Tarih boyunca kimi kişiler, aileler, sulaleler, hanedanlar, ırklar, cinsiyetler ve milletler kendilerini insanlığın genel gidişatından ayırarak ustun olduklarını, diğerleriyle eşit seviyede tutulamayacaklarına inanmışlardır.


Kimine gore tanrı onları ozel, ayrıca veya once yaratmıştır. Geri kalanlar onlara hizmet icin veya onların dokuntusu ya da artığı olarak vardır. Kimine gore de tanrı onları insanlığı uygarlaştırmak, cağdaşlaştırmak, ilerletmek icin yaratmıştır.


Bunların hic birinde insanlığın birliği ve eşitliği fikri yoktur.


Bu tur saplantılı ve kasıntılı kişilere, ailelere, hanedanlara, ırklara veya milletlere Kur’an’ın esaslı bir cevabı vardır ki yuzlerine tokat gibi iner:


“Allah’ın yoluna ve insanlığın yoluna donmedikleri surece nerede olurlarsa olsunlar alcaklık damgası yemeğe mahkûmdurlar.” (3/Ali-İmran; 112)


Ayette gecen Allah’tan bir ip/yol (hablun minellah) ve insanlardan bir ip/yol (hablun minen’nÂs) tabirlerinin birbirini tefsir ettiğine dikkat ediniz. Dini cevrelerde genellikle Hablullah (Allah’ın ipi/yolu) bilinir de, bunun aynı zamanda HablunnÂs (insanlığın ipi/yolu) ile tefsir edildiği pek bilinmez.


HABL: Kok olarak “bir şeyin icinde olmak” demektir. Orneğin gebe kalmak, hamile kalmak (hablen), gebe bırakmak (ihbÂl), ağ, tuzak (hibÂl), hamilelik (habl), cıkış yeri, kaynak, başka bir şeyin icinde olan (habel), ip, urgan, sicim (hablun), gebe, hamile (hublÂ), omurilik, bel kemiği (hablun şevkiyyun), şahdamarı (hablu’l-verid) kelimeleri bu kokten gelir.


Demek ki Allah’ın icinde olan (hablullah) ile, insanlığın icinde olan (hablunnÂs) aslında aynı şeydir. Bu durumda Allah’ın icinde olan sevgi ve merhamet (rahmeh) ile insanlığın icinde olan vicdan, ic goru ve basiret birbirinin yerine gecmiş olur. Yani bunlar birbirini tefsir eder. Bunun icin olsa gerek Kur’an’ın kendini insanlığın basireti, ic gorusu, vicdanı olarak tarif ettiğini goruruz. (45/20).


İşte buna donmeyenler, iclerindeki bu sesi dinlemeyenler, bu yola, bu ipe sarılmayanlar zillet ve alcaklık damgası yemeye mahkumdurlar.


Şu halde ayette denmek istenen şu olmalıdır: İnsanlığın Rabbi tek Allah’ın “ipine” sarılmadıkca, onun yarattığı fıtrî gerceğe donmedikce, kendilerini normal insanlardan ustun ve secilmiş ırk olarak gormeyip, insanlık ailesinin eşit fertleri olduklarını kabul etmedikce ve de insanlığın “ipine”; yoluna, temel değerlerine, sağduyusuna ve vicdanına donmedikce alcaklık damgası yemeye mahkûmdurlar. Boyle kendilerini ustun ırk veya secilmiş millet sayarak kendilerini insanlığın gidişatından buyukluk taslayarak ayırdıkları, kendileri dışındaki milletlere ustten bakıp kendilerini onlarla eşit gormedikleri ve boylece insanlığın ortak yuruyuşune katılmadıkları surece Allah’ın gazabına uğrayacaklar ve “insanlık vicdanı” onları daima dışına atacaktır…


***

İnsanlar arasında kendini genel gidişattan ayırma ve kendinde bir şey vehmetme hastalığı sadece topluluklarda gorulmez. Cinsiyet olarak ozellikle erkeklerin kendilerini kadınlardan ayrı ve ustun tutarak ayırma hastalığının kokleri de kutsal kitaplara sokulacak kadar ileri gitmiştir.


Malum, yaygın inanışa gore kadın erkeğin kaburga kemiğinden yaratılmış olup, yaratılıştan gelen bir eşitsizlik, ayrı ve hatta aşağıda olma durumu soz konusudur.


“İşin kokeni” boyle tasavvur edilince, toplumsal duzlemde kadın-erkek ilişkilerini “eşitlikci” bir zeminde ele almak mumkun olmamaktadır. Cunku kadının kendi kaburga kemiğinden yaratıldığına inanan birisinin onu kendine denk gormesi zordur.


Şu halde “işin kokenine” inmek gerekir.


***


Soz konusu “kasıntılı” tasavvura gore, Allah bile yeryuzunde bir halife yaratacağı zaman onu once “erkek” olarak duşunmuş oluyor. Daha yaratılışta; varlığı cıkışta kadının adı yok. Bu algıya gore -haşa- Allah, sırf erkeğe bir eğlence lazım olunca kadını yaratmayı hatırlıyor (!).


Bakın, dini bir inanış nasıl tum ilişkilerin temelini belirleyebiliyor. Once “duşuncenin temizlenmesi” faaliyetine buralardan başlamak gerektiğini bir kez daha goruyoruz. Buralar doğru olursa tabiî olarak ilişkiler de doğru kurulacaktır. Hep soyluyorum; dini yenilenme olmadan toplumsal yenilenme olmaz. İşin koku buradadır. Bunu yapacak olan da dini dunyanın bizzat kendisidir.


***


Kanaatimce, yukarıdaki anlayış Kur’an’a dayanmamaktadır. Bu tur inanışların, eski dunya dinleri, ozelikle de Yahudilik ve Hırıstiyanlık etkisinde kalınarak oluştuğunu duşunmekteyim.


Şoyle ki:


Dunya dinleri arasında ilk insanın yaratılışı ile ilgili başlıca iki tasavvur bulunuyor. İlki Yahudi-Hristiyan geleneğinin ataerkil (erkek-egemen) tasavvuru, ikincisi de bazı uzak doğu din ve mitolojilerinde gorulen anaerkil (dişi-egemen) tasavvur…


Bunlardan ilkine gore Tanrı, ilk once celal (guc, kudret) sıfatının bir tecellisi olarak “erkeği” (Adem) yaratmıştır. Sonra onu yalnızlıktan kurtaracak, gonlunu eğlendirecek bir varlık gerekmiş, bunun uzerine de, onun kaburga kemiğinden bir parca alarak kadını (Havva) yaratmıştır. Dolayısıyla aslolan erkektir; kadın onun susu ve eğlencesidir.


Bu anlayış Tevrat’ta aynen şoyle gecer:


“Tanrı Adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu ufledi. Boylece Adem yaşayan varlık oldu… Sonra “Adem’in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” Derken Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapladı. Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. Adem “İşte bu benim kemiklerimden alınmış bir kemik, etimden alınmış bir ettir” dedi. Ona “kadın” denilecek, cunku o adamdan alındı.” (Tekvin; 2/7, 21-23).



Butun din ve mitolojilerde bozulmuş bir halde gorulen, yuksek derecede “allegorik” anlatımlarla dolu olan ve aslında insanoğlunun zihninde bir “yaratılış muhayyilesi” oluşturmayı amaclayan Adem kıssası, Tevrat’da gectiği şekliyle erkeğin (Adem’in) mutlak onceliğini ve egemenliğini ongorur.


Nitekim daha sonraki bolumlerde Adem’i Havva, Havva’yı da yılan kandırıp yoldan cıkarır. Bu nedenle de yılan “Butun yabanıl ve evcil havyanların en lanetlisi olarak anılmak, karnı uzerinde surunmek ve omru boyunca toprak yemek, kadının ona, onun da kadına duşman olması” cezasına, Havva “Cocuk doğururken acı cekmek, kocasına muhtac olmak ve onun tarafından yonetilmek” cezasına, Adem de “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamamak, toprak tarafından diken ve calı ile karşılanmak, yaban otu yemek, toprağa donunceye kadar alın teri dokerek kazanc sağlamak” cezasına carptırılır. (Tekvin; 3/13-18).


İncil’e gore de, bizler işte bu işlenmiş “ilk gunahın” cezasını cekiyoruz.
Cektiğimiz ceza cennetten kovulma ve surgun cezasıdır. O ilk gunahın cezasını caresiz hep birlikte cekeceğiz. Ancak bu lanet olası surgun yerinden Tanrı’nın kuzusuna (İsa) bağlanarak yani kiliseye sığınarak ve papazların muşfik eline teslim olarak kurtulabiliriz. Cunku o insanlığı bu ilk gunahın ebedi cezasından kurtarmak ve keffaret olmak icin carmıhta kendini feda etmiştir.


Demek hayat dediğimiz maceranın butun ozeti budur.


Gorulduğu gibi Yahudi-Hıristiyan geleneğindeki yaratılış, erkek, kadın ve hayat tasavvuru gayet ataerkil ve karamsardır.


***


Kimi eski din ve mitolojilerde ise “yaratılış miti” tamamen anaerkildir. İnsanların topraktan doğuşu dişi doğurganlığının gostergesi olarak “tanrıca” kavramında belirir. Buna gore toprak, doğurganlık, verimlilik ve yaratıcılığı ile dişiyi simgeler. Hind kutsal metinleri Vedalar şoyle der: “Toprağa, annene doğru surun” (Rig veda, x, 18, 10).


Keza bu mitolojilere gore ana tanrıca dişi olduğu gibi, yarattığı ilk insan da dişidir. Sumer teogonisine (tanrıların doğuşu) gore Tanrıca Nammu “gok ve yeri doğuran ana” ve “butun tanrıları yaratan kadın ata” olarak tanıtılır. Nammu “ezeli deniz” demektir. Tum canlıların yatağı olan “ezeli sular”, kadın doğurganlığı ile ozdeşleştirilerek Tanrıca Nammu şeklinde ifade edilir.


Bu yaratılış mitosunun kendi “anaerkil” duzenini de doğurduğunu goruyoruz.


Bu duzende Anayer (matrilocation) kocanın, evlendikten sonra karısının ailesinin yaşadığı yere yerleşmesine dayalı evlilik duzeni demektir. Bugun o donemlerden kalma sosyal duzen Hindcini’nin bazı bolgelerinde hala devam eder. Toprağın ve mulkun kadına ait olması, evin geciminden kadının sorumlu olması, kadınların dunurcu olarak erkek istemeye gitmesi, erkeğin suslenerek “ana evinden” cıkıp kadının evine damat gitmesi vs. (Eliade).


Fakat zamanla bitki yetiştirmeye dayalı uretim duzeninin değişmesi, toprak ve suyun doğal yaratıcılığından kaynaklanan uretim mekanizmalarının yetersiz kalması, savaşların artması, bina, tapınak, yol, ve kanal yapımlarının artmasıyla kas gucunun one cıktığını ve tarihin surekli kadınların aleyhine işlediğini ve egemenliklerini buyuk olcude kaybettiklerini goruyoruz.


***


Peki, acaba Kur’an bu konuya nasıl bakmaktadır?


Dikkatle baktığımızda manzara şudur;


Kur’an’ın, yukarıda kısaca ozetini verdiğimiz ataerkil veya anaerkil yaratılış mitoslarını onaylamadığını goruruz. Keza zamanla adalet ve eşitlik kimin aleyhine bozulmuşsa ondan yana şeriatlar (hukuk vaazı) gonderildiğini, Kur’an’ın indiği cağa gelindiğinde durum iyice kadınların aleyhine bozulduğu icin, kadın-erkek ilişkilerini duzenleyen ayetlerin tamamının kadınların lehine, onları korumaya ve haklarını iadeye yonelik olduğunu goruruz.


Bunun sebebi şu olmalıdır: Başlangıcta yaratılan erkek veya dişi “ilk insan” değil; ilk insanlık ozuydu (nefs-i vahide). Bundan cift (zevc) olarak erkek ve kadın aynı anda varoldu. Kur’an şoyle der:


“Ey insanlar! Sizi tek bir ozden (nefs-i vahide) yaratan, ondan da iki eş (zevc) yaratan, sonra ikisinden bircok erkekler ve kadınlar turetip coğaltan Rabbinizin bilincinde olun. Adını dilinizden duşurmediğiniz Allah’ın ofkesini cekmekten sakının. Aile bağlarını gozetin. Allah hepinizi goruyor.” (4/Nisa; 1)

Bu ayette gecen iki kavramı mercek altına alalım: Nefs-i vahide ve Zevc.


NEFS-İ VAHİDE: Sozlukte “tek bir nefs, tek bir oz ” demektir. Oyle anlaşılıyor ki ayet Tevrat’ta gectiği gibi, Allah’ın once tek bir erkek yaratıp onun kaburga kemiğinden kadını yarattığını değil; her ikisini birden “tek bir ozden” yarattığını anlatmaktadır (Ebu Muslim Isfahani). Yani: İlk insan (veya insanlar) turunun simgesi olarak Âdem ve Havva’nın, karşı cinsler olarak tek bir ozden “birlikte” varolması soz konusudur. Cunku Kur’an ısrarla yaratılış soz konusu olduğunda “nefsi vahide” tabirini kullanıyor. Tek bir rahimden (ozden) doğan biri erkek diğeri kız “yumurta ikizleri” bir fikir verebilir. Demek ki ilk yaratılan tek başına erkek veya kadın değil; her ikisinin de icinden cıktığı tek bir oz (nefs-i vahide) dir. Sonra bundan erkekler ve kadınlar coğalıp turuyor. (Bunun ne şekilde zuhur ettiğine dair değişik goruşler bulunuyor; tek bir Adem mi, yuzlerce Adem mi, evrimleşme mi? Buna ayrı makalede değineceğim. )


ZEVC: Sozlukte koca, karı, eş, cift, hayat arkadaşı demektir. Ayette gecen “nefs-i vahide” deyimine Adem veya erkek demenin bir manası olmadığı gibi “zevceh ibaresine de “Onun eşi (karısı)” veya “Onun eşi (kocası) demenin de bir manası yoktur. Bilakis bu “Ondan bir cift” manasındadır. Yani “Ondan (nefs-i vahideden) bir cift (zevc) yarattı.”


Zevc tabiri şu ayetlerde de “cift” anlamında kullanılmıştır:


“İki cifti (zevceyn), erkeği ve dişiyi, akıtılan bir damla sudan yaratan O’dur (53/45-46).



“Sizi tek bir ozden yaratan, ondan da eşi ile huzur bulsun diye bir cift (zevc) vareden O’dur. Oyle ki eşi ile hemhal olunca, eşi hamile kalır ve onu bir muddet taşır. Doğuma yakın ikisi birlikte “Bize sağlıklı bir cocuk verirsen cok şukredeceğiz” derler. (7/189)


“Allah sizi topraktan, sonra bir damla sudan yaratmış, sonra da sizi ciftler olarak varetmiştir” (35/11).


“Şekiz cift (ezvÂc) yarattı. İki tane koyun, iki tane keci” (6/En’am; 143). Burada coğul kipinde gelmesi 3-9 arası sayıların Arapca’daki kuralından dolayıdır. Aslında bu sekiz cift (zevc) demektir.


Demek ki “Ondan ‘zevc’ini yarattı” dan maksat, Adem’den Havva’yı, Havva’dan Adem’i veya erkekten kadını, kadından erkeği yarattı değil; “Ondan (nefsi vahideden) birbirine eş olarak bir cift yarattı demektir. Nitekim ayette cumlenin devamında erkek ve kadın tabirleri zaten ayrı ayrı kullanılıyor: “Sonra ikisinden bircok erkekler ve kadınlar turetip coğaltan…” (4/Nisa; 1).



***

Demek ki insan yaratılışının başlangıcı ne “ataerkil”, ne de “anaerkil” değildi. Tanrı ne guc ve kudret sıfatlarının (celal) tecellisi olarak once erkeği, sonra da onun kaburga kemiğinden kadını yaratmış, ne de guzellik ve letafet sıfatlarının (cemal) tecellisi olarak once kadını, sonra da ondan erkeği dollenmeden ureme (partenogenez) yoluyla doğurtmuştur.


Bilakis celal ve camal sıfatlarının her ikisi birden (aynı anda, hemdem, senkronik) bir şekilde tek bir insanlık ozunde (nefs-i vahide) tecelli etmiş ve erkek ve kadın aynı anda bu tek ozden varlık sahnesine cıkmıştır. Yani “işin kokunde” denklik vardır. Tek bir rahimden (sevgi ve merhamet yuvası) biri erkek, diğeri kız ikiz cocuğun doğması gibi.


Erkek ve kadın arasında dengesizlik ve eşitsizlik tarih sahnesine cıktıktan sonradır. Zamanla ceşitli toplamlarda iş ve uretim bicimleri veya sosyal sistemler kadının aleyhine işlemiş ve eşitsizlikler ortaya cıkmıştır. Allah da ilk doğuştaki adalet ve eşitlik durumunu sağlamak icin adaletin yolunu gosteren peygamberler gondermiş, şeriatlar (adaleti sağlamaya yonelik hukuk duzenleri) vazetmiştir. Bunlardan en sonuncusu da Kur’anla gelendir. Kur’an’ın kadın-erkek ilişkilerine yonelik hukumlerinin neden surekli kadınlardan yana olduğu buradan anlaşılabilir. Maksat ilk yaratılış anındaki denklik durumunu yeniden tesis etmek, onu bir toplumsal sistem dahilinde tezahur ettirmektir. Hak ve adalet mucadelesi bunun icin vardır.


***


Yeri gelmişken, Kur’an’da Adem’in “cennetten kovulması” diye bir şeyi de goremiyoruz. Bu, Hıristiyan teolojisi olup dunyayı bir “kovulma yeri” olarak gorur. Halbuki kovulan şeytandır; yani Adem’in veya Havva’nın (insanların) icinde dolanan kotuluk durtuleridir. İnsanoğlu (Adem) bunları icinden surekli kovmalıdır. Bir hadiste gectiği gibi şeytan, damarlarda kanın dolaştığı gibi insanın icinde dolaşır.


“Kovulma” diye yorumlanan olay Kur’an’da şu şekilde gecer:


“Allah “Birbirinize duşman olarak gidin/dağılın. İşte size bir sureye kadar barınma ve gecinme yeri olacak yeryuzu! Orada yaşayacak, orada olecek ve orada diriltileceksiniz” dedi.” (A’raf: 24-25)


Ayette gecen [ ihbitû] kelimesi “İnin” değil “Gidin, dağılın” anlamındadır (Ebu Muslim Isfehani). Yani: Yeryuzunun bağlık bahcelik bir diyarında (Kabe ve civarı o zamanlar cennet gibi yemyeşil bir yerdi) yaratıldıktan/gorundukten sonra zaman icinde “dağıldılar, başka yerlere gittiler, birbirlerinden ayrıldılar” denmek isteniyor. Bu durum emir kipinde (gidiniz, dağılınız) şeklinde ifade ediliyor. Cennetten yeryuzune kovulma yok, yeryuzunun cennet gibi yeşillik bir diyarından başka yerlerine gitme, dağılma var. “Mısır’a gidiniz” [İhbitû Mısran ] ayetinde (2/ 61) gectiği gibi.


Aksi halde Hırıstiyanlığın “aslî gunah doktrini” onaylanmış olmaktadır. Oysa ibareyi ilk insanların yaşadığı yerde coğalmalarına, cevrenin genişlemesine, ilişkilerin giriftleşmesine, cıkar kavgalarının başlamasına, haset, aldatma, kin ve duşmanlıkların koruklenmesine ve giderek cıkan mucadele ve kavgalara yormak daha isabetli gorunmektedir.


Bu durumda ayette (ilk) insanların bir arada yaşayamaz hale gelmeleri, bolunup parcalanmaları ve yeryuzunun başka diyarlarına dağılmaları, gitmeleri anlatılmış olur. Bu okumaya gore kıssada aslî gunah, cennetten kovulma, dunyaya surgun, dunyada ceza cekme, insanlığa Tanrı’nın olum yargısı vs. diye bir şey yoktur. Anlatılmak istenen; insanlığın tabiî gelişimi, ilk ortaya cıktıkları yeryuzunun o bağlık bahcelik bolgesinde birlikte yaşarken giderek ayrılığa duştukleri ve yeryuzune dağılarak ayrı ayrı toplumlar haline geldikleridir.


Nitekim sosyoloji ve antropoloji tarihi de bu yorumu desteklemektedir. İnsanların Ortadoğu denilen coğrafyadan yeryuzune dağıldığı, bu bolgenin zamanla cole donuştuğu, zorlayıcı iklim koşullarının ve hayat şartlarının giderek insanları goce zorladığı ve yeryuzunun belli başlı ırmak, gol ve deniz kenarlarına doğru gittikleri/goctukleri/dağıldıkları hepsinde de ortak temadır.


Bu anlamda Mekke’deki Kabe’nin, “insanlığın ayağa kalktığı yer” (qıyamen li’n-nÂs), insanlar icin yapılmış ilk ev (evvelu’l-beyt) veya en eski ev (beyt-i atik) olmasının ne demek olduğu anlaşılabilir. Demek ki derin hac kulturunde Kabe’nin onemi sanıldığından cok daha buyuktur. Cunku orası aynı zamanda hem Adem’in (insan turunun) , hem de Allah’ın evidir. Suların kuzeye cekilmesiyle (buzul cağından sonra) başlayan insanlığın yeryuzu seruvenini acıklar ve Allah-insan arasındaki ontolojik bağı sembolize eder.


İslam’ın buyuk tarih filozofu İbni Haldun bu durumu şoyle acıklar: “Bil ki, alemin ahvalini inceleyen hukemanın (coğrafyacı filozofların) kitaplarından acıkca anlaşılmaktadır ki, arz kure şeklindedir. Her tarafı su unsuru ile kuşatılmıştır. Su uzerinde yuzen bir uzum tanesi gibidir. Sonra arzın bazı yerlerinden sular cekilmiştir. Zira Allah orada hayvanları ve canlıları oluşturmayı (tekvin) ve diğer şeylere karşı hilafete haiz (Bakara, 30) insan turu ile oranın umranını irade etmiştir...” (Mukaddime).


***

Demek ki, insan turu, kadın-erkek tek bir ozden (nefs-i vahide) birlikte yaratılmış/varlık sahnesine cıkmıştır. İşte bu varlık sahnesine cıkış, uzerine bastığımız yeryuzunun “bir yerinde” gercekleşmiş, dunyadan ayrı cennet diye bir yerden buraya kovulmamış/duşmemişlerdir.

Cennet kıyamet koptuktan sonra, ahirette olacaktır.


Şu halde insanlığın ırk ve cinsiyet olarak kokleri birdir. Kur’an işte buna “nefsi-vahide” diyor.


Bu durumda Arab’ın Aceme, kadının erkeğe veya erkeğin kadına ustunluğu yoktur. İnsanlığın birliği ve eşitliği esastır. Farklı yapı ve karakterde olmaları insanlık bakımından da ustun olacakları anlamına gelmez. Allah katında ve insanlık ilişkilerinde eşittirler. Cunku varlık sahnesine birlikte cıkmışlardır. Birlikte yaşayacak, birlikte gulecek, birlikte ağlayacak ve birlikte gucluklere goğus gereceklerdir. Sonunda Allah’ın huzurunda, varlık sahnesine cıktıkları gibi birlikte hesap vereceklerdir. Ustunluk ancak Allah bilinci ile yaşama (takva) iledir.


Keza bu dunyada cektikleri acı surgun cezası değil; oluş ve varoluş sancısıdır. Cunku butun doğuş ve oluşlar sancılıdır. Tohum topraktan, civciv yumurtadan, bebek rahimden yarılıp sokulerek doğar. Bunun icin de doğuş ve oluş sancısı ceker. Kadının ay hali bu nedenle bir pislik, hastalık veya uğursuzluk değil; doğuş ve oluş sancısı (eza) dır. Allah’ın yaratma eylemine rahimlik etme hazırlığıdır: “De ki: “Yarılıp ortaya cıkanın Rabbi’ne (Rabbu’l-Felaq) sığınırım.” (Felaq; 113/1).


Şu halde kimi ırkların ve milletlerin kendini ana insanlık yolundan, kimi erkeklerin veya kadınların da kendilerini ana insanlık ozunden ayırmaya kalkmasının manası yoktur. Bir tek kokten geldiğimizi gormuyor muyuz? İnsanlığın birliği (tevhid) ve eşitliği (adalet) fikrini bundan daha guzel hangi kitap anlatabilir?


Bunları eski cağarlardan masal olsun diye anlatmıyoruz.


Gunumuzu, cağımızı, doğrudan doğruya kendimizi anlatıyoruz.


Cunku her doğan cocuk Ademdir.


Her doğan cocukla birlikte Adem kıssası yeniden başlar…

İhsan ELİACIK


Not : Alıntıdır. Orjinalini BURADAN okuyabilirsiniz.
__________________