NİMETİN ZİYANI
İsraf, bir nimetin ziyana donuşturulmesidir.
Bir nimet; kullanılmasının muvĂ‚fık olduğu sahada ve olcude kullanıldığında fayda verir, rahmet ve şifĂ‚ olur.
Fakat sahası ve olcusu dışında kullanılması, onu zehir eyler. ŞifĂ‚ olacak bir nimeti, zehir kılmak da; hem o nimeti israf etmek, hem de zehirleşmiş bir nimeti kullanarak kendine yazık etmektir.
Maddî nimetlerin israfından daha beteri, mĂ‚nevî ikramlara yazık edilmesidir. Bu mucerred / mĂ‚nevî ikramların en ehemmiyetlisi ilim ve tefekkur vasıtası olan akıldır.
Nimetin kadrini bilmek icin evvel gayesini idrÂk etmelidir:
CenĂ‚b-ı Hak; ilmi, neden hayvana vermedi de insana verdi?
Cevabı insanın yolculuğundadır:
AKLIN ESAS GAYESİ
Rabbimiz’in akıl kuvvesini insana vermesi, ancak «mĂ‚rifetullah» tahsili icin bir vasıtadır.
Akıl; insanı doğru istikamete sevk edecek, îmĂ‚n anahtarı keyfiyetinde bir «tefekkur» icindir.
İlim bir sebep olacak, sebepleri bulduracak, sonunda da Musebbib’e goturecek. Yani sebepleri de yaratan AllĂ‚h’ı buldurmayan bir ilim, faydasız bir ilimdir. Kuru bir emektir.
Yûnus Emre Hazretleri ne guzel tarif etmiştir:
İlim ilim bilmektir,
İlim kendin bilmektir;
Sen kendini bilmezsin,
Ya nice okumaktır.
İlim; insanın kendini bilmesine hizmet edecek. Haddini bilen insan, acziyetini idrĂ‚k eden insan; akıl ve tefekkur sayesinde butun bu nimetleri veren Rabbini tanıyacak;
“Ben Ă‚ciz bir kulum! Sen yĂ‚ Rabbî!” diyecek.
AshĂ‚b-ı kiram bu tahsili 23 senede ikmĂ‚l etti. Onun icin evlĂ‚tlarımıza verebileceğimiz en buyuk tahsil; CenĂ‚b-ı Hakk’ı sevdirebilmek, RasûlullĂ‚h’ı sevdirebilmek ve mu’minleri sevdirebilmektir. Bunun dışındaki tahsillere heves etmek de, evlĂ‚tlarımıza yazık etmektir!
CenĂ‚b-ı Hak Asr Sûresi’nde husrandan kurtulanları tarif ederken;
“… hakkı tavsiye edenler …” (el-Asr, 3) buyurmaktadır. Uzerimizde en cok CenĂ‚b-ı Hakk’ın hakkı var. Sonra Rasûlullah Efendimiz’in hakkı var. Bu hakları odemek ve vefĂ‚lı bir kul olmak icin, her nimeti yerinde kullanmak ve israf etmemek boynumuzun borcudur.
Akıl boyle bir tefekkure hizmet etmesi gerekirken; gafil ve nĂ‚dan insanlar, akıllarını cinayetlerine, curumlerine, israflarına ve gunahlarına gerekce kılarlar.
Gafil insan ne yaparsa, kendince bir mantığa oturtur. En buyuk cinayetleri işleyenler bile, curumlerine bir mantık kılıfı uydurabilmiştir. Ancak bu cerbezelerin, hakikat karşısında hicbir kıymeti yoktur.
Şeytan, ilĂ‚hî tĂ‚limĂ‚ta karşı geldi. «Âdem’e secde edin!» emri husûsunda, AllĂ‚h’a isyan etti. Fakat bir mantık kılıfı uydurarak; “Beni ateşten yarattın, onu ise topraktan yarattın!” dedi. Bu sebeple, aklı israf edenlerin ilki odur ve bizlere en muhim ibrettir.
Demek ki, insan icin hak ve hakikati tespitte, iyi ve doğruyu tayin etmekte, akıldan daha ustun bir mercî vardır. O da ilĂ‚hî tĂ‚limatlardır. Yani Kur’Ă‚n ve Sunnet’tir.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, evvelĂ‚ aklı Kur’Ă‚n ve Sunnet mihengine vurmaya davet eder:
AKLIN MİHENGİ
“Ey Hak yolcusu! Akıl, şehvetin zıttıdır; şehvete esir olmuş kişiye akıllı deme! Şehvet dilencisi olan kişide bulunana «akıl» değil, «vehim» de!
Gercek akıl altın ise, vehim de sahte altındır!
Vehim ile aklın kıymeti, mihenge vurulmadan ayırt edilemez. Her ikisini de cabucak, mihenk bulunan yere goturup dene! Akıl ile vehmin mîyar ve mihengi Kur’Ă‚n ile Peygamber’in sunnetidir! Bunlarla kıyaslanınca, akıl mı, vehim mi olduğu belli olur. Zaten mihenk taşı, sahte olanlara; «Gelin!» diye meydan okur.”
Kur’Ă‚n ve Sunnet mihengine vurulmamış akıllar; insanı daha Ă‚rif, daha zarif ve daha fazîletli hĂ‚le getirmez. Aksine daha kurnaz ve daha becerikli bir mucrim hĂ‚line getirir.
Nitekim ilmini irfan hĂ‚line getirememiş bir kimse; faraza hukuk tahsili gordukten sonra, hak ve adĂ‚let tevzî edeceği yerde bir zalim veya cellĂ‚t kesilebilir.
KezĂ‚ tıp tahsili yapmış bir kimse de, şifĂ‚ dağıtacağı yerde bir insan kasabı hĂ‚line gelebilir.
İlmî kabiliyetine rağmen, merhamet ve muhabbetten mahrum bir Ă‚mir ise emri altındakilere zulmeden bir gaddar oluverir.
Boyle kimseler; bir cahilin yapamayacağı zararı, ilim sayesinde kat kat fazlasıyla ve kolaylıkla irtikĂ‚b edebilirler. İlimlerini yanlış yonde kullanarak israf ettikleri icin de ebedî husrĂ‚na dûcĂ‚r olurlar.
Îman ve ahlĂ‚k olmadan, aklın mutlak olarak hakikati gosteremediğine misaller coktur.
KİBRİN MAŞASI OLAN AKIL
MeselÂ;
İslĂ‚m; hur veya kole, zenci veya beyaz, Arap veya Arap olmayan her insanın, AllĂ‚h’ın huzûrunda eşit olduğunu bildirmiştir. Tek ustunluk îman ve takvĂ‚dadır.
Ebû SufyĂ‚n’ın karısı Hind ise bu yuksek hakikatlere karşı;
“Boyle din mi olur? Ben bir koleyle bir mi olacağım, o talihine kussun!” dedi.
Ebû Leheb ise bir gun;
“–YĂ‚ Muhammed! Ben Sana îmĂ‚n eder, musluman olursam, bana ne verilir?” diye sordu.
Peygamberimiz;
“–Muslumanlara ne verilirse, sana da o verilir!” buyurdu.
Ebû Leheb;
“–Onların uzerinde benim icin bir ustunluk olmayacak mıdır?” diye ofkeyle sordu.
Peygamberimiz;
“–Daha ne istersin?” buyurunca, Ebû Leheb;
“–Benim şu sıradan insanlarla bir tutulacağım bu dîne yuh olsun!” diye edepsizce bağırdı. (Taberî, Tefsîr, 20/336)
Nûh -aleyhisselĂ‚m-’ın kavmindeki kibirli muşrikler de;
“«Sana duşuk seviyeli kimseler tĂ‚bî olup dururken, biz sana îmĂ‚n eder miyiz hic?!.» dediler.” (eş-ŞuarĂ‚, 111) ve fakirleri yanından kovmasını istediler.
Nûh -aleyhisselĂ‚m- şoyle cevap verdi:
“…Ben îmĂ‚n edenleri kovacak değilim; cunku onlar Rablerine kavuşacaklardır. Fakat ben sizi, cahilce davranan bir topluluk olarak goruyorum.
Ey milletim! Onları kovarsam, AllĂ‚h’ın karşısında bana kim yardım edebilir? Duşunmez misiniz?” (Hûd, 29-30)
Aynı şekilde Mekke muşrikleri de; Rasûlullah -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem-’e, cevresindeki fakir muslumanları, hic değilse kendileri geldiğinde yanından uzaklaştırmasını istediler.
HabbĂ‚b -radıyallĂ‚hu anh- şoyle anlatmaktadır:
Mutekebbir muşriklerden AkrĂ‚ bin HĂ‚bis ile Uyeyne bin Hısn, Allah Rasûlu’nun yanına geldiler. O’nu; BilĂ‚l, Suheyb, AmmĂ‚r, HabbĂ‚b -radiyallĂ‚hu anhum- gibi fakir ve kimsesiz muslumanlar arasında otururken buldular. Cevresindeki bu zayıf muslumanları hor ve hakîr gorerek Efendimiz’e;
“–Bizim icin bunlardan farklı bir meclis tahsîs etmeni isteriz. Boylece Araplar, bizim bunlardan ustun olduğumuzu anlasınlar. Biliyorsun ki, bize Arap kabîlelerinden birtakım elciler ve heyetler gelir. Onların bizi bu kolelerle birlikte gormelerinden utanırız. Dolayısıyla, biz gelince onları yanından uzaklaştır. Sen’inle işimiz bittikten sonra yine istersen onlarla otur.” dediler.
Allah Rasûlu -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem- o muşriklerin hidĂ‚yetle şereflenmelerini umîd ederek:
“−Olur.” buyurdu. Onlar ise;
“–Olur demen yetmez! Bizim icin bunu yazılı hĂ‚le getir.” dediler.
Bunun uzerine Allah Rasûlu -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’yi cağırdı, bir de yazdırmak icin sayfa istedi. Biz bir koşede oturuyorduk. O esnada CebrĂ‚îl -aleyhisselĂ‚m- şu Ă‚yet-i kerîmeleri getirdi:
“Rablerinin rızĂ‚sını isteyerek sabah-akşam O’na yalvaranları (muşriklerin taleplerini kabul ederek, sakın yanından) kovma! (…)
➢ Eğer onları (yanından) kovarsan, zalimlerden olursun.” (el-En‘Ă‚m, 52)
Bu kibirli ve mağrur kişiler, gayet akıllı kişilerdi. Fakat nefsĂ‚niyete teslim olmuş akılları onları bu cirkin hĂ‚lden uzaklaştırmadı.
Efendimiz -sallallĂ‚hu aleyhi ve sellem-; CenĂ‚b-ı Hakk’ın bu tĂ‚limĂ‚tını yaygınlaştırdı. Garip, kimsesiz ve fakirleri, her meselede kucakladı. Onların bilhassa sevinc zamanlarında mahzun edilmemesi icin şoyle buyurdu:
“Zenginlerin davet edilip fakirlerin cağırılmadığı duğun yemeği ne fena bir yemektir!” (BuhĂ‚rî, NikĂ‚h, 72; Muslim, NikĂ‚h, 107. Ayrıca bkz. İbn-i MĂ‚ce, NikĂ‚h, 25)
Bu sebeple Rabbimiz; bu ahlĂ‚ktan uzak, cirkin vaziyete «cĂ‚hiliyye, cĂ‚hillik» dedi.
BUGUNKU CÂHİLİYYE!
Bugun de aynı şekilde bir cĂ‚hiliyye yaşanmıyor mu? Dunyanın ahvĂ‚li ortada!
Bir tarafta zalimler, bir tarafta dramlar…
Bir tarafta aclıktan ve susuzluktan olen Afrikalılar… Diğer tarafta cok yemekten, obezlikten ve oburluktan hastahĂ‚nelik olan ve acları hic duşunmeyen vicdan mahrumları…
Bir tarafta mazlumların inleyişleri, diğer tarafta zalimlerin kahkahaları!..
Ustelik bugun medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar; guya «akıl», «bilim», «insan hakları» ve «humanizm» vb. esaslar uzerinde ilerlediğini iddia ediyor. Fakat fiiliyata bakıldığında, menfaatine dokunmayan zulumlere seyirci. HattĂ‚ zalimlere destekci ve alkışcı…
Peygamberimiz ise, adĂ‚let ve insanlığı nazariyatta olduğu gibi fiiliyatta da en muhteşem şekilde sergiledi.
Muslumanlar; Bedir’den Medine’ye donerken, bineklerine esirleri de sırayla bindirdiler;
“‒Bunlar îmĂ‚n etmemiş olsalar da, insanlıkta bizim eşimizdir.” dediler. Merhamet ettiler.
Bir bu manzarayı duşunelim bir de bugun Suriye’de yaşanan ve yıllardır kasten dindirilmeyen zulum ve vahşetin sergisini duşunelim…
Sadece gardırop farkıyla iki cĂ‚hiliyye devri… O gunun zalimleriyle, bugunun zalimleri arasında değişen tek şey, kılık-kıyafet…
Aynı zulum, aynı gaddarlık, aynı vahşet!..
CURUK AKLIN CİNAYETLERİ
Dunun cĂ‚hiliyye insanı kız evlĂ‚tlarını diri diri toprağa gomuyordu. Bu cinayeti de curuk aklıyla, birtakım bahaneler uydurarak meşrû goruyordu.
Bugun de kurtaj kasapları; hayat beşiği olan ana rahmini, bir cinayet mekĂ‚nı kılıyor. Rahatını ve ten konforunu bozmak istemeyen bedbahtların evlĂ‚tlarını, kurtaj cinayetiyle kolunu-kafasını keserek olduruyor.
Bu vahim fecaati işleyen vicdansızlar, hic duşunmuyorlar ki; rahatlarına engel gordukleri o evlĂ‚t belki de, CenĂ‚b-ı Hakk’ın bir ikrĂ‚mıydı. Buyuyecek de annesine ve babasına ihtiyarlığında Ă‚detĂ‚ bir baston olacaktı.
İşte vahiyden uzak bir aklın getirdiği cinayet! Acı vahşet!
Bu vahşeti de, ilĂ‚hî tĂ‚limatlardan uzak akıllar, meşrû goruyor. HattĂ‚ mudafaa ediyor; “Kadının hakkıdır!” diyor.
İşte bir tarafta nefsĂ‚niyete rĂ‚m olmuş bir akıl ki; aklı bu şekilde israf etmek, nefsĂ‚nî aklın putperesti olmaktır.
Diğer tarafta Kur’Ă‚n ve Sunnet’in istikametinde, hakikati tefekkur ettiren bir akıl…
Biri hikmete goturen akıl, diğeri zulme goturen akıl…
Buradan anlaşılması gereken bir hikmet de şudur:
Gafillerin ve nĂ‚danların elindeki ilim ve teknik, topluma buyuk bir zarar vermektedir. Dolayısıyla ilmin, herkese değil ancak ehline verilmesi lĂ‚zımdır. Peygamber Efendimiz buyurur:
“LĂ‚yık olmayanlara ilim oğreten; domuzların boynuna cevher, inci ve altın gerdanlık takan kimseye benzer.” (İbn-i MĂ‚ce, Mukaddime, 7)
AZÂZİL’DEN İBRET AL!
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri bu hakikate şoyle temas eder:
“Hunerli, bilgili kişi iyidir ama; İblis’ten ibret al da (bilgilerin, kalbinle Ă‚henk teşkil etmez ise kendine) fazla değer verme. Unutma ki, Hakk’ın rahmetinden kovulmuş olan mel‘un İblis; yuz binlerce yıl AllĂ‚h’ın en yakınlarından biriydi, meleklerin emîri idi. Bilgisi ve ibĂ‚deti ile gurura kapıldı, nazlandı. Âdem -aleyhisselĂ‚m- ile uğraştı. Onu kucuk gordu de pislik gibi rezil oldu gitti.”
Şeytan, aklı israf etmenin en kadîm misĂ‚lidir. Bize dehşetli bir ibrettir. Cunku o, aklı ve ilmi sayesinde meleklerin meclisine yukselmişti. LĂ‚kin akıl nimetini; aklı kendisine veren AllĂ‚h’a karşı cidalde kullanmaya kalkma kustahlığı gosterince, varlığın en rezili olarak huzurdan tard edildi.
VelhĂ‚sıl ilk cidal, şeytanla Hak TeĂ‚lĂ‚ arasında başladı. Kendisini yaratan ve kendisine aklı verene karşı mucadele etti ve rezil oldu. Allah TeĂ‚lĂ‚ ona;
“‒Sen mi ustunsun Âdem mi?” demedi ki.
O ise teslîmiyet yerine kıyası secti, kendini beğendi, kibirlendi, secde etmedi.
Belki;
Şeytanın o parlak aklı; gurura mağlûp duşmeyip de basîretli ve teslîmiyetli olsaydı, bencilliğe sarılıp da kendi kıt aklını ve isyanını beğeneceğine, ilĂ‚hî aşka sarılıp da CenĂ‚b-ı Hakk’ın ilĂ‚hî hukmune rĂ‚zı olsaydı, «İblis» nĂ‚mıyla aşağıların aşağısına yuvarlanmazdı. Ebedî kovulmuş ve tahkir edilmiş olmazdı. Bu bakımdan en lĂ‚netli vaziyet; şeytanlıktır, ona avene olmaktır ve oyle toplulukların girdabına duşmektir.
Unutmamalı ki;
Din ve îman, evvelĂ‚ muhabbet ister. Zira îman; zihin ile tasdik değil, kalp ile tasdiktir.
Îman ve ebedî felĂ‚h ise, muhabbet ve aşk ister.
VÎRÂNE OLAN DEHÂ!
Nitekim;
Arap’ın dort dĂ‚hîsinden biri olan Velîd bin Muğîre şoyle demişti:
“−Kureyş’in buyuğu ve efendisi olan ben yahut Sakîf’in ulusu Amr bin Umeyr dururken, Kur’Ă‚n Muhammed’e mi inecek?!.” (İbn-i HişĂ‚m, I, 385)
Velîd, Kur’Ă‚n’ın belĂ‚gat ve fesĂ‚hati karşısında Ă‚ciz kaldı. Kur’Ă‚n’ın hak kitap olduğunu vicdanen kabul etti, fakat nefsĂ‚niyeti yuzunden reddetti. AllĂ‚h’ın iradesinde hata aramaya kalkacak kadar ahmaklığa dûcĂ‚r oldu. Kur’Ă‚n-ı Kerim’de de onun kustah sozleri şoyle reddedildi:
“(Ey Habîbim onlara de ki):
«Rabbinin rahmetini onlar mı tevzî ediyorlar?..»” (ez-Zuhrûf, 32)
Velîd, kufur icinde helĂ‚k oldu gitti. Nefsine mağlûp olunca, bir dĂ‚hînin aklı hicbir ehemmiyet ifade etmedi. Bir vîrĂ‚neye dondu.
Aklı veren Allah’tır. Aklı veren AllĂ‚h’a karşı tavır almak, İblis’in kolesi olmaktır. En fecî şey, şeytan ummetinden olmaktır.
Bu hakikatlerin ifadesi karşısında, dînin akıl dışı olduğu zannedilmemelidir:
AKIL USTU HAKİKATLER
Din aklîdir; cunku onun îzah olunabilen sır ve hikmetleri akılla idrĂ‚k olunur. Ancak din, aynı zamanda akıl ustudur. Cunku aklı da yaratan ZĂ‚t’ın katından gelmektedir.
Bu sebeple;
Kader, ilĂ‚hî emir ve yasakların hikmetleri, mîrac, mûcize ve olulerin diriltilmesi gibi hususlar akıl ustudur ve mu’minin bunlar karşısında, edeple teslîmiyet gostermesi îcĂ‚b eder. Bu teslîmiyeti gosterenler, huzura kavuşmuş; gosteremeyenler ise, kusurlu aklın cıkmazlarında kaybolmuşlardır.
Aklın kader ve benzeri hakikatleri idrĂ‚k etmekten ne kadar Ă‚ciz olduğunu, CenĂ‚b-ı Hak, Kehf Sûresi’nde Hazret-i Musa ve Hazret-i Hızır kıssasında bildirmektedir. Zira hĂ‚diselerin zĂ‚hir ve bĂ‚tınları vardır ki, akıl sadece zĂ‚hirle hukmettiği icin, icyuzunu bilmediği, sır ve hikmetlerinden habersiz olduğu meseleleri tahlil edemez. Etmeye kalkarsa hataya duşer.
Bu bakımdan;
Feylesoflar, aklın putperesti olarak girdaplarda boğulurlar, hakikatten uzaklaşırlar. İmĂ‚m-ı GazĂ‚lî’nin îkāz ettiği gibi, bazı hususlarda kufre ve sapkınlığa duşerler.
Feylesoflar, aklı vahyin dışında kullandıkları icin kendi fikirleri hicbir zaman tatbik edilememiştir. Onların fikirleri, gercek bir huzurla buluşamamış, pratikten mahrum bir nazariyat olarak, kutuphĂ‚nelerin tozlu raflarındaki kitaplarda mahpus kalmıştır.
Hayata gecirilebilen fikirlerinin omurleri gayet kısa surmuş ve ne kendilerine ne de başkalarına saĂ‚det getirmiştir. Nitekim hicbir feylesofun goruşlerini hayatına tatbik ederek saĂ‚det ve selĂ‚mete ermiş bir toplum gosterilemez.
MeselÂ;
Aristo, ahlĂ‚k felsefesinin birtakım kanun ve kaidelerinin temelini atmış olmasına rağmen, ilĂ‚hî vahiyden uzak olduğu icin onun felsefesine inanıp hayatına tatbik ederek saĂ‚dete kavuşmuş bir kimse goremeyiz. Cunku feylesofların kalpleri tasfiye, nefisleri tezkiye gormemiş, fikir ve fiilleri de vahyin mustesnĂ‚ yardımlarıyla olgunlaştırılmamıştır. Bu sebeple, sistemleri de konferans salonlarından veya kitap satırlarından dışarıya cıkamamıştır.
KelĂ‚m Ă‚limleri ise aklı vahyin icinde kullanırlar. Bir noktaya kadar devam ederler. Fakat aklın bittiği yerde kalırlar. Otesine gecemezler. Gecmeye kalkarlarsa, feylesofların vaziyetine dûcĂ‚r olurlar.
Sofiyye ise, aklın bittiği yerde aşk ve teslîmiyetle yola devam ederek huzura kavuşur. Cunku teslîmiyet erbĂ‚bına satırlarda olmayan hikmetler verilir. Aklın cozemediği duğumler, ancak hikmetle cozulur. Onlar hikmete rĂ‚m olarak aklın hududunu aşan meselelerde de yakîne ulaşırlar, itmi’nĂ‚na ererler, gonullerinde hicbir şuphe kalmaz.
Boylece onlar hikmet deryĂ‚sı hĂ‚line gelirler.
İşte MevlĂ‚nĂ‚ ve emsĂ‚li Hak dostları…
İşte gonullere asırlardır inşirah veren, hikmetlerle dolu eserleri!..
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, din sahasında aklı aşan noktalara şoyle temas eder:
“Akıl; aşkın şerhinde, merkep gibi camura battı kaldı. Aşkın ne olduğunu, akıl değil yine aşk acıkladı.
Din, hayran olmaktan başka bir şey değildir. Din işindeki bu hayranlık, bu işlere akıl erdiremediği icin hakikat kıblesine sırt cevirmek değildir. BilĂ‚kis dostun mest ve mustağrakı olarak (sır ve hikmetler karşısında) hayretlere gark olmaktır.”
AKL-I SELÎM
Akıl, eğer vahiy potasında erir ve teslîmiyetle gonle tĂ‚bî olursa, «akl-ı selîm» hĂ‚lini alır ve hikmetlere ulaşır. Âyet-i kerîmede buyurulur:
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ اُو۫تِيَ خَيْرًا كَث۪يرًاۜ وَمَا يَذَّكَّرُ اِلَّٓا اُو۬لُوا الْاَلْبَابِ
“Allah hikmeti dilediğine verir.
Kime hikmet verilirse, ona pek cok hayır verilmiş demektir.
Ancak akıl sahipleri duşunup ibret alırlar.” (el-Bakara, 269)
Bu Ă‚yet-i kerîme gibi, 16 yerde CenĂ‚b-ı Hak, «akıl sahipleri»ni tebĂ‚ruz ettirmiştir. Mufessirler, «ulû’l-elbĂ‚b» tabiriyle;
NefsĂ‚nî hevĂ‚ ve hevesten arınmış, CenĂ‚b-ı Hakk’ın emir ve nehiylerini idrĂ‚k edebilen, İlĂ‚hî azamet tecellîleri olan kevnî Ă‚yetleri tefekkur edebilen, Basîret sahibi bir akla sahip olan mu’minlerin kastedildiğini bildirmişlerdir. Bu vasfa sahip Ă‚rif gonullu, basîret sahibi Hak dostları; kĂ‚inattaki ilĂ‚hî sanat eserlerine derin bir kuyuya bakar gibi nazar ederler. Oradan mĂ‚nĂ‚ iklimlerine yol alırlar. Duyan bir gonlun, goren bir kalbin hĂ‚lini ifadeye kelimeler yetişmez. İşte boyle bir kalbî hassĂ‚siyet ile kĂ‚inĂ‚tı seyredenler, Rabbimiz’in sergilediği sonsuz hĂ‚rikalardaki ilĂ‚hî sanatın zevkine ererler.
İşte bu sahada kendisinden istifĂ‚de edildiğinde; akıl, ne muazzam bir nimettir!
Aklı, kendi tĂ‚kati dışına sevk etmek ise, onu boğmak olur.
Devrimizde, şuphecilik, aklın bir semeresi olarak methedilmektedir. Birtakım şuursuz bilgiclerin de teşvikiyle dînî mevzularda şuphe ilkā edilmektedir. HĂ‚lbuki, inanc sahasında, Kur’Ă‚n ve sahih Sunnet hakikatlerinde hicbir şuphe yoktur. Rabbimiz, Kur’Ă‚n’ı; «Kendisinde hic şuphe olmayan kitap!» (el-Bakara, 2) olarak vasfetmiştir.
Akıl; gormediği ve bilmediği; vahiy, melek, olum otesi ve Ă‚hiret gibi gayba ait hususlarda, şupheye boğulursa, îman ve yakîne ulaşamaz. Boyle sahalarda îmĂ‚nın selĂ‚metine girmek gerekir.
Ferîduddin AttĂ‚r Hazretleri, bu tur şuphe ve vesveselerin mĂ‚nĂ‚sızlığını şu teşbihle anlatır:
“Onunde icinde bal olan bir kĂ‚se olsa; bir cocuk gelip;
«–Bu kĂ‚sede zehir var!» dese, elini derhĂ‚l o baldan cekersin. «Bunu soyleyen bir cocuktur.» demezsin.
Ey insan! Bunca peygamber seni uyarmış; «Tuttuğun bu yol, seni zorluklara dûcĂ‚r eder!» demiş. Nicin onca kıymetli zĂ‚tın sozlerine tĂ‚bî olup, o yolu bırakmıyorsun?” (EsrarnĂ‚me)
Zira ebedî kurtuluş icin, aklı kendi sahasında ve kendi gucu dĂ‚hilinde kullanmak zarûrîdir.
AKLIN BOYUNU AŞMA!
Aklın tĂ‚kati dışındaki mevzûları tefekkure kalkışmak da, tefekkurun diğer bir israfıdır. AllĂ‚h’ın sıfat tecellîlerini, Kur’Ă‚n, kĂ‚inat ve insanın kendi yapısındaki husûsiyetleri tefekkur etmek zarûrîdir. LĂ‚kin AllĂ‚h’ın ZĂ‚t’ı uzerinde duşunmek, kaderin sırrını ve hikmetini butunuyle cozmeye calışmak gibi beşer tĂ‚katinin ustundeki mevzularda tefekkure kalkışmak, bir nevî zihin israfıdır. Bu hĂ‚l, Kur’Ă‚n ve Sunnet tarafından da men edilmiştir. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“AllĂ‚h’ın yarattıkları uzerinde tefekkur edin, ZĂ‚t’ı uzerinde duşunmeyin. Zira siz O’nun (sonsuz kudretini idrĂ‚k edemezsiniz ve) kadrini (O’na lĂ‚yık bir sûrette) asla takdir edemezsiniz…” (Deylemî, Musned, II, 56; Heysemî, Mecmau’z-ZevĂ‚id, I, 81)
CenĂ‚b-ı Hak; insana aklı, başlıca iki sebep icin lutfetmiştir:
Azamet tecellîlerini tefekkur edebilmesi. Nimetlerine teşekkur edebilmesi. Gafil insan, aklını bin bir şuphe ve vesvese cıkmazlarına sokar da, tefekkur ve teşekkur gayesinde kullanmaz! MeselĂ‚ kendisine bir buket cicek verene teşekkur eder de, o cicekleri yaratana teşekkuru duşunmez. Dort mevsimin her birinde kendisine ceşit ceşit cicekler, meyveler ve sebzeler ikrĂ‚m eden AllĂ‚h’a şukretmeme nĂ‚danlığında bulunur.
Şukur ise; AllĂ‚h’ın verdiği bir nimeti, veriliş gayesine gore kullanmaktır. Goren goz, duşunen akıl, mal, rızık, nefes, sıhhat… Bunların her biri nimettir ve AllĂ‚h’ın rızĂ‚sına muvĂ‚fık bir şekilde kullanılmaları gerekir.
Sadece dil ile şukur kĂ‚fî değildir. Hem dille şukretmek hem de dildeki şukru fiile cıkarmak îcĂ‚b eder.
İnsan, kendisine kulluk gayesiyle verilmiş aklıyla, sığ sularda bir miktar yol alabilir.
MeselĂ‚ CenĂ‚b-ı Hakk’ın yarattığı fizik kanunları gibi ilimleri keşfedebilir. Dunya imkĂ‚nlarıyla birtakım fenler ve teknikler geliştirebilir. Fakat bunlar sığ sulardır.
Aklının putperesti olan feylesoflar, aklın kendi sığ havuzunda mesafe kat edebilmesine aldanarak, hadlerini aşarak, okyanuslara acılmaya kalkarlar. HĂ‚lbuki karşısında bulundukları mucerred hakikatler okyanusunun; derinliğinden de enginliğinden de icindeki fırtına ve girdaplardan da habersizdirler! Boylece hic bilemeyecekleri bir mechulluk okyanusunda sonsuz derinliklere kulac atmaya kalkışır, boğulur giderler.
HĂ‚lbuki CenĂ‚b-ı Hak, insanı «akıl ustu sırlar»ı cozmesi icin yaratmadı, ona bunu da emretmedi. Allah, insanı ZĂ‚tına kulluk icin yarattı.
O hĂ‚lde, aklı O’na kullukta kullanabilmek, asıl sanat budur!
Zaten Rabbimiz; “…Size ilimden pek az verilmiştir.” (el-İsrĂ‚, 85) buyurmuştur. Hızır kıssasında ifade edildiği uzere; butun insanlığın ilmi, AllĂ‚h’ın ilmi karşısında deryĂ‚dan bir tek damla bile değildir.
Esasında insan, aklının aczini kendisi de itiraf etmek mecburiyetindedir.
MeselÂ;
“Bir ton demiri omzuna al!” deseler hic kimse almaya teşebbus etmez. Denemeye bile kalkmaz. Cunku tĂ‚katinin uzerinde olduğunu bilir. Aczini itiraf eder. Şayet teşebbus etse, altında ezilip kalacağını, oleceğini bilir.
Fakat bazı kibirli kişiler; aklının tartamayacağı meselelere dalmakta, ahmakca bir cur’et gosterirler.
Ziya Paşa insana; «Haddini bil!» mĂ‚nĂ‚sına gelecek şekilde şoyle der:
İdrĂ‚k-i meĂ‚lî bu kucuk akla gerekmez,
ZîrĂ‚ bu terĂ‚zî bu kadar sıkleti cekmez.
“Yuce hakikatleri idrĂ‚k edebilmek, bu kucuk aklımızla mumkun değildir. Cunku bu terazi bu kadar ağırlığı kaldıramaz!”
Kucucuk bir kuyumcu terazisiyle, devĂ‚sĂ‚ şeyler tartılamaz. İnsan aklı da butun hakikatleri idrakten Ă‚cizdir.
Diğer yandan, feylesofların bu tur boylarını aşan mevzularda akıl yurutmeleri, cocukların oyununa benzer. Cocuklar da oyun oynarken hayĂ‚lî dunyalar oluşturur, savaşlar yapar, neler neler uydururlar. Hepsi boş hayallerdir.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın dediği gibi:
“Cocuklar oyun oynarlarken dukkĂ‚n yaparlar, yalancıktan alışveriş ederler, fakat kĂ‚r elde edemezler. Gunduz yalandan dukkĂ‚n acan cocuk, akşam eve ac olarak doner.”
Akıl bir kĂ‚ğıt gibidir ki, onun sonsuzluk guneşi icinde kalem oynatması, ancak hayaldir. Hakikatler karşısında Ă‚nında kul olacaktır!..
Hayal Ă‚leminde değil de mĂ‚rifetullah ufuklarında yukselenler ise, bilĂ‚kis acziyetlerini daha yuksek seviyede idrĂ‚k etmişlerdir.
İbrahim -aleyhisselĂ‚m- mal, can ve evlĂ‚t imtihanlarından muvaffakiyetle gecerek; «Halîlullah» makamına erişti. Kendisine mĂ‚verĂ‚ ufukları acıldı. İlĂ‚hî azamet tecellîleri karşısında; acziyet ve hicliğini daha yuksek bir idrĂ‚k ile anladı, ellerini Âlemlerin Rabbine actı ve tazarrûda bulundu:
“(YĂ‚ Rabbî

Hazret-i İbrahim’in fĂ‚rik vasıflarından biri teslîmiyettir.
ÂHH TESLÎMİYET!
Cocuk yolda giderken kendisine doğru bir kopek havlasa, derhĂ‚l annesinin eline yapışır. Onu koruyacak ve himĂ‚ye edecek kişiye sığınır. Başka zaman elinden tutmak istemese de tehlike Ă‚nında hemen anneye sığınır.
Kulun da ebediyet yolculuğundaki bin bir tehlikeye karşı, CenĂ‚b-ı Hakk’a teslîmiyeti olmalıdır. İslĂ‚m, teslîmiyet kokunden gelir. İslĂ‚m, teslîmiyetle kemĂ‚l bulur. Zira CenĂ‚b-ı Hak buyurur:
فَفِرُّٓوا اِلَى اللّٰهِۜ
“AllĂ‚h’a kacın!” (ez-ZĂ‚riyĂ‚t, 50)
Zira nasıl ki gozun bir gorme mesafesi, kulağın bir duyabilme hududu var ise, aklın da bir idrak tĂ‚kati vardır. Bunun icindir ki akıl, vahyin rehberliğine muhtactır. İlĂ‚hî hakikatleri tefekkursuzluk, bir felĂ‚ket sebebi olduğu gibi; aklın, haddini bilmeyip kendini aşan işlere atılması da insanı israfa ve neticede Ă‚hiret husrĂ‚nına dûcĂ‚r eder.
Aklı israfın perişanlığına iten unsur, nefsĂ‚niyetin kolesi olmasıdır. Bu mevzuyu Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ şu teşbih ile acıklar:
“Anlayış su gibidir. Beden testidir. Beden testisi, nefsĂ‚nî arzular yuzunden kırılınca; icindeki su, akıl ve zekĂ‚ dokulur gider. Bu beden testisinin beş tane buyuk deliği vardır. Anlayış suyu onlardan akıp gittiği icin; beden testisinin icinde ne su kalır, ne de anlayış suyunun esası olan ve hakikat goklerinden yağan akıl kalır.
İnsan testiye benzetilmiştir. Beş delik de beş duygunun sembolu olup; onlar da iki goz, iki kulak ve bir ağızdır. Hak yolunda yuruyen derviş icin; beden testisini nefsĂ‚nî taşlarla kırmaktan, yani beş duygu musluklarını anlayışsız kişilere acmaktan sakınmalıdır.
«Gozlerinizi haram şeylere karşı sımsıkı kapayın.» emrini işittiğin hĂ‚lde, ey mu’min, adımını doğru atmadın.
MĂ‚nĂ‚sız soz soylemen; ağız yolu ile senin anlayışını alır, uzaklara goturur. Kulak ise, kum gibidir. Senin suya benzeyen anlayışını icer. Boylece başka deliklerin de; yani oteki duyguların da senin gizli anlayış suyunu ceker, alırlar. Denizden bile, yerine koymamak şartıyla durmadan su alsan, nihayet o denizin yerini col yapmış olursun.”
Demek ki, akıl nimetini muhafaza icin; sĂ‚lihlerle beraber olmak, fĂ‚sıkların telkin ve tesirinden uzak durmak îcĂ‚b eder.
Zira Ă‚yet-i kerîmede buyurulur:
“…Her ilim sahibinin ustunde daha iyi bilen birisi vardır.” (Yûsuf, 76)
İnsanın sadece kendi aklına istinĂ‚d ederek; meşveretten, tĂ‚lim ve terbiyeden kendisini mustağnî addetmesi de, bir israftır. Şair; her akıl sahibini, gonul ehline talebe olmaya davet eder:
Akla mağrûr olma EflĂ‚tûn-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kĂ‚mili gordukte tıfl-i mekteb ol. (Nef‘î

VelhĂ‚sıl;
Toplumlar, kutuphĂ‚nelerin tozlu raflarında kalmış kara kaplı felsefe kitaplarının uzerine abanmış bilgiclerin rûhuyla selĂ‚mete kavuşamaz. İnsanlığı hakikî saĂ‚det ve selĂ‚mete cıkaracak olan, Kur’Ă‚n ve Sunnet kulturuyle yoğrulup tasavvufî hikmetlerle kemĂ‚le ermiş olan dervişlerin rûhudur.
CenĂ‚b-ı Hak, kalplerimizde îman ve teslîmiyeti kuvvetlendirsin. Aklımızı; vahyin muhtevĂ‚sında, ilĂ‚hî azamet tecellîlerini tefekkur vasıtası olarak kullanabilmemizi nasip buyursun. Verdiği nimetleri israf edenlerden olmaktan muhafaza eylesin.
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş
Yuzakı Dergisi
Yıl: 2017 Ay: Nisan Sayı: 146
__________________