“Gel ey gonul! Hakîkî bayram, CenÂb-ı Muhammed’e vuslattır. Cunku cihÂnın aydınlığı, O mubÂrek varlığın cemÂlinin nûrundandır.” (Hz. MevlÂnÂ)
Yaratılış olarak kÂinattaki varlıkların en şereflisi olan insanın gercek kıymeti, maddî yapısından ziyÂde mÂnevî dunyÂsında, yÂni ahlÂkında gizlidir. İnsanlığın ahlÂk ve fazîlet tÂrihi, aynı zamanda hak dinlerin tÂrihidir. Zîr guzel ahlÂk, dînin gonulde iyi hazmedilmesinin, olgunlaşıp kemÂle ermesinin bir netîcesidir. Bu bakımdan İslÂm ahlÂkı da, dînimizin ozu, esÂsı ve bizzat kendisidir.
FÂnîlerin kanaat ve telakkîleri, kÂmil bir ahlÂk nizÂmında olcu olamaz. Bir ahlÂk nizÂmının kıymeti, ne kadar ilÂhî menşe’li olduğuna bağlıdır. Cunku insan tabiatini en iyi bilen, onun yaratıcısı olan AllÂh TeÂlÂ’dır. Bu bakımdan insanlık Âleminin ahlÂkı, kendi hevÂsından bir şey soylemediği ilÂhî beyÂn ile sÂbit olan Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ve O’nun kalbine indirilmiş olan Kur’Ân-ı Kerîm ile kemÂle erdirilmiştir.
Nitekim Âyet-i kerîmede:
“(Ey Ra*sû*lum!) Onu (Kur’Ân’ı) Ceb*rÂ*îl, uyarıcılardan ola*sın di*ye Sen’in kal*bi*ne in*dir*miş*tir.” (eş-Şu*arÂ, 193-194) buyrulmaktadır.
AllÂh’ın rÂzı olduğu huy ve davranışlardan ibÂret olan guzel ahlÂk, Peygamber Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in mubÂrek lisan ve tatbikÂtı ile beşeriyyete teblîğ olunmuştur.
AllÂh Rasûlu’nun ahlÂkını soranlara Hazret-i Âişe
-radıyallÂhu anhÂ- vÂlidemizin; “O’nun ahlÂkı Kur’Ân’dır.” buyurduğu gibi, nebevî ahlÂk, tamÂmen “Kur’Ân ahlÂkı”ndan ibÂrettir. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, canlı bir Kur’Ân mÂhiyetindeki omru boyunca, her hÂl ve hareketiyle pÂk kalb-i şerîfine indirilen
Kur’Ân-ı Kerîm’in fiilî bir tefsîri olmuştur.
CenÂb-ı Hak, İslÂm ile murÂd ettiği “kÂmil insan” modelini, Haz*ret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in şahsında sergilemiş, O’nu butun bir beşeriyet icin ornek şahsiyet kılmıştır.
Yine O’nun ahlÂkını tekrîm sadedinde:
“(Ey Rasûlum!) Muhakkak ki Sen’in icin tukenmeyen bir mukÂfÂt vardır. Şuphesiz ki Sen, yuce bir ahlÂk uzeresin!” (el-Kalem, 3-4) buyurmuştur.
Guzel ahlÂkın Hak katındaki kıymetini anlamak icin, Hak TeÂlÂ’nın yuce kelÂmı Kur’Ân-ı Kerîm’e bakmak kÂfîdir. AhlÂk, Kur’Ân-ı Kerîm’de en buyuk ve esaslı yer tutan hususlardan biridir. Yine Kur’Ân-ı Kerîm’de buyuk bir yer tutan kıssalar dahî bir bakıma ahlÂkî esasları tamamlayıcı mÂhiyettedir.
AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz de:
“Ben baş*ka bir mak*sat*la de*ğil, an*cak gu*zel ah*lÂ*kı ta*mam*la*mak icin gon*de*ril*dim.” (İmÂm MÂ*lik, Mu*vat*tÂ, Hus*nu’l-hulk, 8) buyurmak sûretiyle vazîfesinin ozunu hulÂsa etmiştir.
Hakîkaten, o Varlık Nûru’nun ulvî teşrîfiyle, cihÂnın kararmış ufukları nûra garkoldu, insanlığın beklediği yeni bir saÂdet sabahı doğdu, kalbler nûrlandı, basîretler acıldı, hayÂtın bulanık akışları duruldu. O yuce Peygamber’in feyz ve bereketiyle Âlem ebedî bir bahÂra kavuştu. İnsanlığı hakîkî şeref ve haysiyetine, hayır-hasenÂta, hakka, adÂlete ve musÂvÂta O erdirdi. Hayat ve ebediyyetin sırrını O oğretti.
O yuce Peygamber, ummî bir toplumda yetişti. LÂkin getirdiği yuce kitÂb ile duny kutuphÂnelerine ışık kaynağı oldu. Gonulleri hikmet, sır ve ledunnî ilimle doldurdu. O kitÂbın gelişiyle minberler, mihraplar, kursuler, Hakk’ın hakîkat derslerini okutmaya başladı.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, butun insanlığa, hatt kÂinattaki butun yaratılmışlara rahmet oldu. Yine o Rahmet Peygamberi, bize sessiz kÂinÂt kitabının sayfalarını araladı. Gizli ve mechul dillerin zikir ve tesbîhÂtına tercumÂn oldu. İnsanlık haysiyetini kaybetmiş ve hayvÂnî bir hayÂta dalmış sîneleri gercek insanlık izzet, şeref ve haysiyetine kavuşturarak gonullerdeki muhabbet sarayının sultÂnı oldu.
O’nun muhabbetine nÂil olabilmek, ebedî bir saÂdet hazînesi, cennet vizesi ve ilÂhî huzûra kabûl vesîkasıdır. Şuphesiz ki O’nun ulvî muhabbeti, O’nda fÂnî olanların nasîbi ve kÂrıdır. Beşeriyetin en buyuk ahlÂk kahramanı olan Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in, en iyi tÂkipcileri de ashÂb-ı kirÂm ve Hak dostlarıdır. Bunların izinden yurumesini bilen mu’minler de, hakîkî insanlık haysiyetine yaraşır bir ahlÂk-ı hamîdeye sÂhip olmuşlardır.
SahÂbe-i kirÂm, gonullerini AllÂh Rasûlu’nun muhabbetiyle doldurup, O’na her hususta itaat etmek sûretiyle O’nun ahlÂkıyla ahlÂklandıkları icin CenÂb-ı Hakk’ın senÂsına nÂil oldular. Nitekim Âyet-i kerîmede:
“(İslÂm dînine girme husûsunda) one gecen ilk muhÂcirler ve ensÂr ile onlara guzellikle tÂbî olanlar var ya, işte AllÂh onlardan rÂzı olmuştur, onlar da AllÂh’tan rÂzı olmuşlardır. AllÂh onlara, icinde ebedî kalacakları, zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte bu, buyuk kurtuluştur.” (et-Tevbe, 100) buyrulmaktadır.
Bizler, artık sahÂbî olma imkÂnına sÂhip değiliz. Ancak Âyet-i kerîmede buyrulduğu uzere “onlara guzellikle tÂbî olan” mu’minlerden olup Hak TeÂlÂ’nın rızÂsına nÂil olma imkÂn ve ihtimÂlimiz hayÂtımız muddetince bÂkîdir.
AshÂb-ı kirÂmdan sonraki asırlarda da Efendimiz -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in ahlÂkını bizlere en guzel aksettirenler, AllÂh dostlarıdır ki, CenÂb-ı Hak onları bizlere numûne olarak gostermektedir. Onlar:
“Bilesiniz ki, AllÂh’ın dostlarına korku yoktur; onlar uzulmeyecekler de.” (Yûnus, 62) Âyet-i kerîmesinde buyrulduğu uzere Hak katında pek ulvî bir mevkîye sÂhiptirler. Şuphesiz ki bu ilÂhî teminÂttan nasîb alabilmek icin o Hak dostlarının izinden gitmek îcÂb eder.
AshÂb-ı kirÂm ve Hak dostları, AllÂh Rasûlu’nun mu*bÂ*rek şah*si*ye*tin*den lÂyıkı vechile his*se ala*rak O’n*da fÂ*nîle*ştikleri icin, hayatları boyunca sergiledikleri butun davranış guzellikleri, esÂsen O Varlık Nûru’nun ahlÂk-ı hamîdesinden akseden fazîlet numûneleri hukmundedir. Zîr nerede bir guzellik varsa, O’ndan bir akistir. Âlemde bir cicek bile acılmaz ki, O’nun nûrundan olmasın! O ki, o yuzden varız... O, solmayan, aksine gun gectikce tÂzelik ve terÂveti daha da artan, serÂp nûrdan ibÂret bir gonca-i ilÂhîdir.
AshÂb-ı kirÂm, AllÂh Rasûlu
-sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in talebeleridir. O’nun nebevî ahlÂkını tahsîle tÂlip olan sahÂbîler, gokteki yıldızlar gibi insanlığa fazîlet misÂlleri sergilemişlerdir. Nitekim nebevî ahlÂkın ashÂb-ı kirÂmdaki akislerinden ibÂret olan sayısız fazîlet numûnelerinden birkacı şoyledir:
Ebû DucÂne -radıyallÂhu anh- hasta iken ziyÂretine giden birisi, onun sîmÂsının nûr gibi parladığını gordu ve ona:
“–SîmÂn neden boyle parlıyor?” diye sordu. O da şu cevÂbı verdi:
“–Benim iki amelim var:
1. Beni ilgilendirmeyen hususlarda susarım.
2. Gonlum mu’minlere karşı
sû-i zandan uzak kalır. Her mu’mine husn-i zannım vardır.” (İbn-i Sa’d, TabakÂt, c. III, s. 557)
AllÂh Rasûlu’nun îmÂn kardeşliği husûsundaki tebliğ ve telkinlerinin sahÂbedeki akislerinden bir diğerini de İbn-i Bureyde el-Eslemî şoyle anlatıyor:
“Adamın biri İbn-i AbbÂs’a cirkin sozler soyledi. İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anh- ise sukût etti. Adam hayret icinde İbn-i AbbÂs’a nicin mukÂbele etmediğini sordu. İbn-i AbbÂs da:
«–Bende uc haslet var ki, bunlar sana cevap vermeme mÂnîdir.» buyurdu ve o hasletleri şoyle sıraladı:
«1. AllÂh’ın kitÂbından bir Âyet okunduğunda; keşke butun insanlar benim şu duyduğumu bilseler, diye temennî ederim.
2. Musluman bir hÂkimin adÂleti tevzî ettiğini duyunca cok sevinirim. HÂlbuki o hÂkimle hicbir maddî-mÂnevî alÂkam yoktur.
3. Muslumanların beldesine yağmur yağınca da cok sevinirim, hÂlbuki o beldede ne otlayan bir hayvanım, ne de bir arÂzim vardır.» dedi.” (Heysemî, Mecmau’z-ZevÂid, c. IX, s. 284)
İşte gonlun din kardeşliğinin muhabbetiyle dolmasının ashÂbdaki guzel bir misÂli.
AshÂb-ı kirÂmı rehber edinen, onlara guzellikle tÂbî olan mu’minlerin gonullerinin de tek bir yurek hÂline gelmesi îcÂb eder. Mu’min kardeşinin sevinciyle sevinip ızdırÂbıyla muzdarip olma diğergÂmlığı, her mu’minin
tabiat-i asliyesi hÂline gelmelidir.
Hazret-i Ali -radıyallÂhu anh- buyurur:
“İki nîmet var ki beni hangisinin daha cok sevindirdiğini bilemiyorum. Birincisi, bir adamın ihtiyÂcını karşılayacağımı umîd ederek bana gelmesi ve butun samîmiyetiyle benden yardım istemesidir. İkincisi de, AllÂh TeÂlÂ’nın, o kimsenin arzusunu benim vÂsıtamla yerine getirmesi yÂhut kolaylaştırmasıdır. Bir muslumanın sıkıntısını gidermeyi, duny dolusu altın ve gumuşe sÂhip olmaya tercih ederim.” (Ali el-Muttakî, Kenzu’l-UmmÂl, VI, 598/17049)
“Nefsî nefsî” hodgÂmlığından kurtulup “ummetî ummetî” diğergÂmlığına yukselmeyi teşvik eden nebevî ahlÂkın, sahÂbenin gonul dunyÂsındaki akislerinden bir diğeri de şudur:
İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anh- birgun Peygamberimiz’in mescidinde îtikÂfta iken bir kimse yanına gelerek selÂm verdi ve oturdu. İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anh-:
“–Kardeşim, seni yorgun ve kederli goruyorum.” dedi ve konuşmaları şoyle devÂm etti:
“–Evet ey RasûlullÂh’ın amca oğlu, kederliyim! Falan şahsın benim uzerimde vel hakkı var (mal mukÂbilinde beni ÂzÂd etmişti), fakat şu kabrin sÂhibi (AllÂh Rasûlu) hakkı icin soyluyorum ki onun hakkını odeyemiyorum.”
“–Senin hakkında onunla konuşayım mı?”
“–Sen bilirsin.”
İbn-i AbbÂs -radıyallÂhu anh- ayakkabılarını alarak mescidden cıktı. Adam ona:
“–ÎtikÂfta olduğunu unuttun mu, nicin mescidden cıktın?” diye seslendi.
İbn-i Abbas -radıyallÂhu anh-:
“–Hayır! Ben, şu kabirde yatan ve henuz aramızdan yeni ayrılmış olan zÂttan duydum ki, (bunları soylerken gozlerinden yaşlar akıyordu):
“–Her kim, din kardeşinin bir işini tÂkip eder ve o işi gorurse, bu kendisi icin on yıl îtikÂfta kalmaktan daha hayırlıdır. Bir kimse AllÂh rızÂsı icin birgun îtikÂfa girse, CenÂb-ı Hak o kimse ile ateş arasında uc hendek yaratır ki, her hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır.” (Beyhakî, Şuabu’l-ÎmÂn, III, 424-425)
AshÂb-ı kirÂmı boylesine diğergÂm, muşfik ve merhametli kılan, AllÂh Rasûlu’ne duydukları sonsuz muhabbetle O’nun izinden yurume gayret ve heyecÂnı taşımalarıydı. Oyle ki, AllÂh Rasûlu’nun sevdiğini kendi sevdiklerine tercih eder, gerektiğinde kendi arzularından ferÂgat etmekte tereddut gostermezlerdi.
Nitekim Hazret-i Omer
-radıyallÂhu anh-, Peygamber Efendimiz’in Âzatlısı Zeyd bin HÂrise’nin oğlu UsÂme’ye ucbin beşyuz dirhem tahsis etmiş, kendi oğlu AbdullÂh’a ondan beşyuz dirhem daha az vermişti.
AbdullÂh, babası Hazret-i Omer’in bu taksîmine îtirÂz ederek:
“–UsÂme’yi nicin benden ustun tutuyorsun? O benden daha cok savaşa katılmadı ki!” demişti.
Hazret-i Omer -radıyallÂhu anh-, o eşsiz adÂletine ilÂveten ne kadar zengin bir gonul ve ustun bir tevÂzû sÂhibi olduğunu gosteren şu cevÂbı vermişti:
“–Oğlum! RasûlullÂh Efendimiz, UsÂme’nin babasını senin babandan daha cok severdi. UsÂme’ye de senden daha cok muhabbeti vardı. İşte bu sebeple, RasûlullÂh’ın sevdiğini kendi sevdiğime tercih ettim.” (Tirmizî, MenÂkıb, 39)
Gunumuzde de sahÂbîler gibi AllÂh Rasûlu’nun muhabbetiyle dolup O’nun yuce ahlÂkını tahsîle tÂlip olmak mecbûriyetindeyiz. Aradan gecen asırlara rağmen onların hicbir zaman eskimeyecek, solmayacak guzelliklerini yaşayıp yaşatma gayreti icinde olmalıyız. Zîr Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’in hakîkî ummeti olma şeref ve bahtiyarlığına liyÂkatin bedeli budur.
Omer bin HattÂb -radıyallÂhu anh-’ın şu rivÂyeti, asr-ı saÂdetten sonra gelip Kur’Ân ve sunnet istikÂmetinde bir hayat yaşayanlar icin ne buyuk bir nebevî mujde ihtiv etmektedir:
“Birgun Peygamber Efendimiz’le beraber oturuyorduk. AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- bir ara:
«–Soyleyiniz, îmÂn edenler arasında en ustun îmÂna sÂhip olanlar kimlerdir?» diye sordu.
AshÂb, once melekleri, sonra peygamberleri ve daha sonra da şehîdleri en ustun îmÂna sÂhip olanlar olarak zikrettilerse de, RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- her defÂsında:
«–Evet, onlar oyledir ve bu onların haklarıdır. AllÂh onları oyle bir mertebeye cıkarmışken bu pÂyenin onlara verilmesini ne engelle*yebilir? Ama ben bunları sormuyorum.» buyurdu.
AshÂb:
«–Oyleyse kimler olduğunu siz soyleyiniz y RasûlallÂh!» deyince AllÂh Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdular:
«–Onlar, şu an babalarında ve atalarında meknuz olan bÂzı kimselerdir ki, benden sonra gelecekler, beni gormedikleri hÂlde bana îmÂn ede*cekler, beni tasdîk edecekler ve Kur’Ân’ı okuyup muhtevÂsıyla amel edecekler. İşte îmÂn edenler icinde en ustun îmÂna sÂhip olanlar bunlardır.» buyurdu.” (Ebû Ya‘lÂ, Heysemî: 10/65)
Hadîs-i şerîfteki mujdeyi doğru idrÂk edip Kur’Ân ve sunnet istikÂmetinde bir hayat yaşamak her mu’minin vazîfesidir. Aksi hÂlde Âhirette AllÂh Rasûlu
-sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in şefaat-i uzmÂsını umarken O’nun bizden şikÂyetci olması da muhtemeldir ki bundan daha buyuk bir ziyÂn duşunulemez. Nitekim kendilerine gelen
Kur’Ân-ı Kerîm’in hilÂfına bir hayat yaşayanlar hakkında Âhirette Peygamber Efendimiz’in Rabbine şikÂyette bulunacağı, Âyet-i kerîmede şoyle bildirilmektedir:
“Peygamber der ki: Ey Rabbim! Kavmim bu Kur’Ân’ı busbutun terk ettiler.” (el-FurkÂn, 30)
İşte Âhirette bu nebevî itÂba dûcÂr olmamak icin O’na ummet olmanın gerekli kıldığı şekilde yaşamak îcÂb eder. Bunun yolu da Kur’Ân-ı Kerîm’i ÂdÂbına uygun bir şekilde, yÂni mahrecine, tecvîdine riÂyetle bol bol tilÂvet etmek, derûnundaki mÂnÂlara Âşin olmak ve duygu derinliği icinde hassÂsiyet ve muhabbetle tatbik etmeye gayret gostermektir.
Boyle yaşayanlara, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-Efendimiz’in bu dunyÂda da Âhirette de muhabbet ve şefkat kanatları acıktır. Fakat Kur’Ân ve sunneti terk edip yanlış yollara sapanlar ise Âhirette buyuk bir pişmanlık ve perişanlığa surukleneceklerdir.
Nitekim Ebû Hureyre
-radıyallÂhu anh-’dan rivÂyet edildiğine gore, birgun RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, ashÂbıyla birlikte kabristana gitti ve:
“AllÂh’ın selÂmı uzerinize olsun ey mu’minler diyÂrının sÂkinleri! İnşÃ‚allÂh birgun biz de size katılacağız. Kardeşlerimizi gormeyi cok isterdim. Onları ne kadar da ozledim!” buyurdu.
AshÂb-ı kirÂm:
“–Biz Sen’in kardeşlerin değil miyiz, y RasûlallÂh?” dediler.
Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-:
“–Sizler benim ashÂbımsınız, kardeşlerimiz ise henuz gelmemiş olanlardır.” buyurdular.
Bunun uzerine ashÂb:
“–Ummetinden henuz gelmemiş olanları nasıl tanıyacaksın, ey AllÂh’ın Rasûlu?” dediler.
Peygamber Efendimiz
-aleyhissalÂtu vesselÂm-:
“–Bir adamın alnı ve ayakları ak olan bir atı olduğunu duşunun. Adam bu atını hepsi de simsiyah olan bir at surusu icinde bulamaz mı?” diye sordu.
SahÂbe:
“–Evet, bulur, ey AllÂh’ın Rasûlu!” dediler.
Bunun uzerine Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- şoyle buyurdu:
“İşte onlar da abdestten dolayı yuzleri nurlu, el ve ayakları parlak olarak gelecekler. Ben onceden gidip havuzumun başında ikram etmek icin onları bekleyeceğim. Dikkat edin! Birtakım kimseler yabancı devenin suruden kovulup uzaklaştırıldığı gibi benim havuzumdan kovulacaklar. Ben onlara «Gelin buraya» diye nid edeceğim. Bana:
«–Onlar senden sonra hÂllerini değiştirdiler, (Sen’in sunnetini tÂkip etmeyip başka yollara saptılar, buyuk gunahlar işlediler.) denilecek.
Bunun uzerine ben de:
«–Uzak olsunlar, uzak olsunlar» diyeceğim.” (Muslim, TahÂret, 39)
CenÂb-ı Hakk’a şukurler olsun ki biz Âciz kullarını meccÂnen, yÂni bir bedel odemediğimiz hÂlde Habîb-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimizin ummeti olmakla şereflendirdi. Bu ilÂhî lutfun hakîkatine ererek RasûlullÂh -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in muhabbetine ve “kardeşlerim” iltifÂtına lÂyık olabilmenin yolu, O’nun sunnet-i seniyyesine sımsıkı sarılmak ve O’nun ahlÂkı ile ahlÂklanmaktır.
Bir ya*ra*tı*lış hÂ*ri*ka*sı olan
Fahr-i KÂ*inÂt -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efen*di*miz’i ve O’nun ahlÂk-ı hamîdesini, be*şe*rî istîdÂd ve tÂ*kat dÂ*hi*lin*de kÂ*mi*len kavraya*bil*mek ve beşer kelÂmının mahdut imkÂnlarıyla lÂyıkı vechile ifÂde edebilmek mum*kun de*ğil*dir. Bu Âlem*den alı*nan in*ti*bÂ*lar, O’nu îzah ve idrÂkte ki*fÂ*yet*siz ka*lır. Bir bar*da*ğa, bir um*mÂ*nı sığ*dır*mak mum*kun ol*ma*dı*ğı gi*bi, Nûr-i Muham*me*dî’yi lÂyıkıyla id*rÂk etmek de mum*kun de*ğil*dir. O’nu anlatmak sadedinde dilimizden dokulenler ise, Âciz idrÂkimize O’nun eşsiz guzelliklerinden yansıyan kırıntı kabîlinden nasiplerdir.
Bu fÂnî Âlemde Hakk’a yaklaşabilmenin mustesn fırsat demleri olan mubÂrek gun ve geceler, aynı zamanda bir nefs muhÂsebesine girme vesîlesidir. Onumuzdeki gunlerde -inşÃ‚allÂh-şeref ve izzeti ile muşerref olacağımız mubÂrek “Mevlid kandili”ni gercek mÂnÂda idrÂk ve ihy edebilmemiz icin, ashÂb-ı kirÂmın AllÂh Rasûlu’nu nasıl tanıdıklarını, O’na nasıl muhabbet duyup ahlÂkıyla ahlÂklandıklarını, O’na rÂm olup uğrunda butun imkÂnlarını nasıl comertce sarf ettiklerini derinden derine tefekkur edip bu duygu derinliği ile kendi hÂlimizi mukÂyese etmeli, O’na ne kadar lÂyık bir ummet olabildiğimizi vicdÂnımızda mîzÂn etmeliyiz.
Y Rabbî! VelÂdet kandilinin rahmet, bereket ve fuyûzÂtı ile Rasûlunun yuce ahlÂk ve rûhÂniyetinden kalblerimize hisseler nasîb eyle! “Anam, babam, canım sana fed olsun y RasûlallÂh!” diyen mubÂrek sînelerin derûnî duyuşlarıyla gonullerimizi ihy eyle!
Âmîn!..
__________________
Nebevî AhlÂk ile AhlÂklanmak
Dini Bilgiler0 Mesaj
●15 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Nebevî AhlÂk ile AhlÂklanmak