Arkadaşlar 29.07.2005 tarihli Zaman Gazetesinde cıkan harika bir yazı. Biraz uzun ama harika bir yazı.Mutlaka okumanızı tavsiye ederim.

Kim demiş İslam buyuk bir medeniyet değil diye...

PROF. DR. FUAT SEZGİN
GOETHE UNİVERSİTESİ ARAP-İSLAM TARİHİ ENSTİTUSU DİREKTORU

1943 yılında İstanbul Universitesi’nde şarkiyat tahsiline başladığımda, dunyanın, gecmişte ve bugun icin en buyuk şarkiyatcısı olarak tanınan Hellmut Ritter’in oğrencisi olmak şans ve nimetine kavuştum. O bana, fazla tembel bir oğrenci olmadığıma inanınca, doğal bilimlerle, ozellikle matematik ile ilgilenmemi, modern matematiğin temelinde İslÂm bilginlerinin kitaplarının bulunduğunu soyledi, misal olarak el-HÂrezmî, İbnu Yûnis, İbnu’l-Heytem ve el-Bîrûnî’nin adını andı.

Onların Batı dunyasında tanınan en buyuk bilginler seviyesinde olduğunu soyledi. O gun eve gittim, cok zor, uykusuz bir gece gecirdim. Bir taraftan genc hafızamda eve goturduğum dort isimden başka cok şey bilmek aşkı, obur taraftan, ilkokula başladığım ilk haftalarda suslu puslu hanım oğretmenimden duyduğum soz: “İslÂm bilginlerinin, dunyanın bir okuzun boynuzu uzerine oturduğuna inandıkları”. Sabahın olmasını, hocama cok cok şeyler sorma saadetine kavuşma anını sabırsızlıkla bekledim.

Batı; İslÂm medeniyetinin devamı...

O gunden bugune kadar tam 61 yıl gecti. Bazı kucuk sarsıntılar bir tarafa, bu gecen zaman zarfında sadece bir gerceği oğrenmenin peşinde koştum: İslÂm kultur dunyasının bilimler tarihindeki yeri nedir? Daha genc kuşakların Turkiye okullarında bizim kuşaklarımızdan Muslumanların bilimler tarihindeki yeri ile ilgili, ne kadar farklı olumlu veya olumsuz şeyler oğrendiklerini bilemiyorum. Ama bu hususta gozden kacmayan bir gercek var ki, o da genellikle Muslumanlar, bu arada Turkler İslÂm kultur dunyasının bilimler tarihindeki yerini ya cok az biliyorlar, ya hic bilmiyorlar veya elan bu kultur dunyasına karşı cok yanlış goruşler taşıyorlar. Batı dunyasının bugunku ustun durumu bircok Musluman’da ozellikle Turklerde adeta bir aşağılık duygusu uyandırıyor. Ortada gozden kacmayacak bir gercek var ki, o da bircok Turk aydını, Batı dunyasına ulaşabilmenin caresini Turk topluluğunu dinden kurtarmakta buluyor.

Ben altmış yıllık calışmam sırasında her gun biraz daha fazla İslÂm uygarlığını tanımanın ve tanıtmanın Batı dunyasına ulaşma davası bakımından en sağlam, daha doğrusu tek yol olduğuna inandım. Bugunku bilgime gore, -ki bunu gerceğe oranla cok yoksul buluyorum- genc Batı uygarlığını İslÂm uygarlığının değişik, coğrafî ve iktisadî şartlar altında gercekleşen devamı olarak goruyorum. Bu anlamda İslÂm bilimleri Yunan bilimlerinin bir devamı olarak gelişti. Diğer taraftan Yunan bilimlerinin temellerinin eski Mısır ve Babilonya bilimlerine dayandığını, bilimler tarihi yavaş yavaş ortaya koyuyor. Benim icin bilimler tarihi bir butundur. Bilim tarihcisinin odevi bu butunu meydana getiren parcaları gerceğe uygun bir şekilde, hislerden, onyargılardan uzak, tam bir objektivite ile değerlendirmek ve tanıtmaktır.

Bugunku Batı bilimlerinin İslÂm bilimlerinin bir devamı olduğu hususundaki goruşumu bircok Alman meslektaşlarıma, enstitumuzun muzesini ziyarete gelen misafirlerin bir kısmına ilettiğimde onlar bunu hemen hemen yadırgamadılar, sadece bana şu soruyu sordular: İslÂm dunyasındaki bilimlerin boyle bir yuksek duzeye ulaşmış olması ile bağdaşamayacak bugunku geriliği nasıl aydınlatırsınız? Şuphesiz bu soru sizin de kafanızı meşgul ediyor. Buna sozlerimin sonunda kısaca dokunacağım.

Size sunmak istediğim basit tablonun seyrek cizgileri şunlar: Muslumanlar tarih sahnesine cıkışlarının ilk 20 yılı icinde once Romalıların, daha sonra Bizanslıların elinde bulunan Suriye ve Mısır’daki kultur merkezlerini ele gecirdiler. Bununla Muslumanlara Yunan bilimlerinin ilk kapıları acılmış oldu. Takip eden ucuncu on yılda onların gemilere sahip olması, Kıbrıs’ı, Rodos’u işgal edip Sicilya sahillerine dayanmaları tarihin şaşırtıcı hadiseleri arasında bulunuyor. Bu her şeyden once onların yeni vatandaşlarına -ister yeni dini kabul etmiş, ister etmemiş olsunlar- cok iyi muamele etmiş, hurmet ve tolerans gostermiş olmalarının urunuydu. Muslumanların azınlık din mensuplarına karşı tanıdıkları tam hurriyet, kurdukları medeniyetin yapıcı prensiplerinden biri idi. Bizler Osmanlıların bu paha bicilmez prensibi iyi değerlendirmiş olmaları ile oğunebiliriz. Bu prensibin yuksek değeri ancak obur kultur dunyalarıyla karşılaştırıldığında daha iyi anlaşılabilir. İslÂm’ın ilk yuzyılında Yunancadan, Suryaniceden, Farscadan ilk tercumeler yapıldı. Bunu yapanlar eski kultur merkezlerinin mensupları idi, destek ve arzu Emevî halifelerinden geliyordu. Muslumanlar dunyanın yuvarlak olduğu fikrini Yunanlılardan ve İranlılardan kuşkusuz kabullendiler. Daha ilk yuzyılda okuyup yazma ilgisi bir yaygın hastalık gibi butun İslÂm dunyasını etkiledi. Ben şahsen, aynı yuzyılın sonuna doğru gelişen okuyup yazanların sayısının o cağın hicbir yeriyle olcu kabul etmez bir duzeye ulaştığına inanıyorum.

İslÂm’ın 15. yıllarında Abbasî halifesi bazı Hint astronomlarını Bağdat’a davet etti. Onların beraberlerinde getirdikleri SiddhÂnta, ki Sanskritcenin cok hacimli, en cok gelişmiş astronomi ve matematik kitabı idi, Arapcaya tercume edildi. Bu işi başaranlar eski İran ekolunun Musluman mensupları idi. Bununla genc kultur dunyasında ilmî astronomi başlamış bulunuyordu. Yunanlıların tanımadığı sıfır sayısı ve Hintliler arasında gelişen trigonometrik elemanlar İslÂm dunyasına girdi. Onlar sinus manasına gelen jîva terimini ğîb diye Arapcalaştırdılar. Bu sonradan yanlış olarak Latinceye cep manasına sinus diye tercume edildi. İlerleme buyuk bir hızla gelişiyordu. İkinci yuzyılın sonuna kadar Batlamyos’un zor ve hacimli Elmajest adlı astronomi kitabı, Oklid’in geometrisi ve daha pek cok kitap Arapcaya tercume edilmiş bulunuyordu, hatta şerh ve tenkit işine başlanmıştı. Kısacası ikinci yuzyılın ucuncu yuzyıla donumu ilmin bircok alanında alma ve benimseme (resepsyon ve asimilasyon) cağı yaratıcılık safhasının eşiğine dayanmıştı. Abbasî devlet adamlarının, Hint dinlerini araştırmak maksadıyla ikinci yuzyılın sonlarına doğru Hindistan’a araştırıcı gonderdiğini duşunursek, ilmî hareketin ne buyuk bir suratle geliştiğini kolayca anlamış oluruz. Daha ikinci yuzyıl yani milÂdın 8. yuzyılının sonuna doğru Yunanlılardan alınan atomizmin buyuk gelişmeler kazandığını soylemek isterim. Bunun İslÂm dunyasındaki gelişmesinin, Avrupa’da 20. yuzyılın ilk yarısındaki duzeyde olduğunu şarkiyatcılardan biri ileri suruyor.

Bilimin temelini Muslumanlar attı

Aynı yuzyıl, tum bilimler tarihinin en buyuk şahsiyetlerinden birinin ortaya cıkışına şahit oldu. Bu CÂbir ibnu HeyyÂn idi. O, Yunanlılarla daha sonraları doğu Akdeniz cevresi kultur merkezlerindeki gelişmeleri değerlendirerek kimyayı kantitatif ve kalitatif prensiplere dayanan bir bilim olarak kurdu. Bu bilimi -İslÂm dunyasındaki bazı kucuk katkılar bir tarafa- daha yeni bir duzeye kavuşmak icin 900 ila 1000 yıl bekledi. Kimya ile başlayan bu buyuk bilgin zamanla hemen hemen butun doğal bilimlerle uğraştı. CÂbir buyuk bir doğa bilgini olarak gelişti. O, Allah’ın insana verdiği kabiliyetin adeta sınırsız olduğuna inanıyordu. İnsanın kÂinatın en son sır perdelerini yırtmaya muktedir olduğuna, canlı ve cansız varlıklar yaratabileceğine inanıyor, hic olmazsa teorik olarak bunun mumkun bulunduğunu savunuyordu. Her şeyden onemli olanı bu problemin milÂdın 8. yuzyılında İslÂm dunyasında korkusuzca yazılabilmesiydi. O aynı zamanda 700 hayvansal ve diğer doğal sesleri kapsayan bir sistem kurmaya calıştı. Fizik onda, doğada saklı olanı acığa cıkarma kanunu diye ifadesini buluyor, doğadaki her zerrenin, zerrelerin birbirlerine olan etkisinin, hatta butun insanî duyguların matematikman olculebileceğine inanıyordu. Bunu “Um al-mîzÂn (olcu ilmi)” diye adlandırıyordu. CÂbir’in yaşadığı yuzyılda, butun doğal bilimler bir tarafa, filoloji inanılmaz bir duzeye ulaşmıştı. Sîbaveyh’in o cağda yazılmış cok hacimli sistematik gramer kitabının benzerine hangi kultur dunyasında rastlanacağını bilemiyorum.

9. yuzyılın başlarında Halife el-Me’mûn, Bağdat’ta Beytu’l-Hikmet adıyla bir akademi kurdu. Bu bilgin halifenin başkanlığında bir araya gelen Musluman, Hıristiyan, Yahudî ve Sabiî dinine mensup bilginler yeni tercumeler yapıyor, eski tercumeleri duzeltiyor ve ilmin ceşitli alanlarında araştırmalar yapıyorlardı. Halife el-Me’mûn astronomide sağlam neticeler almak gayesiyle biri Bağdat’ta diğeri de Şam’da iki rasathane kurdurdu. Bunlar bilimler tarihinin tanıdığı ilk gozlemevleri idi. Calışmalar cok zaman halifenin katılması ile oluyordu. Aynı halife astronom ve matematikcilerinden Ekvator’un uzunluğunu olcmelerini istedi. Onlar bu işi hayranlıkla karşılanacak yuksek ilmî metotlarla sonuclandırdılar. Onların ulaştığı değer bugun bildiğimiz uzunluktan ibarettir. Yaklaşık kırk bin kilometre.

Halife el-Me’mûn, 70 kadar bilgini bir dunya haritası yapmak ve bir coğrafya kitabı yazmakla odevlendirdi. Tabiatıyla onlar her şeyden once bilinen Marinos’un haritası ve Batlamyos’un coğrafyasına dayanmak zorunda idiler. Tabiatı ile bir kuşak boyunca başarabilecekleri doğrultmanın ve yeniliklerin bir sınırı vardı. Onların bundan 20 yıl once Topkapı Sarayı’nda bulduğum dunya haritası coğrafya tarihi uzerindeki duşunceleri buyuk capta doğrultmaya zorluyor. Onu sadece Batlamyos’un adını taşıyan harita ile karşılaştırmak yeter. Mesel el-Me’mun haritasında Atlas ve Hint okyanusları Batlamyos’taki icdeniz halinden kurtulmuş, karaları kuşatan gercek şekli bulmuşlardı.

19. yuzyılda cozulebilen gercekler...

Halife el-Me’mûn zamanında uc cebir kitabı yazıldı. Bunlar Babilonya, Yunan ve Hintliler tarafından bilinen birinci ve ikinci dereceden denklemleri ilk defa ayrı bir bilim dalı olarak ortaya koyuyorlardı. Cebir alanında kaydedilen gelişmeleri birkac cumle ile ozetlemek istiyorum: İlk uc cebir kitabının ortaya cıkışından 50 yıl kadar sonra el-MÂhÂnî adındaki bilgin bir geometrik problemi ucuncu dereceden bir denkleme cevirdi, ama denklemi cozemedi. Ucuncu dereceden bir denklemin ilk cozumunu milÂdın 950 yıllarında Ebû Ca’fer el-HÂzin adlı matematikci ve astronom parabol konstruksyonu kullanmak suretiyle başardı. 11. yuzyılın ilk yarısında İbnu’l-Heytem bir optik problemini dorduncu dereceden bir denklemle cozdu. Kucuk bir yanlışlıkla Latinceye cevrilen problem, Prohlema Alhazeni adı altında 13. yuzyıldan itibaren Avrupalı bilginleri altı yuzyıl kadar uğraştırdı. İbnu’l-Heytem’in cozumu ancak 19. yuzyılda kavranabildi.

11. yuzyılın sonlarına doğru Omer HayyÂm, cozum yolları coğalan ucuncu dereceden denklemleri bir sisteme bağlayan ilk kitabı yazdı. HayyÂm’ın kitabının Avrupa’ya ulaşmadığı sanılıyor, ama onunkine benzeyen denklem konstruksyon ve cozumleri 17. yuzyılda Rene Descartes, Frans van Sehooten ve Edmund Halley’in kitaplarında karşımıza cıkıyor. Bu benzerlik sorununu gecen yuzyılın ilk yarısında ele alan matematik tarihcisi Johannes Tropfke, adı gecen Avrupalı bilginlerin ‘Omer HayyÂm’ın sonuclarına kendi gayretleri ile ulaştıklarına inanıyor, oncellerinin kitabının Avrupa’da tanınmadığından aynı denklem ve cozumlerinin daha once bilinmediğine hayıflanıyordu. O bir bakıma haklı, ama aynı sonucların İslÂm dunyasından Avrupa’ya başka vasıtalarla ulaşıp ulaşmadığı sorunu bugun icin acık bulunuyor.

15. yuzyılın ilk yarısında GiyÂtuddîn el-KÂşî dorduncu dereceden denklemlerin 70 tipini tanıyordu. Modern matematikle bu sayı 65’e indiriliyor. Bu denklem konusundan sonra milÂdın 9. yuzyılına donuyorum. Astronomide 9. yuzyılda Dunya’nın Guneş etrafında donduğunu veya aksini ileri suren goruşlere rastlıyoruz. 19. yuzyılda Dunya’nın kendi etrafında donduğu goruşunu savunanlar coğaldı. 11. yuzyılda bu goruş bazı sebeplerle bırakıldı.

9. yuzyılda rasat netice ve olculerinde cok buyuk başarılar elde edildi. Mesel Guneş’le Dunya’nın yıllık en uzak mesafe noktasının sabit olmayıp değiştiğini fark ettiler. 11. yuzyılda yorungedeki ilerlemenin yıllık 12,09 saniye olduğunu sapladılar. Gunumuzde bu değer 11,46 saniye olarak biliniyor. Bu, cok yuksek bir gozlem tekniği, arac ve matematiği gerektiren sonuc 17. yuzyılda Johann Kepler’e ulaşmıştı. O, bunun nasıl başarıldığını bilmek icin bazı cağdaşları ile yazışıyordu. Kısaca soyleyeyim, el-Bîrûnî bu hususta yılın dort bolumunde yapılan gozlemlerin sonuclarını infinitezimal matematikle değerlendirmişti.

Astronomi alanından bir misal daha: 10. yuzyılın ilk yarısında yerkuresi ekseninin eğiminde bir değişikliğin olabileceğini duşunmeye başladılar. Bunu saptayabilmek icin aynı yuzyılın ikinci yarısında eski Tahran’da ozel bir rasathane kuruldu. Varılan sonuc şu: Dunyanın ekseni surekli olarak azalıyor. Gok mekaniği 19. yuzyılda aynı sonucu doğruladı. İnfinitezimal matematiğe 9. yuzyılın ikinci yarısında yoneldiler. Arşimed’in bu konudaki gayreti onlara ulaşmamıştı. Ayrı yoldan giderek yuzyıllar boyu gercekleşen bir gelişmenin en yuksek noktasını 15. yuzyılda GiyÂtuddîn el-KÂşî’de buluyoruz. O geometrik olan ve olmayan cisimlerin hacmini (oylumunu) ve yuzlerini olcebiliyordu.
__________________