadır:
“Bir gece vakti evimden dışarı cıktım. Kırlarda geziyordum. Bir adamcağızın elinde fenerle dolaştığını gordum;
«–Bu gece karanlığında ne arıyorsun?» diye sordum.
Adam;
«–İnsan arıyorum.» diye cevap verdi.
Ona dedim ki:
«–Yazık! Boşuna yoruluyorsun… Ben yurdumu terk ettim de yine onu bulamadım. Git evine, yat, rahatına bak. Nafile arıyorsun, onu hicbir yerde bulamayacaksın!»
Adamcağız acı acı baktı ve şoyle cevap verdi:
«–Bulamayacağımı ben de biliyorum. Ama yine de aramaktan zevk alıyorum. Onu bulamasam da, bulamayacak olsam da bu hasretli arayıştan bile zevk alıyorum, teselli buluyorum.»”
VelhÂsıl yetişmiş insan, en buyuk ihtiyacımız.
Kur’Ân-ı Kerim’de Lokman -aleyhisselÂm-’ın evlÂdına şu nasihatleri, emr-i bi’l-mÂrûfun, nesilden nesile aktarılması gereken bir vazife olduğunu ne guzel ifade etmektedir:
“Yavrucuğum; namazını îtin ile kıl, iyi olanı emret, kotu olana karşı koy, başına gelene sabret!
İşte bunlar, kararlılık gerektiren işlerdendir.” (LokmÂn, 17)
«Yetişmiş insan» mefhumunun muhtevÂsını doğru idrÂk etmek îcÂb eder.
DOĞRU İDRAK
Ne ile yetişmiş, hangi esaslarla terbiye ve tahsil gormuş bir insandan bahsetmekteyiz?
Elbette, bizim medeniyetimizi inşÃ‚ eden Allah ve Rasûlu’nun tÂlimatlarıyla, Kur’Ân ve Sunnet ekseninde yetişmiş bir insan…
Bu sebeple;
EvlÂtlarımızın Kur’Ân tahsiline, dunyevî tahsiline verdiğimiz değerden fazlasını vermeliyiz ki; bu bizim CenÂb-ı Hakk’a karşı ihlÂsımızı ve Hazret-i Peygamber’e karşı samimiyetimizi test eder. Onların Kur’Ân lisÂnını oğrenmesine, bir yabancı dili oğrenmelerine gosterdiğimiz ihtimamdan fazlasını gostermeliyiz ki; bu bizim kulluğumuzun şiÂrıdır.
Zira;
Kur’Ân-ı Kerim, CenÂb-ı Hakk’ın kullarına gondermiş olduğu bir mektuptur. Kur’Ân, hidÂyet rehberidir. “Yaş-kuru ne varsa onda vardır.” (Bkz. el-En‘Âm, 59) Hicbir tahsil, Kur’Ân tahsiliyle mîzÂn edilemez. Butun dunyevî tahsiller de ancak Kur’Ân tahsili ile semere verir.
Devrimizde; dînî eğitime cok az bir alÂka ve zaman ayırdıktan sonra, dunyevî tahsile buyuk emekler ve uzun zamanlar tahsis etme gafleti sergilenmektedir. Vicdanları avutmak icin de; yapılan bu ihmal;
«Biz dindar muhendisler yetişsin, dînini bilen doktorlarımız olsun istiyoruz.» gibi sozlerle suslenmektedir. LÂkin dunyevî tahsile verilen ehemmiyetin, ancak cok azı dînî tahsile verilmektedir.
HÂlbuki bu tavır, dînî eğitimi basite almaktır.
Duşunelim:
Peygamberimiz, ashÂbına 23 sene siyer tahsili yaptırdı. Akāid, ibÂdet, muÂşeret ve hakkı tevzî… Butun bu esasları tek tek oğretti.
Bunca tahsili cocuklarımızın birkac ayda alabileceklerine inanmak, dîni ve dînî tahsili hafife almak olur.
Gunumuzde yetişkinlikle emeklilik arasında en fazla 30-40 sene surdurulecek bir meslek icin, 10-15 sene tahsille meşgul olunması şart gorulmektedir. Bu kıyasa gore; ebedî hayat icin, sonsuz Âleme hazırlanmak icin ne kadar zaman gerekir?
Elbette omrun tamamı… Yani beşikten mezara, Kur’Ân ve Sunnet ile mezc olmuş, ic ice bir tahsil.
Bu sebeple; tahsil bir butun olarak gorulmeli, evlÂtlarımızın bu tahsilin her safhasında Kur’Ân ve Sunnet cizgisini muhafaza edebilmesini temine gayret edilmelidir. Dînî eğitimi, sÂir eğitimden ayırıp koparmak, dar bir sahaya veya zumreye tahsis etmek; bir Tanzîmat devri hastalığıdır.
Bahsedilen Tanzîmat devrinde de; memleketimizin maddî terakkîsine hizmet edecek AvrupÂî tahsil gorsunler diye, Avrupa’ya gencler gonderildi.
Maalesef onlar memlekete; «kalpleri Fransız, apoletleri Osmanlı» olarak donduler. Bu yabancılaşmış nesiller, Osmanlı’nın sonunu getirdiler. Onlardan biri olan Fuad Paşa’nın itirafıyla; duşman dışarıdan, bu gafil gencler iceriden yıktı, o koca devleti enkaz hÂline getirdiler.
EvlÂtların eğitimi husûsunda şu hakikat de unutulmamalıdır:
Her evlÂdın bir İslÂm Âlimi kıvÂmında yetiştirilemeyeceği tabiîdir. Fakat emr-i bi’l-mÂruf ve tebliğ vazifesinin devamı icin ilim ve irşad ehlini yetiştirmek, ummet uzerine ayrıca farz-ı kifÂyedir.
Tedrîsat, firesi yuksek bir saha olduğu icin, belki hakkıyla 1 Âlimin yetişmesi icin 100 evlÂda yatırım yapmak îcÂb eder.
EN YUKSEK TAHSİL HANGİSİ?
Tahsillerin en şereflisi de AllÂh’ın kitabını ve «mÂrifetullÂh»ı tahsil olduğuna gore; ona gereken ehemmiyeti vermek, her mu’minin îmÂnının muktezÂsıdır. Bu tahsil, tebliğ vazifesini îf edebilmenin de şartıdır. Tebliğ oyle buyuk bir hizmettir ki; Rasûlullah -sallallÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, Hazret-i Ali’ye hitÂben şoyle buyurmuştur:
“Ey Ali! AllÂh’ın senin vasıtanla bir kişiyi hidÂyete erdirmesi, senin icin uzerine guneşin doğduğu her şeyden daha hayırlıdır.” (HÂkim, Mustedrek, III, 690)
Bu hayrı bırakıp da;
“Cocuğum birtakım dunyevî meslek ve makamlara gelemiyorsa, o zaman hoca olsun.” şeklindeki duşuncenin; irşad ve tebliğ makamını, o makamların altında gorme fecaati olduğunu, idrÂk etmek îcÂb eder.
Bu yanlış; evlÂtların dunyasını daha fazla duşunme şeklindeki, bozuk bir şefkatten neş’et eder. HÂlbuki bu, şefkat değil gaddarlıktır.
Nitekim;
Bir annenin fÂrikası evlÂdına sut vermesidir. LÂkin bulunduğu yerde yangın cıktığı zaman, o annenin en Âcil vazifesi; derhÂl bir kova su dokup, o ateşi sondurmek olur. Aksi takdirde; yangın buyur, kendisi de yavrusu da yanar. Onu beslemesinin de bir mÂnÂsı kalmaz!..
Bugun de her tarafta cÂhiliyye yangınları var.
KİM SONDURECEK?
Bu yangınları gormezden gelmek; sondurmeye gayret etmeyip, hÂl basit dunyalık istikbal endişelerine boğulmak, ne hazin bir hamÂkattir! Bu hamÂkat; anne-babaları da yakar, evlÂtları da yakar!
Bu yangını sondurmek nedir? EvlÂtlarımızı, cehennemden kurtaracak İslÂmî terbiyeyle onları donatmaktır.
VelhÂsıl herkesin durumuna gore; son nefese kadar, teneşire kadar emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munker vazifesini ed etme gayreti icinde olması zarûrîdir.
Bu zarûreti, yani emr-i bi’l-mÂruf vazifesini terk etmenin ne kadar ağır bir curum olduğunu, İsrÂiloğullarından bir grup olan AshÂb-ı Sebt’in Âkıbeti ÂşikÂr bir şekilde ifade eder:
AshÂb-ı Sebt; kendilerine cumartesi gunleri, ibÂdetten başka her şeyin yasaklanmış olduğu bir topluluktu. Onlar buna riÂyet ederken iclerinden bazıları şeytanın; «Siz avlamaktan değil, yemekten men edildiniz!» şeklindeki iğvÂsına kapılarak balık tutmaya başladı ve ilÂhî emri ciğnedi. Cunku imtihan hikmeti olarak cumartesi gunleri balıklar coğalıyordu.
Halk uce bolundu:
Bir kısmı balık avladı, hem yedi hem sattı.
Bir kısmı da bu gunahtan kacınmakla birlikte yasağı ciğneyenlere karşı sessiz kaldı; îkaz ve nasihatte bulunmadı.
Ucuncu kısım hem yasağa uydu hem de gunahkÂrları îkāz etti.
İsyankÂrlara ses cıkarmayanlar, îkāz edenleri tenkit ettiler:
“–HelÂk olacak kavme nicin vaaz edip kendinizi yoruyorsunuz? Nefesinize yazık!”
Emr-i bi’l-mÂrufta bulunanlar ise şu cevabı verdiler:
“–Biz; CenÂb-ı Hakk’ın huzûrunda mes’ul olmamak, mÂzur olmak icin boyle yapıyoruz!”
Cok gecmeden bunlar, diğerlerinin başına gelecek olan musîbeti hissettiler. Kendilerini azaptan korumak icin onlarla aralarına bir duvar cektiler. Bir gun duvarın obur tarafında sesler kesildi. Baktılar ki, onların her biri bir gecede birer maymun hÂline gelmiş!.. İlÂhî hukmu dikkate almadıkları icin ceza olarak maymunlara donuşen bedbahtlar, azaptan kurtulmuş olan itaat ehli akrabalarının etrafında uc gun mahzun bir şekilde dolaştılar. Uc gun sonra da o maymunlaşmış Âsîlerin hepsi oldu.
Emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munkerde bulunmayan dindarlar da aynı Âkıbete dûcÂr olmuşlardır. Âyette buyurulur:
“Onlar, kendilerine yapılan îkazları unutunca, Biz de kotulukten men edenleri (yani emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munkerde bulunanları) kurtardık; zulmedenleri (yani yasağı ciğneyenleri ve emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munkerde bulunmayan kimseleri) de yapmakta oldukları kotuluklerinden dolayı şiddetli bir azap ile yakaladık. Kibirlenip de kendilerine yasak edilen şeylerden vazgecmeyince, onlara; «Aşağılık maymunlar olun!» dedik.” (el-A‘rÂf, 165-166)
İşte sorumsuzluk girdabına duşmenin fecî Âkıbeti!
Allah TeÂl buyurur:
“İşte bu kıssayı; o zaman hazır olanlara ve sonradan gelenlere ibret verici bir ceza, muttakîler icin de bir nasihat kıldık.” (el-Bakara, 66)
Bir başka Âyet-i kerîmede de CenÂb-ı Hak, AllÂh’ın lÂnetine uğrayan kavimlerin vasıflarından birini şoyle tarif buyurmaktadır:
“Onlar, işledikleri kotulukten birbirlerini vazgecirmeye calışmıyorlardı. Yaptıkları ne fena idi!” (el-MÂide, 79)
Buna mukabil, gecmiş ummetlerin sÂlihleri de yine emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munker vasfıyla CenÂb-ı Hakk’ın methine nÂil olmuşlardır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“Onlar (ehl-i kitabın mu’minleri), AllÂh’a ve Âhiret gunune inanırlar; iyiliği emreder, kotulukten men ederler; hayırlı işlere koşuşurlar. İşte bunlar sÂlih insanlardandır.” (Âl-i İmrÂn, 114)
Bugun de toplumumuzda ıslah edilmesi gereken gaflet manzaraları var. İslÂmî tahsilden mahrum, cehÂlet elinde kalmış niceleri var. BîgÂne kalamayız. Kalırsak biz de mes’ul oluruz.
Zira;
HER NİMETİN HESABI VAR
CenÂb-ı Hakk’ın verdiği istîdatların bedelini odemeye mecburuz. Cunku kıyÂmet gunu şoyle denilecek:
“Kitabını oku! Bugun sana hesap sorucu olarak kendi nefsin kÂfîdir.” (el-İsrÂ, 14)
Bugun bilhassa, CenÂb-ı Hakk’ın nimet verdiği, ilim ve kabiliyet verdiği kimselerin; kadınlar ve tÂkatten kesilmiş ihtiyarlar gibi kenarda durması cÂiz değildir. Velev ki oruc tutup, tesbihatla meşgul olmak icin olsun; yetişmiş bir insanın evine kapanıp kalması doğru değildir.
Uc turlu insan Allah’tan uzaktır:
Rahatlarını hesaplayarak hizmetten kacanlar… Hassas olduklarını one surerek ızdırap ve sefÂletlerin civarına yaklaşmayanlar, mÂtemlerden uzak duranlar… Zalimler topluluğu ile beraber olanlar… Tebliğ ve emr-i bi’l-mÂruf gayretleri, bir bedelin odenmesidir. CenÂb-ı Hakk’ın verdiği hidÂyetin şukrunu îf edebilme gayretidir. Zira her nimetin şukru, kendi cinsinden olur. HidÂyet nimetinin de bedeli; o hidÂyet nûrunu, ondan mahrum olanlara ulaştırmaktır. HidÂyet kandili; elden ele dolaşarak, nasipli fakat mahrum kalmış gonullerde îman nûrunu tutuşturmalıdır. Bu silsileyi koparmak, yani hidÂyeti daha otelere goturmemek bir vebaldir.
Bu bedeli odeyen fert de toplum da huzurla dolar. Buna mukabil eğer, irşÃ‚d olmazsa, toplum canavarlarla dolar. Cunku insan, tezkiye gormezse, «esfel-i sÂfilîn»e / alcakların alcağına yuvarlanır. «Bel hum edall» olur, hayvandan daha aşağı bir derekeye duşer. Aygırlaşır, vahşîleşir.
Emr-i bi’l-mÂruf gayreti, bunu sıfıra irc edemezse de azaltır. Masum evlÂtları canavarlardan; yani kufur ve ilhad, fısk u fucur ehlinden muhafaza etmemizin zarûretini bildirmek uzere; Peygamber Efendimiz;
“Hepiniz cobansınız; hepiniz guttuğunuz suruden sorumlusunuz.” (BuhÂrî, İstikrÂz, 20) buyurarak bizleri îkāz ediyor.
COBANLIK MES’ÛLİYETİMİZ
Peki, coban ne yapar?
Coban; guttuğu suruyu otlak yerde yayar, orada dinlendirir, orada gıdÂlandırır. Kurak yere surmez.
Bunun bize telkini; evlÂtlarımızı Âhiretlerini cennet bahcesi eyleyecek guzel ve rûhÂnî ortamlarda yetiştirmemiz, yani İslÂmî ilimlerle terbiye etmemizdir.
Coban, surusunu kurtlar ve canavarlardan korur. Biz de evlÂtlarımızı zehirli ve yabancı felsefelerden, şeytÂnî vitrinlerden korumalıyız.
Yine coban; hastalanan yahut sakatlanan bir kuzuyu dahî kurtlara bırakmaz, kucağına alır, suruye dÂhil eder. Bazen onden, bazen arkadan gelerek dÂim mes’ul olduğu suruyu kontrol eder.
Bunun telkini de toplumda hicbir mahrum bırakmamaktır.
Demek ki;
Gonlumuzu herkesi icine alacak bir dergÂh hÂline getirebilmeliyiz. Biz de neslimize cok dikkat edip, onlarda gorduğumuz hataların sebeb-i hikmetlerini iyice tefekkur etmeliyiz. «Rahmeten li’l-Âlemîn» olan Efendimiz’in ummeti olarak, biz de yureğimizden rahmet taşırmalıyız.
Asr-ı saÂdet medeniyeti, emsalsiz bir şekilde bu rahmetle doldu. Fakir olsun zengin olsun her fert saÂdet icinde bir hayat yaşadılar. HulefÂ-i rÂşidîn devri mukemmel bir huzur iklimi oldu.
Ardından gelen Emevîler ve AbbÂsîler devrinde, zaman zaman Omer bin Abdulaziz -rahmetullÂhi aleyh- gibi tebliğ ve emr-i bi’l-mÂrûfun zirvesi şahsiyetler gormekteyiz. Zaman zaman da dunyaya kapılmış ve ihtiraslarının zebûnu olmuş şahısların devirleri yaşanmıştır. Bu şekil nefsÂnî yaşanan zamanlarda ne yazık ki, felÂketler de, art arda birbirini takip etmiştir.
Osmanlı’nın ilk uc asrı; ashÂb-ı kirÂma ihsÂn ile tÂbî olmanın bereketiyle, gaz şuuru ve i‘lÂ-yı kelimetullah heyecanı ile buyuk muvaffakiyet ve huzur iklimi olmuştur. İlim ve irfÂnı mezcetmiş Hak dostlarının, yani EdebÂlî silsilesinin devamıyla halk ve sultanlar irşÃ‚d olmuştur.
Bu devirde dergÂhlar en cok rağbet edilen mekÂnlar oldu. İnsanların koştuğu bu mÂnevî şifÂhÂneler, Âdet bir rehabilite merkezi hÂline geldi. Gonuller; huzura kavuştu, îman ve hizmet heyecanıyla doldu. Bu iştiyakla;
“Ben Allah rızÂsını nasıl kazanırım?”
“Ben bir musluman kardeşimin derdiyle nasıl dertlenirim?”
“Ben Allah yolunda İslÂm’a nasıl hizmet ederim?” duşuncesiyle vakıflar kuruldu.
VAKIF MEDENİYETİ
Bu vakıflar; fakir, hasta, hizmetci, yaşlı ve Âciz herkese kol-kanat gerdi, hatt insanı aşarak diğer mahlûkāta, yaralı kuşlara, sokak hayvanlarına ve kuruyan ağaclara dahî hizmet etti.
Osmanlı’nın tebliğ, i‘lÂ-yı kelimetullah ve nizÂm-ı Âlem şuurunu şu vasiyet hulÂsa etmeye kÂfîdir:
Orhan Gazi, oğlu Murad’a şu vasiyette bulundu:
“Osmanlı’ya iki kıta uzerinde hukumrÂn olmak yetmez! Zira i‘lÂ-yı kelimetullah dÂvÂsı, iki kıtaya sığmayacak kadar buyuk ve ihtişamlı bir dÂvÂdır!”
Bunun uzerine Sultan Murad Avrupa’ya gecti, t Kosova’ya kadar ilerledi.
Birinci Murad Han; Bursa’nın o muhteşem guzelliklerini, rahatını terk etti de t Kosova’ya kadar nicin gitti? Hangi gaye icin kendini kurban etti?
Elbette;
Allah Rasûlu’nun emÂneti olan tebliğ vazifesini ihlÂsla devam ettirmek icin. HidÂyetten mahrum gonullerin ızdırÂbını gonlunde hissettiği icin. CenÂb-ı Hak da bu ihlÂs ve samimiyete, feyiz, rûhÂniyet ve omur bereketi verdi.
İznik’te 400 atlı ile kurulan ufacık bir aşîret toprağını, uc asır sonra 24 milyon kilometrekareye ulaştırdı. Tarihin kesintisiz, en uzun omurlu hÂnedÂnı eyledi.
Onlar şu Âyet-i kerîmedeki mu’minlerin tarifine uydukları icin, CenÂb-ı Hak onları muzaffer ve te’yîd-i ilÂhî ile mueyyed eyledi:
“Onlar (o mu’minler) ki, eğer kendilerine yeryuzunde iktidar verirsek; namazı kılar, zekÂtı verirler, iyiliği emreder ve kotulukten nehyederler. İşlerin sonu AllÂh’a varır.” (el-Hacc, 41)
Fakat ne zaman ki o şuur, o fedÂkÂrlıklar ve o gayretler terk edildi; mukabilinde AllÂh’ın yardımı kesildi, nimetler kayboldu. Birlik ve kuvvet dağıldı. İslÂm dunyası bugunku perişan vaziyete dûcÂr oldu.
Bugun AllÂh’ın yardımına her zamandan daha fazla muhtacız. Ye’se kapılmak yani umitsiz olmak icin hicbir sebep yoktur. Zira Âyet-i kerîmede;
“…Nice az sayıda bir topluluk, AllÂh’ın izniyle cok sayıdaki topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.” (el-Bakara, 249) buyuruluyor.
Biz bunu tarihimizde gorduk:
Mekke-i Mukerreme’de altı senede muslumanların adedi ancak kırka varmışken, Ved Haccı’nda sadece oraya gelebilen 120.000 kişiye ulaştı.
CenÂb-ı Hakk’ın nusret ve bereket tecellîsi, FÂtiha Sûresi’ndeki;
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُ
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den yardım bekleriz.” (el-FÂtiha, 5) Âyet-i kerîmesi muktezÂsıncadır. Bizler de ne kadar AllÂh’a itaat uzere olabilirsek, CenÂb-ı Hakk’ın bize yardımı da o nisbette olur.
Toplumun ıslahı icin ilk şart; toplumu irşÃ‚d edecek fertlerin, once kendilerini inşÃ‚ etmeleridir.
İC ÂLEMDE HUZUR
Cunku, nefs problemini halledemeyen insanın ici; vesveselerle, vehimlerle ve endişelerle doludur. Şeyh SÂdî bu hakikati şoyle ifade eder:
يك قطره خونست صد هزاران انديشه
“İnsan bir damla kan, bin bir endişe!”
İnsanın maddî yapısı; topraktan hÂsıl olan, bir miktar kan, et, deri vesairedir. Fakat ona insan dediren asıl yapı, kalbî husûsiyetleridir.
Ham insan endişelerle doludur. O endişeleri kaldıracak ise CenÂb-ı Hakk’a teslîmiyettir. Mu’min dÂim diğergÂm olacak, teslîmiyet ehli olacak. Gelen iptilÂlara karşı, karşılaştığı problemlere karşı emr-i bi’l-mÂruf ile nehy-i ani’l-munker ile ıslaha gayret edecek. Boylece kuvve-i mÂneviyesi sarsıntıya uğramadan, yolundan kalmadan devam edecek. Aksi hÂlde, ic dunyasındaki vesveselere mağlûp olur ve muvÂzenesini kaybeder.
İctimÂî hizmetlerin, insanın ic Âlemindeki dengeyi temin etmek şeklinde de faydası vardır.
Gunumuz cÂhiliyyesinin gam ve kasveti karşısında rahatsız olan, gonlunde îman ve takvÂyı derinden duyan mu’minler; bir koşeye cekilmek, sadece ibÂdetle meşgul olmak hissiyatına kapılabilirler.
HÂlbuki, dînimizde ferdî ve ictimÂî ibÂdetler ayrı ayrı emredilmiştir. Birinin edÂsı diğerini uzerimizden kaldırmaz.
Sıcağın pek şiddetli olduğu bir seferde Hazret-i Peygamber -sallallÂhu aleyhi ve sellem- ve ashÂbı, uygun bir yerde konaklamışlardı. SahÂbenin bir kısmı nÂfile oruc tutuyordu. Oruclu olanlar yorgunluktan uykuya daldılar. Oruclu olmayanlar ise, abdest icin su taşıdılar ve golgelenecek cadırlar kurdular. Ancak iftar vakti geldiğinde Rasûlullah -sallallÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“–Bugun, oruc tutmayanlar (daha fazla) ecre nÂil oldu.” buyurdular. (Muslim, SıyÂm, 100-101)
Bugun bir cÂhiliyye devri yaşanıyor. Gunumuzde tebliğ, nÂfile ibÂdetlerden daha muhimdir. Bu hakikatle beraber, fırsat buldukca da nÂfile ibÂdetleri ihmal etmemek gerekmektedir. Zira hizmetin mÂnevî enerjisi, ibÂdetlerle hÂsıl olur. Nitekim tebliğ icin birinci şart, ic Âlem tezkiyesidir. Burada tebÂruz ettirilmek istenen husus, mu’minin icine kapanmaması ve toplumdan bîgÂne kalmamasının lÂzım geldiğidir.
Tasavvufun temel kaidelerinden biri de;
Kesrette vahdet, kesrette nedret, yani halk icinde iken kalbin uyanık olması ve Hak ile beraber olup hakkı tebliğ etmesidir.
Diğer yandan ihlÂs ile gercekleştirilen ibÂdetler, insanın ic dunyasında emr-i bi’l-mÂruf ve nehy-i ani’l-munker vazifesi ed ederler. Âyet-i kerîmede buyurulur:
“(Rasûlum!) Sana vahyedilen KitÂb’ı oku ve namazı kıl.
Muhakkak ki namaz, hayÂsızlıktan ve kotulukten alıkoyar. AllÂh’ı anmak elbette (ibÂdetlerin) en buyuğudur. Allah yaptıklarınızı bilir.” (el-Ankebût, 45)
CenÂb-ı Hak; tilÂvetlerimizi, namazlarımızı ve zikirlerimizi bu kıvÂma eriştirsin.
Rabbimiz; bizlere Habîb-i Edîbi’nin rûhÂnî dokusundan hisseler alabilmeyi nasip buyursun. Once kendimizi Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’in usve-i hasene ahlÂkı ile inşÃ‚ edebilmemizi muyesser eylesin. Sonra da evlÂtlarımıza ve halka halka butun insanlığa, en guzel şahsiyet inşÃ‚sında yardımcı olabilmemizi nasîb eylesin!..
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş-Yuzakı Dergisi
Yıl: 2017 Ay: Nisan Sayı: 146
__________________
O’nun Muhteşem AhlÂkı -21- (CÂhiliyyeyi BertarÂf Edici İnsan İnşÃ‚sı)
Dini Bilgiler0 Mesaj
●8 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- O’nun Muhteşem AhlÂkı -21- (CÂhiliyyeyi BertarÂf Edici İnsan İnşÃ‚sı)