HAK DOSTLARINDAN
HİKMETLER
-Hazret-i MevlÂn (kuddise sirruh) -3
Kıymetli okuyucularımız! Bu yazı, Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚’nın Şeb-i Arûs’unun sene-i devriyesi munĂ‚sebetiyle, 2010 ve 2011 yıllarının Aralık aylarında yayınlanmış olan yazılarımızın ucuncusudur.
MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Nehri gorunce kĂ‚sedeki suyu oraya dok. Su hic nehirden kacar, cekinir mi?”
“KĂ‚sedeki su, nehir suyuna karışınca orada kendi varlığından kurtulur ve nehir suyu olur.”
“Boyle olunca, o kĂ‚sedeki suyun vasfı, sıfatı yok olur da, zĂ‚tı kalır. Artık bundan sonra o ne eksilir, ne kirlenir, ne de kokar.”
[Mesnevî şĂ‚rihleri, buradaki nehir ile, ebedî Ă‚hiret hayatının; kĂ‚sedeki su ile de, insanın fĂ‚nî hayatının kastedildiğini ifĂ‚de ederler. İnsanın omur kĂ‚sesini ebediyet nehrine dokmesi; “olmeden evvel olunuz” emrine itaat etmesidir. Yani her fĂ‚nî icin zarûrî olan ecel Ă‚nı gelmeden once, nefsĂ‚nî ar*zuları ve dunyevî ihtirasları bertaraf ederek, gu*nah*ların cĂ‚zibelerine karşı Ă‚de*ta bir olu gibi olmaktır. Hakk’a tam bir tevekkul ve teslîmiyetle itaat edip butun fĂ‚nî nîmetleri ebedî saĂ‚detin sermayesi kılabilmektir.
Hakîkaten omur, hızla akan bir nehir gibidir. İnsana verilmiş sınırlı bir sermayedir. GĂ‚filĂ‚ne bir omur surenlerin hic bitmeyeceğini zannettikleri bu mahdut sermĂ‚ye, Ă‚hiret Ă‚leminin sonsuzluğuyla kıyaslanamayacak kadar kısa, kucuk ve cuz’îdir. Nitekim Ă‚yet-i kerîmede insanın bu gerceği idrĂ‚k edişi, şoyle haber verilmektedir:
“KıyĂ‚met gununu gorduklerinde (dunyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-NĂ‚ziĂ‚t, 46)
Hadîs-i şerîfte de:
“Âhiretin yanında dunyanın durumu, sizden birinin parmağını denize daldırıp cıkarması gibidir. Parmağı (denizden) ne cıkardıysa (Ă‚hiretin yanında) dunya işte odur.” buyrulmaktadır. (HĂ‚kim, Mustedrek, 4/319)
Butun nîmetler gibi omur nîmeti de, CenĂ‚b-ı Hak*k’ın bir lûtfudur. Ebedî saĂ‚*deti kazanmak icin, kulun yegĂ‚ne sermĂ‚yesidir. Do**layısıyla bu dunyada ya***pı*lacak en kĂ‚rlı ticaret, fĂ‚nîyi vererek bĂ‚kîyi, cuz’îyi vererek kullîyi, damlayı vererek deryĂ‚yı kazanabilmektir. Ustelik o damlanın aslî vatanı da deryĂ‚dır. DeryĂ‚dan geleni yine deryĂ‚ya iĂ‚de etmek, esĂ‚sen bir fedĂ‚kĂ‚rlık bile sayılmaz. Zira her damla, gunun birinde, -istese de istemese de- mutlakĂ‚ o deryĂ‚ya geri donecektir.
Yani Kur’Ă‚nî ifĂ‚deyle:
” : ...Elbette biz AllĂ‚h’a Ă‚idiz ve nihĂ‚yet O’na doneceğiz!” (el-Bakara, 156)
İşte Ă‚rif zĂ‚tlardan her vesîleyle Hakk’a yukselen; “YĂ‚ Rabbî! Sen’den geldik, Sana doneceğiz!” niyĂ‚zı da, bu ilĂ‚hî hakîkatte derinleşmiş gonullerin his*siyĂ‚tını aksettirmektedir.
Dolayısıyla, gercek ma*hĂ‚*ret ve mĂ‚rifet odur ki; kul, bir kĂ‚se su hukmundeki fĂ‚*nî omrunu, kendi irĂ‚de ve ar*zu*suyla, sonsuzluk der*yĂ‚*sına comertce sarf ede*bilsin. Boylece “olmeden ev*vel olmek” sırrından hisse alabilsin. Zira MevlĂ‚nĂ‚ Haz*retleri’nin tĂ‚biriyle:
“Ne mutlu o kimseye ki, olumden evvel olmuş; onun rûhu, hakîkat bağının kokusunu almıştır…”
Diğer bir noktadan baktığımızda, kulun elindeki o bir kĂ‚se su, insanın dayanıp guvendiği makam ve mevkiidir, guc ve kuvvetidir. İlĂ‚hî hukumranlık ise, koskoca dunyanın, icinde Ă‚deta bir toz zerresi hukmunde kaldığı kĂ‚inĂ‚tı ihĂ‚ta eden, idrĂ‚k otesi ve nihĂ‚yetsiz bir kudret ve azamettir.
Yine o bir kĂ‚se su, insanoğlunun ulaşabildiği butun ilimlerdir. İlm-i ilĂ‚hî ise sonsuz bir deryĂ‚dır. Nitekim şu hadîs-i şerîf, bu hakîkati ne guzel beyĂ‚n etmektedir:
“Hızır (a.s.)’ın, MûsĂ‚ (a.s.)’a acĂ‚ip, garĂ‚ip ve hikmeti mechul hĂ‚diseler gosterdiği seyahat esnĂ‚sında, bir serce kuşu gelerek, bindikleri geminin kenarına kondu. Sonra denizden gagasıyla su aldı. Hızır (a.s.), bu manzarayı MûsĂ‚ (a.s.)’a gostererek şu teşbihte bulundu:
«–AllĂ‚h’ın ilmi yanında senin, benim ve butun mahlûkĂ‚tın ilmi, şu kuşun denizden gagasıyla aldığı su kadardır.»” (BuhĂ‚rî, Tefsîr, 18/4)
Yine insanın elindeki o bir kĂ‚se su, CenĂ‚b-ı Hakk’ın imtihan maksadıyla kuluna emĂ‚net ettiği maldır, mulktur, servettir. CenĂ‚b-ı Hakk’ın mulk ve saltanatı ise nihĂ‚yetsizdir. Âyet-i kerîmelerin beyĂ‚nıyla:
“Goklerin ve yerin mul*ku (butun hazineleri ve hu**kum**ranlığı) AllĂ‚h’ındır. AllĂ‚h*’ın her şeye gucu yeter.” (Âl-i İmrĂ‚n, 189)
“…AllĂ‚h’ın nîmetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan cok zĂ‚lim, cok nankordur!” (İbrahim, 34)
Bugune kadar gelmiş gec**miş butun mahlûkĂ‚tın yiyip ictikleri, kullanıp tukettikleri, CenĂ‚b-ı Hakk’ın hazinelerini zerre kadar eksiltmemiştir.
VelhĂ‚sıl insanın elindeki o bir kĂ‚se su, Allah TeĂ‚lĂ‚’nın ona bahşettiği butun nîmetlerdir, her turlu imkĂ‚n ve istîdatlardır. Hayat nehri ise CenĂ‚b-ı Hakk’ın sonsuzluk deryĂ‚sına akıp gitmektedir. İnsan, kendi irĂ‚desiyle canını, malını, ilmini, irfĂ‚nını ve her turlu imkĂ‚nını, ne nisbette bu nehire akıtabilirse, sonsuzluk deryĂ‚sında o nisbette fĂ‚nî olur. FenĂ‚ fillĂ‚h sırrından o olcude nasîb alır.]
MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Cocuk, elmayı gormeden kokulu soğanı elinden bırakır mı?”
[Cocuklar, henuz oğrenme cağında oldukları icin, kucuk ve basit oyuncaklarla oyalanıp huzur bulurlar. LĂ‚kin beden tekĂ‚mul ettikce zihnî ve kalbî melekeler de seviye kazanır. O basit oyuncaklar, zamanla gozden ve gonulden duşer. Olgun bir insanın, artık o basit oyuncaklarla oyalanması, abes ve tuhaf karşılanır.
CenĂ‚b-ı Hak da insanın mĂ‚nen olgunlaşıp dunyanın basit ve suflî zevklerinden uzaklaşmasını, asıl ve ebedî olan Ă‚hiret saĂ‚detine yonelmesini arzu etmektedir. Bunun icindir ki Ă‚yet-i kerîmede şoyle buyurmaktadır:
“Bu dunya hayatı, sadece bir eğlenceden, bir oyundan ibarettir. Âhiret yurduna (oradaki hayata) gelince, işte asıl yaşayış odur. Keşke bilmiş olsalardı!” (el-Ankebût, 64)
Bu bakımdan dunya, kemĂ‚le erememiş ham nefisler icin, su gibi gorunen aldatıcı bir seraptan ibĂ‚rettir. Cocukların heves ettiği bir elma şekeri gibidir ki, dışı tatlı bir renk cumbuşu olsa da, ici ekşi ve curuktur.
Allah katında dunyanın, bir sineğin kanadı kadar bile değeri yoktur. Dolayısıyla AllĂ‚h’ın değer vermediği dunyaya kıymet verip Ă‚hireti unutan kimseye, Allah da değer vermez. AllĂ‚h’ın rızĂ‚sı ve O’nun katındaki sonsuz nîmetlerin en kucuğu dahî, butun dunyaya sahip olmaktan daha kıymetlidir.
Buna rağmen dunyaya dalıp gidenlerin idrĂ‚ki, iştah acan binbir ceşit leziz yiyeceği bilmediği icin, elindeki kokulu soğanı en lezzetli gıdĂ‚ zanneden bir cocuğun idrĂ‚kinden farksızdır. Kendisini bekleyen muhteşem nîmetlere ve ebedî saĂ‚dete sırt donerek, dunyanın fĂ‚nî yaldızlarına, gelgec sevdĂ‚larına ve bayağı cĂ‚zibelerine gonul kaptıran insanoğlunu, yine MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri şu teşbîh ile gafletten îkaz etmeye calışır:
“(GĂ‚fil) insan, kendisini ucuza sattı. O, cok değerli atlas bir kumaş gibiydi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı.”
Dolayısıyla insanoğlunun, kendisine Cennet ve CemĂ‚lullĂ‚h’ı temĂ‚şĂ‚ gibi muazzam nîmetler vaad eden yuce MevlĂ‚’ya yonelmek yerine; gelip gecici nefsĂ‚nî arzulara tamah etmesi, sefĂ‚letini saĂ‚det zannetmesi ve uc gunluk dunyasını îmĂ‚r etmek icin ebedî Ă‚hiretini harĂ‚b etmesi, ne buyuk bir hamĂ‚kattir…
Dunya saltanatını terk ederek ilĂ‚hî aşk deryĂ‚sına dalmış olan İbrahim bin Edhem Hazretleri buyurur ki:
“İlĂ‚hî muhabbetteki vecd, lezzet ve istiğrĂ‚kımız muşahhas bir şey olsaydı; krallar onu alabilmek icin butun hazinelerini de krallıklarını da fedĂ‚ ederlerdi.”
MĂ‚lik bin Dinar Hazretleri de şoyle der:
“Bir gun Hasan-ı Basrî Hazretleri’ne sordum:
“–Dunyada en kotu şey nedir?”
Hasan-ı Basrî (r. aleyh):
“–Gonlun olmesidir.” buyurdu.
“–Gonul neden olur?” diye sordum.
“–Dunyayı sevmekten (yani dunyanın gelgec sevdĂ‚larına ve nefsĂ‚nî arzularına rĂ‚m olmaktan).” buyurdu.
Diğer bir Hak dostunun şu veciz ifĂ‚desi de ne kadar hikmetlidir:
“Dîni sevenler dunyadan cıkmadı. Dunyayı sevenlerse dinden cıktı.”
Yani dindarlık, zuhd ve takvĂ‚; dunyadan el etek cekmek değil, -Suleyman (a.s.) misĂ‚linde olduğu gibi- onun muhabbetini kalbe sokmamaktır. Dunyadan nasîbini ararken ona bağlanıp kalmamaktır. Zira bir gonlu dunya zevkleri ve sevgisi kuşatıp sarhoş etmişse, onun dîne yonelmesi, ilĂ‚hî hakîkatleri idrĂ‚k edebilmesi, ibĂ‚det ve tĂ‚atlerden zevk alabilmesi, son derece zordur. Bu sebeple dunyevîleşme hastalığına yakalanmamak icin, gonullerimizin zuhd ve takvĂ‚ ile derinleşmesi zarûrîdir.]
MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Kopeklerin ağzı değdi diye deniz kirlenmez.”
[MĂ‚nevî değerlere saldıran, mukaddesĂ‚ta, ulvî kıymetlere, peygamberlere ve Hak dostlarına dil uzatan kendini bilmezler, onların yucelik ve şerefine halel getiremezler. Bu menfî tavırlarıyla ancak kendi rezillik ve alcaklıklarını artırmış, Ă‚hiretteki azaplarını coğaltmış, yani cehennem azĂ‚bını kendileri aleyhine daha da şiddetlendirmiş olurlar.
Ayrıca boyle durumlarda mu’minler, o zĂ‚limlere karşı, Allah icin buğzun tabiî bir gereği olan tavırları sergilemek mecbûriyetindedirler. Zira bu sûretle, İslĂ‚m şahsiyet ve vakarını korumak hususunda, gayret-i dîniyyelerinden imtihan edilmiş olurlar.
ÎmĂ‚nın kemĂ‚li de, lĂ‚*yı*kına muhabbet (yani AllĂ‚h*’*ı ve O’nun sevdiklerini sevmek) ve mustehakkına nefret (yani Allah ve Ra*sû*lu’nun duşmanlarına buğzet*mek)tir. Nitekim Tebbet Sûre*si, mu*s**te*hakkına nefretin, ya**ni AllĂ‚h’ın sevmediklerine buğzun, en muşahhas bir tĂ‚*lim ve telkînidir.]
MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Ey ekmek uğruna îman cevherini zaafa uğratan, ey bir arpaya bir hazineyi satan zavallı! Nemrut, gonlunu İbrahim’e rĂ‚m etmedi ama, canını bir sivrisineğe teslim etti.”
[FĂ‚nî dunya metĂ‚ını elde etmek icin ebedî saĂ‚det mekĂ‚nı olan Ă‚hireti satmak, ne hazin bir aldanış ve ne fecî bir ahmaklıktır. Selef ulemĂ‚sından Ebû HĂ‚zim (r. aleyh) şoyle der:
“AllĂ‚h’a yaklaştırmayan her turlu imkĂ‚n (mal-mulk, makam-mevkî vs.) ancak başa belĂ‚ olan musîbetlerdir.”
Buyuk Hak dostlarından CĂ‚fer-i SĂ‚dık Hazretleri de şoyle buyurur:
“Allah TeĂ‚lĂ‚ dunyaya: «Ey dunya! Bana hizmet edene sen de hizmet et! Sana hizmet edeni ise (kendi işlerinde) yor ve yıprat!» buyurdu.”
Dunya servetine kalbini esir ettiği icin infaktan kacınan cimriler; ten rahatını terk edemediği icin tĂ‚at ve gayretten uzak kalan tembeller; nefsinin îtirazlarını yenemediği icin Allah yolunda hizmet ve fedĂ‚kĂ‚rlıktan kacan gĂ‚filler; gun gelir, o uzerine titredikleri nefislerini ve servetlerini, gĂ‚yet basit ve suflî gĂ‚yeler uğruna ziyan etmek durumunda kalabilirler. Yani Allah icin buyuk ve ulvî cilelerin engin deryĂ‚sına dalmaya cesaret edemeyenler, gunun birinde, kucuk bir su birikintisinde boğulup gidebilirler.
Nitekim, mağrur nefsine uyarak AllĂ‚h’a îman ve itaati reddeden, kibrinden kendini yere goğe sığdıramayıp tanrılık iddiasına kalkışan Nemrut da, eceli gelip cattığı zaman, cılız bir sivrisineği bertaraf etmekten Ă‚ciz kaldı, kahr-ı ilĂ‚hîye cĂ‚resizce rĂ‚m oldu.
KĂ‚be-i Muazzama’yı yık***mak gibi cirkin bir maksat*la San’a’dan yola cıkan Eb*re**he’nin mağrur ordusu, Mek*ke yakınlarına ulaştığında, colden gelen aslanlarla, kaplanlarla, vahşi canavarlarla değil, -kendileriyle istihzĂ‚ edilircesine- kucucuk kuşların attığı taşlarla, Ă‚deta ciğnenmiş ekin yapraklarına donmuştu.
Her kibirli zĂ‚limin fecî Ă‚kıbeti gibi, o gĂ‚fillerin de omur harmanı ecel ruzgĂ‚rıyla savrulduğunda, ne arkalarında bıraktıkları dunya saltanatı onlara ağladı, ne de karşılarına dikilen Ă‚hiret hayatı onları guler yuzle karşıladı. Bu zĂ‚limlerin hazin Ă‚kıbeti, ahmakların dûcĂ‚r olduğu rezilliğe dĂ‚ir, tarih sahnesinde sergilenen ibretli misaller oldu.
Bu itibarla gercek saĂ‚det ve saltanat, CenĂ‚b-ı Hakk’a karşı haddini, kulluğunu, hiclik ve acziyetini idrĂ‚k edip fırsat eldeyken Allah yolunda, gonullu olarak nefsinden ferĂ‚gat edebilmektir. Nitekim hadîs-i şerîfte:
“Akıllı, nefsine hĂ‚kim olup onu hesĂ‚ba cekerek olumden sonrası icin calışan; ahmak ise nefsini hevĂ‚sına tĂ‚bî kıldığı hĂ‚lde, Allah’tan (hayır) umandır.” buyrulmuştur. (Tirmizî, KıyĂ‚met, 25/2459)
Şunu unutmamak îcĂ‚b eder ki, gercek huzur ve saĂ‚det, nefsin bitmek bilmeyen arzu ve ihtirasları peşinde koşmaktan vazgecip onu dizginlemekle mumkundur. HattĂ‚ nefsi, Hakk’a vuslat yolculuğunun bineği yapıp, onu son nefese kadar doludizgin koşturmakla mumkundur. İmĂ‚m GazĂ‚lî Hazretleri bu hakîkati ne guzel hulĂ‚sa eder:
“Nefs, rûhun bineğidir. Eğer insan, nefsin dizginlerini salıverir ve onun gittiği istikĂ‚mete kendini bırakırsa, helĂ‚k olması mukadderdir… O hĂ‚lde nef*sinin dizginlerini sımsıkı tut ve bineğinden istifĂ‚de etmeye bak! (Zira Hakk’a kulluk, beden ile, yani nefs bineği uzerinde îfĂ‚ edilebilir.)”
Nefs tezkiyesine mu***vaffak olabilen bir mu’minin rûhu, dĂ‚imĂ‚ guclu, sıhhatli ve huzurlu olur.
Nitekim peygamberler, sahĂ‚be-i kiram, ev*liyĂ‚ullah ve sĂ‚lih mu’min**ler, hayat imtihanlarında, buyuk cile ve meşakkatlerin kıska*cında yoğrulmuşlar, fakat ten plĂ‚nındaki bu mad*dî sıkıntılara rağmen, gonul saĂ‚detinin, kal*bî sekînetin ve vicdan huzurunun zirvelerinde yaşamışlardır.
Dolayısıyla mu’min icin huzur ve saĂ‚detin sırrı, aslĂ‚ doymayacak olan nefsi doyurmaya calışmakta değil, onu hodgĂ‚mlıktan kurtarıp terbiye etmekte gizlidir. Yûsuf Has HĂ‚cib’in, Kutadgu Bilig adlı eserindeki şu nasihati ne kadar hikmetlidir:
“Ey buyuk ilim sahibi! Nefsinin esiri olma! Cunku nefsin seni esir ederse, kurtuluş fidyesi olarak, dînini ister!..”]
MevlÂn Hazretleri buyurur:
“Şunu iyi bil ki aclık, ilĂ‚cların şĂ‚hıdır. Aclığı canla başla benimse, onu hor gorme! Nice hastalık, aclıkla iyileşir. Guzel yemekler bile, acıkmadıkca hoşa gitmez!
Adamın biri buyuk bir iştahla, bayat ekmek yiyordu. Başka bir adam;
«–O bayat ekmeği ne diye bu kadar iştahla yiyorsun?» diye sordu. Adam dedi ki:
«–Sabrın sonunda aclık iki misli arttı ve bu bayat arpa ekmeği bile bana helva gibi lezzetli oldu! Sabırlı olduğum takdirde, dĂ‚imĂ‚ helva yemiş olurum!»”
[Aclık; kalbi yumuşatıp nurlandırırken, aşırı tokluk ise kalbe kasvet verir, gonlu karartır. Aclık, nefsin azgınlıklarına engel olup onun hakka ve hayra yonelmesini kolaylaştırırken, aşırı tokluk ise, mĂ‚nevî hassĂ‚siyetleri koreltir, rûhu daraltır, şuur ve idrĂ‚kin hikmet kanallarını tıkar.
Şeyh Şiblî Hazretleri de Ă‚deta bu hakîkati te’yid sadedinde;
“Ne zaman ac kaldıysam, kalbime hikmetten acılmış bir kapı buldum!” buyurmuştur.
Ebû Suleyman DĂ‚*rĂ‚nî (r. aleyh) de şoyle buyurur:
“Her nesnenin pası vardır. Gonlun pası da cok yemektir. Kim cok yerse, şu altı ceşit belĂ‚ ile karşılaşır:
1) Kıldığı namazın tadını bulamaz.
2) Unutkan olur.
3) Şefkati az olur. Zira kendisi tok olduğu icin başkalarını da tok zanneder.
4) TÂat ve ibadetlerde tembellik eder.
5) Şehveti gĂ‚lip olur.
6) Muslumanlar mescide gittiklerinde o, he*lĂ‚*ya gider.”
Bu itibarla maddî-mĂ‚nevî huzur icin, nefsi aşırı doyurmaktan sakınmak îcĂ‚b eder. Nitekim gunumuzde maddî imkĂ‚nlar bakımından bolluk icinde yaşayan pek cok insan, bedenî ve rûhî rahatsızlık, huzursuzluk, tatminsizlik, memnûniyetsizlik, şukursuzluk ve gaflet illetlerine muptelĂ‚ hĂ‚ldedir. Bu illetlerin en muhim sebeplerinden biri de, nefisleri aşırı beslemektir. Bunun tedĂ‚visi; haram ve şuphelilerden sakınmakla birlikte, helĂ‚l nîmetleri de kifĂ‚yet miktarı kullanmaktır.
Kanaat ehli, sabırlı, nefsini dizginleyen bir kula, helĂ‚l dĂ‚iresi icindeki az bir rızık bile kĂ‚fî gelir, gonlune huzur verir. Fakat aclık nedir bilmeyen obur bir kişi ise, hicbir nîmetin kıymetini bilemez, en leziz gıdĂ‚lar bile ona tatsız gelmeye başlar. Bu sebeple varlıklı kimselerin de gonul huzuru ve rûhî muvĂ‚zeneleri icin; fakir fukarayı koruyup gozetmeleri, mĂ‚temlerin civarında bulunmaları, sefĂ‚let manzaralarını go*rup ibret almaları elzemdir. Aksi hĂ‚lde varlıklı insanlar, şefkat ve merhameti unutarak kas*vet-i kalbe muptelĂ‚ olmaktan kurtulamazlar.
Nitekim Mısır’da şid*detli kıtlığın hukum surduğu gunlerde, Yû*suf (a.s.)’a şoyle sordular:
“–Sen, devletin hazinelerine hukmeden bir idĂ‚recisin. Neden kendini ac bırakıyorsun?”
O ise şu ibretli cevabı verdi:
“–Karnım tok olursa, acların hĂ‚lini anlayamam diye korkuyorum!”
Mu’minlerin sahip olması gereken bu gonul hassasiyetine dĂ‚ir, Şeyh SĂ‚dî-i ŞîrĂ‚zî’nin ibretli bir hĂ‚tırası vardır:
Bir yıl Şam’da muthiş bir kıtlık olur. Halk, perişan bir hĂ‚ldedir. Bu sırada yanına, zengin bir dostu cıkagelir. O dostu, kıtlıktan once hayli guclu-kuvvetli ve iri cusseli olmasına rağmen, onu da zayıflamış, solgun bir hĂ‚lde gorunce şaşırır. Ona nicin bu hĂ‚lde olduğunu sorar. Dostu ise bu suĂ‚le uzulup hayretler icinde:
“–Dostum! Kederimin sebebini bilmiyorsan, bu ne gaflet! Biliyorsan nicin soruyorsun? Gormuyor musun ki, felĂ‚ket son raddeye vardı…” der.
Şeyh SĂ‚dî:
“–Biliyorum! Fakat sen niye bu kadar uzulup eriyorsun ki? Senin her şeyin var…” deyince, o kemĂ‚l ehli dost şoyle der:
“–Kendisi sĂ‚hilde olup da din kardeşlerinin denizde boğulmakta olduğunu goren bir insanın kalbinde huzur olur mu? Benim şu benzim, muslumanların dûcĂ‚r olduğu ıztıraplar sebebiyle sararıp soldu… Zavallı din kardeşlerimin muzdarip hĂ‚lini gordukce, yediğim her lokma boğazıma diziliyor. Sanki zehir yutuyorum. Hemcinslerini sefĂ‚lette goren bir insan, gulistanda nasıl eğlenir? Biri ağladığında benim de gozum nemlenir…”
Bizler de, bugun Ă‚deta bir yangın yeri olan Filistin, Sûriye, Arakan ve Afrika başta olmak uzere, zulum altındaki butun musluman kardeşlerimiz icin bu kalbî hassĂ‚siyeti ne kadar gos**terebildiğimize dĂ‚ir, nefislerimizi derin derin muhĂ‚sebe et*mek mecburiyetindeyiz. Zi*ra bu husus, hepimiz icin son derece muhim bir din kar*deş*li*ği mes’ûliyeti ve Ă‚hiret ve*bĂ‚lidir.
Unutmayalım ki hic*bir golgenin bulun*mayacağı kı*yĂ‚met gu*nun*de Arş-ı ÂlĂ‚’nın golgesi altında muhafaza edilecek yedi sınıftan biri de, birbirlerini Allah icin seven din kardeşleri olacaktır.1 Bu kardeşliğin hakkını verebilmek ise, bugunku gibi zor zamanlarda yapılacak fedĂ‚kĂ‚rlıklara bağlıdır. Dolayısıyla, mazlum, mağdur ve muzdarip din kardeşlerimiz icin yapacağımız duĂ‚lar, infaklar ve fedĂ‚kĂ‚rlıklar, -inşĂ‚allah- Rabbimize hamd ve şukrumuzun de en guzel bir fiilî ifĂ‚desi olacaktır.]
CenĂ‚b-ı Hak cumlemizi, din kardeşlerinin dertleriyle dertlenen, elinden, dilinden ve gon*lunden ummet-i Muhammed’in mustefîd olduğu, comert, fedĂ‚kĂ‚r, hizmet ehli, sĂ‚lih kullarından eylesin…
Âmîn!..
Dipnot: 1. Bkz. BuhĂ‚rî, Rikak, 24.
__________________
Hak Dostlarından Hikmetler Hazreti Mevlana
Dini Bilgiler0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaţam & Danýţman
- Eđitim Öđretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Hak Dostlarından Hikmetler Hazreti Mevlana