Vahdet-i Vucut (Vucudun Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), FenafillÂh
Maddeye, varlık Âlemine bakış acısı cok onemlidir. Dunya goruşumuzu, dinimizi, itikadımızı maddeye, varlık Âlemine bakış acımız tayin etmektedir. Başka bir soyleyişle din ve itikadımız, dunya goruşumuz maddeye ve varlık Âlemine bakış acımızı şekillendirmektedir. İslam’ın dunya goruşu tevhit temeline dayanır. La-ilahe illallah (Allah’tan başka ilah yoktur) İslam dininin temelini teşkil eder. Bu soz, ceşitli derecelerdeki tevhit makamlarını da karşılar. Bu sozle İslam dinine girilir, bu sozle iman tazelenir, bu sozle manevi makamlar kat edilir. Bu soz son nefeste nasip olduğunda Allahın (c.c.) izni ile cennet kapıları o kimseye acılır. Onda pek cok anlam katmanı vardır. İlk anlamı Allah dışındaki tum ilahları yok saymaktır. Her insanın Allah’ın kanunları karşısında eşit olması başka bir anlam katmanıdır. En ustteki anlam katmanında ise Allah dışındaki butun varlıkların aslında yok oldukları, Allah karşısında hicbir varlığın bulunmadığı ifade edilir. Bu katışıksız tevhittir. Bu ust anlam İslam’ın tasavvuf ve tarikat oğretisine hitap etmektedir. Konumuzu teşkil eden vahdet-i vucudu da tanımlamakta ve acıklamaktadır. Vahdet-i vucut oz olarak Allah dışında her şeyi yok bilmektir. Bu aynı zamanda tevhidin de en yuksek basamağıdır.
Tasavvuf ve tarikat, ince ve dar bir yoldur. Herkese hitap etmez. Ayrıca ayakların kaydığı bir alandır. Kavramların bazen yanlış tanımlandığı, şeytanların ve nefsin itikadı bozmak icin kol gezdiği bir sahadır. Bu yolda esaslı murşitlere ihtiyac duyulduğu gibi yol gosterici kitaplara da buyuk gereksinim vardır. Bu acıdan hicri ikinci bin yılın muceddidi İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) eserleri ile hususiyle Mektubatı ile bu alanda buyuk bir boşluğu doldurmuştur. Onun rehberliği olmadan bir insanın tasavvuf ve tarikat yolunda ayağı kaymadan, şeytanların ve nefsin oyuncağı olmadan ilerlemesi mumkun değildir. Hele bu asırda imkÂnsız gibidir. Onun icin yuzyıllardır İslam Âlimleri, arifler Mektubatı Kuran-ı Kerim ve Hadis-i şerif kitaplarından sonra ucuncu kitap olarak gormuşler, itibar etmişlerdir. Uc cilt olarak Turkce’ye değişik yayınevleri tarafından tercume edilen Mektubatı bu gunlerde ucuncu kez baştan sona okumak ile şereflendim. (Tabii arada sırada bazı sayfalarına goz atmalar, bazı mektupları okumalar bunun haricindedir.) Bu yazı bu okumaların mahsulu olarak yazılmak icin adeta beni zorladı. Ama suyu kaynağından icmek tabii daha faydalıdır. Bir de tabii İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s.) buyukluğunu idrak etmek ve boyle bir zatın eserinin kıymeti karşısında Allah’a (c.c.) şukretmek istedim. Allah ondan razı olsun. Âmin. Kim nefsin ve şeytanların kışkırtmalarıyla ayaklarının kaymasından korkuyorsa, tasavvuf ve tarikat yolunun aslını oğrenmek, ayrıca bu yolda Allah rızasına ermek istiyorsa mutlaka İmam-ı Rabbani Hazretlerinin (k.s.) Mektubatını yanından ayırmamalı, sık sık okumalı, onu bir el kitabı gibi daima mutalaa etmelidir.
Konunun karmaşıklığı, soyutluğu nedeniyle soru-cevap şeklinde bir yontem uygun gorulmuştur.
Vahdet-i vucut kısaca nedir?
Bazı sofiler tasavvuf ve tarikat yoluna girince zikir, rabıta ve murakabelerin feyzi ve nuru ile bir sekr (ilahi sarhoşluk ve muhabbet) hali yaşarlar. Bunun sonucu olarak varlık Âlemi ile Allah’ı bir gorurler. Daha doğrusu Allah’ı varlık Âlemine sızmış, hulul etmiş (icine girmiş) olarak duşunurler. Onların nazarında kÂfir ve Musluman ayrımı da kalkar. Buna vahdet-i vucut denir. Yani vahdet-i vucut bir haldir. Duşunce değildir. Cunku bunun duşuncesi apacık olarak İslam’a aykırıdır. Zındıklıktır. Felsefede bu sapkın duşunceye panteizm derler.
İslam’a gore Allah (c.c.) ile varlık Âlemi arasındaki ilişki nasıldır?
İslam’a gore, Allah ile varlık Âlemi arasında zati bir ilişki yoktur. Yani Allah ne zati (vucut, kıdem, beka, vahdaniyet, kıyam bi-nefsihi, muhalefetun havadis) ne de subuti sıfatları ile (hayat, ilim, irade, semi, basar, kelam, kudret, tekvin) varlık Âlemi ile karışmamıştır. Allah (c.c.) ile varlık Âlemi arasındaki ilişki ilmidir. Yani Allah ilim sıfatı ile varlık Âlemini tasarlayıp yoktan yaratmıştır. Ama varlık Âleminde Allah’ın ilim sıfatı tamamıyla tecelli etmemiştir.
Allah (c.c.) varlık Âleminde zatıyla tecelli etmemiştir. Allah (c.c.), varlık Âlemini sonsuz ilmi ile yoktan yaratmıştır. Varlık Âlemi ezeli olmadığı gibi ebedi de değildir. Hadis-i şerife gore hicbir şey yok iken yalnızca Allah (c.c.) vardı. Allah ezeli ve sonsuz ilmi ile varlık Âlemini yoktan var kıldı. Varlık Âlemi Allah’ın ‘Ol!’ emri ile maddesiz olarak sonradan meydana geldi. Meydana gelirken de Allah’tan herhangi bir parca, unsur varlık Âlemine karışmadı. Allah (c.c.) varlık Âlemine ne dÂhil oldu ne de ondan haric kaldı. Cunku yuce Allah varlıkların sınırlı bulunduğu şeylerden, hususiyle mekÂn ve zaman kayıtlarından uzaktır.
İslam’a uygun olan tasavvuf duşuncesine gore Allah (c.c.) ile varlık Âlemi arasındaki ilişki nasıldır?
Allah (c.c.) yokluk aynaları olan ayan-ı sabitelerde bazı guzel isimlerinin golgeleri ile tecelli etti ve boylece varlık Âlemi meydana geldi. Ayan-ı sabiteler eşyanın vucuda gelmeden once Allah’ın ilminde olan suretleridir. Bu tecelli sırasında kendisinden herhangi bir şey varlık Âlemine gecmemiştir. Bu tecelli olayı tıpkı golge veya aynadaki suretler gibi gercekleşmiştir. Nasıl golgede ve aynada asıl varlığa ait bir parca soz konusu değilse ve bunlar arasındaki ilişki birbirine birleşmeksizin, katışmaksızın meydana gelmişse ayan-ı sabitelerde de durum boyledir. Allah (c.c.) yokluktan yarattığı ayan-ı sabitelerde guzel isimlerinin golgelerini sadece ilmi boyutu ile buralarda tecelli ettirdi. Ayan-ı sabitelerden de bu varlık Âlemi meydana gelmiştir. Bu bakımdan ayan-ı sabiteler varlık Âleminin prototipleridir, asıllarıdır.
İslam’a uygun tasavvuf duşuncesine gore, varlık Âlemi aslında yoktur. Bir golgedir. Var olan yalnızca Allah’tır. Varlık Âleminin duyu organlarına hitap eden varlığı hayal mesabesindedir. Varlık Âlemini tamamen inkÂr etmek de doğru değildir. Cunku varlık Âlemi duyu organlarınca algılanmaktadır. Onun icin vardırlar. Ama var oluşlarının derecesi farklıdır. Cunku gercek olarak var olan sadece Allah Celle Celaluhudur. Varlık Âlemi hayal, golge seviyelerine benzer turde vardırlar. Aslı yokluk olduğu ve Allah’ın guzel isimlerinin golgelerine ayna tuttukları icin varlık Âlemini hayal ve golge seviyesine benzettik.
Eşya ve varlık Âlemini ezeli ve ebedi kılmak, Allah (c.c.) gibi ona gercek bir varlık gorunumu vermek de doğru değildir. Onun icin varlık Âleminin aslının yokluk olduğunu, golge veya hayal mesabesinde olduğunu ifade ettik. Varlık Âlemi Allah’ın guzel isimlerinin golgelerine ayna oldukları icin var olarak gozukmektedirler. Allah kıyamet gunu butun varlık Âlemini yok edecektir. Maddenin en kucuk yapı taşları olan atomlar elementlerine ayrılacaktır. ‘Ol!’ emri nasıl bir enerji dalgası meydana getirip varlık Âlemini oluşturmuşsa kıyamet gunu ‘Yok ol!’ emrinin tecelli ettiği İsrafil’in suru da butun varlık Âlemini enerji dalgası haline getirip ortadan kaldıracaktır. Allah (c.c.) daha sonra bizleri hesaba cekmek icin yeni bir yaratılışı ve tekrar dirilişi gercekleştirecektir.
İslam’a uygun olmayan tasavvuf duşuncesi vahdet-i vucut anlayışına nasıl bakar?
İslam’a uygun olmayan tasavvuf duşuncesinde vahdet-i vucut anlayışında varlık Âlemi ile Allah bir, aynı gorulur. Aslında buna modern cağın felsefesinde panteizm dendiğini yukarıda vurguladık. Bu duşuncede olan birisi, varlık Âleminin Allah’tan bir parca olduğunu duşunur. Allah’ın zati veya subuti sıfatları ile varlık Âleminde tecelli ettiğini varsayar. Her şeyden ote maddeye ezeli ve ebedi yakıştırması verdiği icin duşuncesi din dışıdır. Bu anlayışı nedeniyle Allah’ın yoktan var edicilik sıfatını da inkÂr eder. Maddeye ebedilik vasfı verdiği icin kıyamet gununu de onaylamamış olur. Bu duşuncede olan birisinin İslamiyet’le yakından ve uzaktan bir ilişkisi yoktur.
Vahdet-i vucut duşuncesi kim tarafından ortaya atıldı, ona İslami bir anlam ve sistem kazandıran kimdir?
Vahdet-i vucut bir hal olarak ortaya cıkmış, bu hali yaşayan kimi sofilerin ağzından cıkan sozlerle gundeme gelmiştir. Onu tasavvuf literaturunde ilk defa kullanan Muhyiddin İbn-i Arabi (13.y.y.) olmuştur. İmam-ı Rabbani (17.y.y.) ise, vahdet-i vucut halini bizzat yaşamış ve bu halin aslında seyr u sulukta uruc sırasında (ruhun Allah’a yukselişinde) yaşanan gecici bir aşama olduğunu bulgulamıştır. Ayrıca ruh seyr u sulukta tekrar varlık Âlemine donduğunde, yani nuzul sırasında, başka bir ifadeyle veli olgunlaştığında bu sekr halini yitirmekte olduğunu ifade etmiştir.
İslam tasavvufunda “vahdet-i vucut” kuramı pek cok yanlış anlamalara konu, itikadi istismarlara da neden olduğu icin ikinci bin yılın muceddidi olan İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) bunu “vahdet-i şuhud” kuramıyla karşılamış ve İslam dinine ve tasavvufun ruhuna uygun olarak yeniden tanımlamıştır: O’na gore Allah’ın (c.c.) zatı ile varlık Âlemi arasında hicbir bağ yoktur. Varlık Âlemi O değildir, O’ndan gelmiştir. Allah (c.c.) ne maddedir, ne de madde cinsinden tasvir edilecek bir şekle sahiptir. Allah (c.c.) akla gelen her şeyden başkadır. O’nun zatını duşunmek, O’na varlıklarda olduğu gibi zati nicelik ve nitelik yakıştırmak doğru değildir. Varlık Âlemi O’nun guzel isimlerini golgelerini tanıtmak icin yaratılmıştır. Yoktan yaratıldığı icin Allah (c.c.) karşısında da bir varlığa sahip değildir.
Vahdet-i vucut goruşunu savunanlar, duşuncelerinin ozeti olan “Her şey O’dur.”, “Ene’l-Hakk (Ben Hakk’ım) sozleri ile farkına varmadan bir itikadi yanlışlığa ve istismara kapı acmışlardır. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) bu sozlerin sahibi olan Şeyh Muhyiddin İbni Arabi’nin (k.s.), Hallac-ı Mansur’un (k.s) ve onları bu tur sozlerle takip edenlerin iyi niyetlerini dile getirmekte ve bu buyuklerin veliliklerini de tasdik etmektedir. Ama bu ve benzeri sozlerin tasavvufi bir halle ve manevi bir sarhoşluk ve muhabbet eseri olarak ağızlarından cıktığını da belirtmektedir. Uzerlerinde boyle manevi bir hal ve sarhoşluk bulunmayanların bu sozleri tasavvuf buyuklerini taklit etmek amacıyla gorunen anlamlarını kastederek soylemeleri kufre duşmelerine yol acabilir.
Ona gore Allah’ın (c.c.) guzel isimlerinin golgesi varlık Âlemine, daha doğrusu yokluğa yansımıştır. Bu sırada nasıl aynadaki goruntu varlığı ne kapsamış ne de icine almışsa yani ayna ayna, varlık da varlık olarak kalmışsa yuce Allah (c.c.) da guzel isimlerinin golgesi ile yoklukta tecelli edince O ne varlığa dahil olmuş ne de varlık O’nu kuşatmıştır. Allah (c.c.) ne varlık Âleminin icindedir ne de dışındadır. O’na herhangi bir mekÂn tahsis edilemez. O yuce ve aşkındır. Kendi’si Kuran-ı Kerim’de yuce Arş’ına değer vermek icin oraya istiva ettiğini belirtmiştir. Yine bir hadis-i şerifte yere goğe sığmayan yuce Allah’ın (c.c.) mumin kulun kalbine sığdığından soz edilse de bu ancak yuce Arş icin olduğu gibi bir zuhurdan (ortaya cıkma) ve itibardan (değer verme) ibarettir. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) “Her şey O’dur.” sozu yerine “Her şey O’ndandır.” sozunun tercih edilmesinin soz konusu yanlış anlamanın onune gececeğini belirtmiştir. Yine İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.), Hallac-ı Mansur’un (k.s), (ve Seyyid Nesimi’nin) “Ene’l-Hakk (Ben Hakk’ım) sozu ile benliğini Hakk’ta fani (yok) eden kulun icerisinde bulunduğu manevi hal ve sarhoşlukla bu yoklukta Allah’ın (c.c.) el-Hakk guzel isminin tecelli ettiğinin vurgulandığını soylemektedir. Yani ilgili sozle ulaştıkları manevi makam icabı benliklerini Allah’ta fani kılınca geriye Hak’tan başka bir şey kalmadığını vurgulamışlardır. Bu soz bir duşuncenin mahsulu olarak değil de ilahi bir sarhoşluğun ve muhabbetin hali olarak ağızlarından cıktığı icin de ayrıca onlar bundan mesul değillerdir. Kaldı ki ilgili sofiler bu sozleri ile ‘Ben Allah’ım’ diye iddiada bulunmamaktadırlar. Sadece Allah’ın El-Hakk guzel isminin uzerlerinde tecelli ettiğini soylemektedirler. Bu tecelli her birimizde de soz konusudur. Var (hak) olduğumuzu iddia ediyorsak demek ki bizler de bu tecelliden uzak değiliz. Bu yuzden bu sofilerin ilgili sozlerinden oturu oldurulmelerini gercekten anlamak zordur.
Vahdet-i vucut ile vahdet-i şuhut aynı kavramı farklı yontemlerle anlatıyor. Bunu birer ornekle somutlaştırır mısınız?
Evet, gerek vahdet-i vucut gerekse vahdet-i şuhut tasavvufta aynı halleri karşılıyor. Her ikisi de Allah dışında hicbir varlığın gercekte var olmadığı halini ifade etmektedir. Ama vahdet-i vucut bu konuyu kotuye kullananlara kapı acmaktadır. Vahdet-i şuhutta ise boyle bir tehlike yoktur. Her iki kavramın sahiplerinin verdiği ornekler de bunu gosterir ve kanıtlar. Vahdet-i vucut goruşunu savunanlar denizle uzerindeki dalga orneğini cok kullanırlar. Deniz, Allahın varlık Âleminde tecelli eden guzel isimleridir. Yani onlara gore -hÂşÃ‚- Allah’tır. Dalga ise varlık Âlemidir. Varlık Âlemi ile deniz aslında aynıdır. Dalga bazen gorunur, bazen kaybolur. Ama altındaki suyla karışmak dışında bir şey olmaz. Varlık Âlemi ile Allah denizle dalga misali birbirine karışmıştır. Aynı şeylerdir. İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) ise vahdet-i şuhut kavramının anlaşılması icin şu misali verir: Guneşli bir gunde yıldızları goremeyen bir kimse yıldızların varlığını inkÂr edemez. Yıldızlar vardır fakat gorunmemektedirler. Cunku guneşin guclu ışıkları onların gorunmelerine mani olmaktadır. Ama akşam olunca, guneş kaybolunca yıldızlar acığa cıkmaktadır. Bunun gibi varlık Âlemi yokluktan yaratılmıştır. Var gibi gorunmektedirler. Ama aslında yokturlar. Varlık Âleminin var gibi gorunmesini sağlayan şey Allah’ın guzel isimlerinin golgeleridir. Allah’ın guzel isimlerinin golgeleri yoklukta tecelli edince varlık Âlemi meydana geldi. Vahdet-i şuhut halini yaşayan sofi, varlık Âlemini tıpkı guneş gibi gorecektir. Onun varlığını kabul edecek, vahdet-i vucutcular gibi inkÂr etmeyecektir. Ama sadece bakışını bu varlık Âlemine kaydırmayacak yıldızların da, yani Allah’ın guzel isimlerinin golgelerini de ondan ayrı olarak hesaba katacaktır. Guneşin batışı varlık Âleminin faniliğini simgelemektedir. Ama guneş batsa da batmasa da her zaman yıldızların var olması varlık Âleminde tecelli eden Allah’ın guzel isimlerinin ezeli ve ebedi oluşunu karşılamaktadır.
Vahdet-i vucutta her şey odur denirken vahdet-i şuhutta her şey ondandır denilmektedir. Vahdet-i vucutcular her şey odur anlayışı ile fakına varmadan maddeye ezeli ve ebedi yakıştırmasını veren materyalistlerin ekmeğine yağ surerlerken vahdet-i şuhut goruşunde varlık Âlemi ile Allah şeriatın cizgisinde birer anlam ve kıymet kazanmakta; varlık Âleminin faniliği, Allah’ın ebedi ve ezeli oluşu farklı fenomenlerle ifade edilmektedir.
Vahdet-i vucut hali sofiler tasavvuf ve tarikat yoluna girince hemen mi meydana gelir?
Vahdet-i vucut ust duzeyde bir haldir. Bu hal veliliğe yakın bir zamanda gercekleşir. Yani fenafillÂh (nefsini Allah’ta yok etme) olmadan biraz once meydana gelir. Bunun icin sofinin zulumattan ve nurlardan oluşan perdeleri aşması gerekir. FenafillÂh suresince hatta bekabillÂh aşamasında da devam eder. Ta ki kişi manevi seyrinde en ust basamağa erip tekrar irşat icin aşağı inip eşyanın sırları ile bilincleninceye kadar surer.
Ama yetenekli bir sofi tasavvuf ve tarikat yoluna girer girmez vahdet-i vucudun basit bir şeklini sekr hali olarak yaşar. Buna tevhid-i ef’al (fiillerin birliği) denir. Bu kutlu bir haldir. Sofi bu hal ile butun insanları bir kukla olarak gorur. Perde arkasında onları hareket ettirenin yuce Allah olduğunu duşunur. Onun icin başına gelen bela ve musibetleri de Allah’tan bilir.
Hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak kadere imanın en onemli ruknudur. Dolayısıyla tevhid-i ef’al halini yaşamak imanın şartlarından birisidir. Sofi nasıl bu halle bir ustunluk kazanıyor?
Elbette kadere, hayır ve şerrin Allah’tan geldiğine inanmak imanın şartlarındandır. Ama insanlar başlarına bir bela ve musibet veya hayırlı bir iş geldiğinde genellikle sebeplere bakarlar ve takılırlar. Allah’ı (c.c.) pek duşunmezler. Oysa sofi gozlerini sadece Allah’a diker. İcerisinde bulunduğu ilahi sarhoşluğun ve muhabbetin etkisiyle sebepleri adeta yok sayar.
HÂlbuki şeriat orta yolu emreder. Her şeyi yaratan Allah’tır. Oyle ki insanı ve yaptıklarını yaratan Allah’tır (bk. Saffat suresi, 96). Ama insan niyetiyle o filleri sahiplenmektedir. Dolayısıyla bunlardan sorumlu tutulmaktadır. Yani Allah (c.c.) mutlak yaratıcıdır, fiilleri yaratandır, insan ise yaptığını sandığı şeylerden niyeti nedeniyle sorumludur. Allah yarattığı fiillerin iyilerinden razıdır, kotulerinden ise razı değildir.
Gerek Vahdet-i vucut gerekse buna ulaşmaya zemin hazırlayan ve ara basamak olarak nitelenen tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat (vahdet-i vucut) sofiye ne kazandırır, daha doğrusu bunların tasavvuf ve tarikat yolunda işlevleri nelerdir?
Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı kişinin gonlunden masivayı cıkarmaktır. Bunun yerine Allah sevgisini ve aşkını yerleştirmektir. Masiva Allah (c.c.) dışında insanın sevdiği her şeye denir: Para, eş, cocuklar, mevki makam, şohret, ovulme sevgileri vb. İşte vahdet-i vucut ve ona ulaşmayı hedefleyen ara basamaklar insanın ilahi bir sekr hali ve muhabbet ile bunlardan yuz cevirmesini, daha doğrusu masivayı gonulden tamamen cıkarmasını sağlar. Allah sevgisi ve aşkı masiva ile bir arada bulunamaz. Once insanın nefsinin masivadan tezkiye (temizlenmesi) edilmesi gerekir.
Masiva Allah’ın yasak, haram saydığı şeyler değil, bilakis mubah, helal kabul ettikleridir. Bunların ortak olan noktaları nefse hitap etmeleridir. Yani masiva olan şeyler, her ne kadar cok olsa da, değişik turde bulunsa da hepsinin ortak noktası nefse hitap etmeleridir. Haddizatında kotu olan şey bunlar değildir. Bunların kalpte yer almasıdır. Allah (c.c.) tasavvuf ve tarikat yolunda once nefsin bu arzularını sofiden yok etmesini ister, bunlar yok olduktan yani fenafillÂhtan sonra kuluna gercekten başkalarının imreneceği dunyalıkları verir de bu sefer bunlar hicbir zaman o kişinin kalbine girmeye yol bulamazlar. Cunku kalp ilahi aşk dışında başka bir şeyi kabul etmemektedir.
Vahdet-i vucut hali ile eşyada, varlık Âleminde Allah’ı bulan sofi bunlara, yani eşyaya ve varlık Âlemine gonul vermekten vazgecer. Allah’a yonelir. Bu sayede eşya ve varlık Âlemi onu oyalayamaz. Cunku eşya ve varlık Âleminin aslının yokluk olduğunu aynelyakin (gozu ile gorurcesine) bilir. Bunlar Allah’a doğru olan seyrini engelleyemez. Şayet vahdet-i vucut hali olmazsa insanın eşyadan ve varlık Âleminden ilgisini, bağını koparması, Allah’a (c.c.) doğru manevi yukselmesini gercekleştirmesi mumkun değildir. Cunku eşya, varlık Âlemi nefsin gonlunu celecek ozelliklerde yaratılmıştır. Onları put edinmemek adeta imkÂnsızdır. Bunların cazibesinden ancak ilahi bir sarhoşlukla ve muhabbetle kurtulmak mumkundur. İnsanlar Musluman, mumin olabilirler. Bunun icin gonullerinden masivayı cıkarmalarına da gerek yoktur. Daha doğrusu Muslumanlar ve muminler imanlarını koruyarak gonullerinde belli bir oranda masivaya da yer verebilirler. Ama tasavvuf ve tarikat yolu oncelikle masivayı gonulden cıkarmayı şart koşar. Dunya olanca guzelliği, gorkemi ve cazibesi ile insan nefsinin gozunden nasıl duşebilir ki? Bu, tabiat kanunlarına terstir. Nefis dunya ile aynı unsurlardan meydana gelmiştir: toprak, su, hava, ateş. Nefsin kendi doğasının uzerine cıkıp Allah’a karşı ilahi aşk ve muhabbet duyması tabiat kanunları ile catışmaktadır. Nefis hic gormediği Allah (c.c.) yerine nasıl dunyadan vazgecebilir ki? Bu soru tasavvuf ve tarikat yolunun ancak bir nasip meselesi olduğu sırrı ile acıklanabilir. Allah (c.c.) kula verdiği bir cezbeyle, yani ilahi bir aşkla, bunun tabii sonucu oluşan ilahi bir sarhoşlukla ve muhabbetle kulun eşyadan ve varlık Âleminden vazgecmesini sağlamaktadır. İlahi aşk ve muhabbeti Allah’tan bir nefha (soluk) olan ruh duymaktadır. Ama ruh, nefsin elinde esirdir. Vucut ulkesinde komuta yetkisi tamamen nefsin elindedir. Tabii ilahi sarhoşluk ve muhabbet de zikrin ve rabıtanın tabii sonucu olarak ruhta oluşmaktadır. Bunun kalpte doğmasında en etkili zikir ise lafza-i Celal’dir (Allah kelimesi). Ruh zikrin ve rabıtanın nur ve feyzi ile zamanla guclenerek nefsi etkilemeye ve kendisine benzetmeye başlar. Nefis başlangıcta ruhun bu eğilimlerine şiddetle karşı koyar. Cunku ruh Allah’a inanırken, ibadetler, ozellikle zikir ve rabıta ona huzur verirken, nefis Allah’ı inkÂr eder, ibadetlerden de olabildiğince sıkılır ve kacar. Ama ruhun ibadetlerde yaşadığı guzel ve zevkli haller zamanla nefsi etkileyip kendisine ceker. Nefis de ruhun zevk aldığı ibadetlere yonelerek mutmain olur. Allah’ın rızasına erer. Olgunlaşır.
Sofi tasavvuf ve tarikat yoluna girdikten kısa bir sure sonra başına gelen her turlu olayı, hayır ve şerri Allah’tan bilip sebeplere onem vermemeye başlar. Bu vahdet-i vucut halinin ilk basamağı olan tevhid-i ef’aldir. Orneğin yolda yururken birisi onune cıkıp da onun yuzune bir tokat atsa o bunun Allah’tan geldiğini bilir. Allah da sebepsiz yere bela ve musibet yazmadığına gore hemen tovbe ve istiğfara koyulur. O tokadı atana kızmaz bile. Nefsine donerek ‘Allah’ın fazl u ikramıyla ucuz kurtuldun. Daha beteri başına gelmediği icin haline şukret.’ der.
Sofinin kendisine zulmedenlere karşı boyle pasif kalması veya onları bu şekilde affetmesi şeriata aykırı değil midir?
Elbette sofinin kendisine zulmedenleri sebepsiz boyle affetmesi şeriata aykırıdır. Tabii dinimizde insanları affetmek buyuk bir fazilettir. Ama bunun icin once ilgili sucu işleyen kişinin gercekten pişman olması, tovbe yoluna girmesi, zararı da az cok tazmin etmesi gerekir. Oysa bizim tevhid-i ef’al sofisi yaşadığı halin etkisiyle, yani başına gelen musibeti Allah’tan bildiği icin hakkını arama zahmetine bile girmez. İmam-ı Rabbani’ye gore, hal şeriata aykırı olduğu zaman hale itibar edilmez, şeriata gore hareket edilir. Zira sevap kazanma ve Allah’ın rızası, tasavvufi halde değil şeriattadır. Tasavvuf ve tarikat yolunun amacı da şeriattır. Kişi bu yol ayrımını iyi bilmeli. İcerisinde bulunduğu hal ile şeriat catıştığında hale hic itibar etmemeli, şeriata yonelmelidir. Şayet şeriat karşısında hale değer verilirse bu acıkca yoldan cıkmak, şeytanların ve nefsin oyununa gelmek olur. Ama demin de dediğimiz gibi sofi bu kıymetli hali de kaybetmemelidir. Zira bu hal onu zamanla vahdet-i vucut haline, o da kişiyi zamanla fenafillÂha goturecektir. Tasavvuf ve tarikat yolu bu carklarla birbirine bağlıdır. FenafillÂh hali de kişiyi Allah’tan razı olmaya, bu hal de Allah’ın rızasına ulaştıracaktır. Nefis Allah’ın rızasına ulaştığı zaman insan-ı kÂmil makamına yukselmiş demektir. Yani bu halin de -tevhid-i ef’al- kıymeti cok buyuktur. Oyleyse sofi uyanık olacak, icerisinde bulunduğu halin gercekliğini ve onemini kavrayacak, nefsine gereken ithamlarda bulunup onu kınayacak, bela ve musibetin nedeni olan gizli gunahları icin tovbe ve istiğfar edecek, ama İslam’a da gereken saygıyı gostererek hak ve hukukunu arayacaktır. Cunku zulme rıza gostermek de korkunc bir zulumdur. Bu zulum kul haklarına kadar uzanabilir. Zalim curet bularak başkalarına da zulmedebilir. Vebali de buna daha once rıza gosterene kadar uzanır. Kaldı ki insanın canı, namusu, şerefi, coluk cocuğu, malı mulku Allah’ın insana verdiği birer emanetidir. Onlara da Allah’ın istediği, razı olduğu şekilde, yani ilahi kanunlarla herkes sahip cıkmak ve onları korumak zorundadır.
Boyle (tevhid-i ef’al) bir sofi mutlaka musibetten dersini cıkararak tovbe ve istiğfarını bolca yapmalıdır. İlhamla kendisine bildirilen gizli gunahın meyvesi olan ilgili musibeti bir ilahi ihtar olarak gorup hatasını maddi ve manevi boyutları ile tamir etme yoluna girmelidir. Zira gercek tovbe ve istiğfar da (tovbe-i nasuh) bunu gerektirir. Ama ilahi kanunları da ciğnemeyerek, onu baş tacı edip yani ustun kılarak hakkını hukukunu da araması gerekecektir. Cunku İmam-ı Rabbani’nin de belirttiği gibi tasavvufun da tarikatın da, hakikat ve marifetin de amacı şeriattır, ilahi kurallardır. Buna dikkat etmeyen sofi nefsinin ve şeytanların oyunlarına duşer. Yaşadığı hallerden Allah razı olmadığı icin husrana uğrayanlardan olur. Allah insanları ahret gunu tasavvuf ve tarikat hallerinden değil şeriat ahkÂmlarından, yani ilahi kurallardan sorguya cekecektir, buna gore insanlar ebedi odul ve ceza alacaklardır.
Vahdet-i vucut hali sofiyi nasıl fenafillÂha goturur?
Kişi varlık Âlemini Allah’tan bir parca olarak gorurse (panteizm) bu onu materyalizme (eskiler buna dehriyyun derlerdi) goturur. Cunku farkına varmadan maddeye ebedi ve ezeli bir anlam yukler. Onda boğulur. Kufre duşer. Varlık Âlemini Allah’a şirk koşar.
İslam’a uygun olan tasavvuf ve tarikat anlayışında vahdet-i vucut halinde maddeye bir golge, vehim, hayal anlamı yuklenir. Onun aslının yokluk olduğu bilinir. Aslı yokluk olan madde Allah’ın guzel isimlerinin golgelerine ayna tutmakta, bu sayede varlık Âlemi meydana gelmektedir. Dolayısıyla sofinin cektiği zikirle (la-ilahe illallah: Allah’tan başka ilah yoktur) amaclanan ust hedef gercekleşmiş olmaktadır. Bu ust hedefte amaclanan şey sofinin nefsi ile varlık Âlemini ilgili zikirle yok kılmasıdır. Sofi nefy u isbat ve kelime-i tevhit zikrini cekerken ona bu anlamı yukler. Zira bunlar, yani nefis ve varlık Âlemi Allah’a ulaşmada birer engeldirler. Zulumat perdeleridir. İnsan nefsine enfusi Âlem, varlık Âlemine ÂfÂk-i Âlem denir. Tasavvuf ve tarikat yolunda, seyr u sulukta bunlardan gecmek, bunların uzerine cıkmak gerekir. Bunların ustunde Allah’ın isimlerinin golgelerinin yer aldığı nurlar Âlemi vardır. Nurlar Âleminde kişinin, isminin yer aldığı Allah’ın guzel isminin golgesine ulaşarak fenaya ermesi gerekir. Tum bunların gercekleşmesi ise nefse ve varlık Âlemine golge, vehim, hayal gibi bir anlam yuklemekle ve onları zikir kılıcı ile rabıta ve murakabelerin nur ve feyzi ile yok etmekle mumkundur.
Allah’ın guzel isimlerini insan ve tabiat uzerinde yani varlık Âleminde duşunen bir kişi tefekkur gibi guzel bir ibadeti yapıp bin yıllık ibadet sevabını kazanırken sofinin ilahi bir sarhoşluk ve muhabbetle varlık Âleminden gecişi, onu yok kılışı bir kayıp değil midir?
Tefekkur, guzel ve buyuk bir ibadettir. Akla hitap eder. İnsanın kendisi ve varlık Âlemi uzerinde duşunup Allah’ın guzel isimlerini bulup anlamaya calışmasıdır. İmanı akıl ve mantık yolu ile guclendirir. Buyuk de sevap kazandırır. Ama tasavvuf ve tarikat yolunun amacı nefsi tezkiye (temizleme), kalbi tasfiye (saflaştırma) etmektir. Bu yolda tefekkurden ziyade zikir, rabıta, murakabe birer yontem olarak kullanılır. Ayrıca tasavvuf ve tarikat yolunda sevap kazanma temel amac değildir. Onemli olan Allah’ın rızasıdır. Ruhu nefsin esiri olmaktan kurtarıp asli vatanına yukseltmek ve bu yolla nefsi terbiye etmek amaclanır. Tefekkur yolu ile ancak kalbi iman kazanılır. İmam-ı Rabbani’ye gore kalbi iman şeytanların ve nefsin vesveselerinden etkilenebilir. Tasavvuf ve tarikat yolunda ise nefsi iman amaclanır. İmam-ı Rabbani’ye gore bu iman Allah’ın izni ile sabittir. Değişmez. Şeytanın vesveseleri ona tesir etmez. Nefis mutmaine makamına ulaştığında Allah’ı gorur gibi iman ve ibadet eder. Allah’ın rızasına ulaşır.
Allah’ın guzel isimlerini insan ve tabiat uzerinde yani varlık Âleminde duşunen bir kişi her ne kadar tefekkur gibi guzel bir ibadeti yapsa da sonucta varlık Âlemi ile bu ceşit bir temas onun kalbini masiva ile de meşgul edecektir. Masiva arttıkca orada ilahi aşk ve muhabbet azalacaktır. Şeytanlar kalpteki masivalar ile vesveselerini yoğunlaştıracaktır. Kişinin gunaha bile duşmesi soz konusu olacaktır. Kısacası boyle bir kişi tefekkur yapayım derken bu dunyaya da gonul verme gibi bir manevi hastalığa duşebilecektir. Onun icin tasavvuf ve tarikat yolunda, ozellikle Nakşibendiyye tarikatında Allah’ın sıfatlarına ve guzel isimlerine değil Zatına karşı ilahi aşk ve muhabbet duyulur. Cunku bunlar da sofiyi amacında engelleyen etmenler olarak kabul edilir. Allah’ın rızası O’nun Zatına karşı duyulduğunda tecelli eder. Bu acıdan en guzel zikir ‘Allah’ kelimesidir. Cunku O Allah’ın butun guzel isimlerini ve sıfatlarını kendisinde topladığı gibi Allah’ın Zatının da ismi olmaktadır.
Tabii tasavvuf ve tarikat yolu dar ve zorlu bir yoldur. Musluman ve muminlerin geneline pek hitap etmez. Tefekkur yolu ise, geniş ve rahat bir yoldur. Herkes zorlanmadan ve zevk alarak onda yuruyebilir. Ayrıca tefekkur yolu herkese seslenir. Zira insanlar duşunerek anlamayı cok severler. Bu sayede duşunerek imani hakikatleri anlamak, ibadet hayatını yaşamak ve zenginleştirmek herkese hoş gorunur, herkesi memnun kılar. Cemaatlerde okunan kitapların ekseriyeti tefekkuru esas alarak iman hakikatlerini geliştirmeyi hedeflerler. Yapılan hizmetler ile başkalarının dualarını almak da inşallah nefsin ve şeytanların imanı calmak icin son nefesteki vesveselerin onune gececektir.
Allah, bizler icin en uygun ve rızasının tecelli ettiği yolları ihsan eylesin. Âmin.
Muhsin İyi
__________________
Vahdet-i Vucut (Vucudun Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), FenafillÂh
Dini Bilgiler0 Mesaj
●22 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Vahdet-i Vucut (Vucudun Birliği), Vahdet-i Şuhut (Şahit Olunan Birlik), FenafillÂh