Allah Teal Kur’an-ı Azimuşşan’da hayır ile şerri, iyi ile kotuyu, doğru ile yanlışı, guzel ile cirkini izah buyurduktan başka, bir de bunların uygulamasını gostermek uzere bu iki zıt donemi yan yana koymuştur.

Cahiliyye ile Asr-ı Saadet, Kur’an’ın amelî tefsiri, hayat halindeki tezahurudur.

Şu halde muslumanlar olarak hem Cahiliyye Donemi’ni hem Asr-ı Saadet’i iyi bilmek, doğru anlamak gibi bir yukumluluğumuz bulunuyor.

Kur’an-ı Kerim’in bir cok suresinde gecmişte yaşamış insan topluluklarının ibret verici hikÂyeleri nakledilir.

Anlatılan hadiseler “eski”dir, “gecmişte”dir ama nuzûl anından itibaren kıyamete kadar “yeni” ve “gelecek” olanı duzenler.

Demek ki “mazi” bir musluman icin tarihte kalmış, gecip gitmiş bir zaman dilimi değildir.

Kainattaki her şey gibi tarihî devirler ve hadiseler de Cenab-ı Hakk’ın bilhassa oyle takdir ve tanzim ettiği birer ayetidir. Doğru okuyup anlayabilenler icin bunlarda ibretler vardır, bugune dair mesajlar vardır.

Zamanla alakalı iki kavram olan Cahiliyye Donemi ve Asr-ı Saadet’e bu gozle bakılmalıdır.

İki ornek tablo

Cahiliyye Donemi ile onun hemen sonrasındaki Asr-ı Saadet, musluman fert ve toplulukların “nasıl olmaması” yahut “nasıl olması” gerektiğini en net, en ideal olculeriyle veren iki “ornek” tarih kesitidir.

Peki, hakkında yuzlerce cilt kitap yazılmışken, bu donemleri muslumanların bilmemesi, yahut doğru anlamaması gibi bir sıkıntı mı var?

“Muslumanım” diyenlerin buyuk coğunluğunun “cağdaş uygarlık seviyesi” sevdasına, Batılılaşma gayretine bakarsak, evet!..

Ama sıkıntı, soz konusu donemler hakkında bize yanlış veya eksik bilgi verilmesinden değil, bizim idrÂkimizden, değerlendirme tarzımızdan kaynaklanıyor.

Bu sebeple biz Cahiliyye Donemi’ni yahut Asr-ı Saadet’i anlatmaktan cok, bugunku muslumanların bakış ve değerlendirmelerini konu edeceğiz.

‘Dun’e ‘bugun’un olculeriyle bakınca

Tarihteki hadiselerin “halihazırın değişmiş olculeri” ile kavranmaya calışılması genel bir problemdir. Zaman icinde siz farkında olmasanız da tasavvurlarınız değişmiş, değer yargılarınız farklılaşmıştır.

Bugun bazı kavramlara sorgulamadan yuklediğiniz yaygın anlamlar, aynı kavramların tarihteki muhtevasına denk duşmeyebilir oysa.
Oyle ya, Asr-ı Saadet ifadesindeki saadet, “mutluluk” demek. Biz bugun “mutlu olmak”tan ne anlıyoruz mesela? Bizim kendimiz icin tahayyul ettiğimiz “mutluluk” ile Asr-ı Saadet’teki muslumanların mutluluk anlayışı aynı mıydı?

Asr-ı Saadet muslumanlarının bir eli yağda bir eli balda, cağın her turlu konforuna sahip, her istediğini “tuketen” insanlar olduğunu duşunmuyorsak bile, kendilerini neden ve nasıl mutlu addettiklerini duşunuyor muyuz dersiniz?

Yahut “cahiliyye”den ne anlıyoruz? Cahiliyye tezahurlerinden birini, mesela “kız cocuklarının oldurulmesi” barbarlığını zihnimizde dondurup cahiliyyeyi sadece bu tabloya indirgemiş, boyle bir cinayeti işlemediğimiz icin kendimizi cahiliyye safından cıkarmış olmayalım sakın!

CAHİLİYE DONEMİ'Nİ NASIL ANLAYALIM?

İslÂm; metodu, muhtevası, surekliliği, tesir sahasının genişliği ve neticeleri ile tarihin kaydettiği en buyuk inkılÂbın yegane saikidir. Vahyin bu buyuk gucunu kavrayabilmemiz, imanın bir cırpıda nasıl eskisinden farklı bir insan ve toplum inşa ettiğini gorebilmemiz icin, İslÂm’ın, cahiliyyenin en tipik tezahurleriyle yaşandığı bir zaman ve coğrafyaya inmesi gerekiyordu; oyle oldu.

Nitekim dar ve ozel anlamıyla, yani “Mekke cevresindeki putperest Arapların nubuvvetin hemen oncesindeki inanc, tutum ve davranışları” anlamıyla “cahiliyye”, hep mukayese unsuru olarak konu edilmiş bir donemdir.

Bu cercevede Sahabe-i Kiram Efendilerimizden bir kısmının, hidayet ve nubuvvet gelmeden onceki bazı tutumlarını pişmanlık sadedinde ifade edip bunları “cahiliyye” olarak nitelemeleri; Hz. Peygamber s.a.v.’in bazı yanlış davranışları cahiliyye adeti yahut kalıntısı diye adlandırıp yasaklaması, cahiliyyenin sadece bu tutum ve davranışlardan ibaret olduğu kanaatine yol acmamalıdır.

Cahiliyyenin belirtileri, cahiliyyenin kendisi değildir. Evet, ahlÂksızlık, kadınların acılıp sacılması, kız cocuklarının diri diri toprağa gomulmesi, asabiyye, kan davası, bedevî kabalığı, tefecilik, somuru, kibir ve inat cahiliyyedendir. Ama bir kavram olarak cahiliyye bunlardan ibaret değildir. Peki nedir oyleyse?

‘Cahiliyye’ ne demektir?

“Cahiliyye(t)”, cehl kokunden turemiş “cahil” kelimesinden yapılma bir mastardır; “cahillik” demektir. “Nefsin ilimden mahrum ve hÂlî (boş) olması” durumunu ifade eder.

Bu durumun tabii sonucu olarak “hakikatin dışında bir şeye inanmak (şirk)” ve “itikadı doğru olsa bile bunun aksine davranmak” gibi iki anlam daha taşır.

Hemen işaret edelim; şu son anlam, eğer gunah işlemekte ısrarımız varsa, muslumanlığımıza rağmen bizi Cahiliyye’ye dahil ediyor.

Ustelik asıl ve ilk anlamın nefsimizde bulunduğunu da gosteriyor. Zira “ilim” yoksunluğu ya şirke duşurecektir insanı ya da kÂmil bir imana imkan vermediğinden gunah batağına...

“İlim” olmadan iman-ı kÂmil olmuyor cunku.

Bugun kime ‘cahil’ diyoruz?

Cahiliyye ile ilgili asıl problem, kavramın “ilimden yoksun olmak” şeklindeki temel anlamının Turkce’de oteden beri “bilgisizlik” kelimesiyle karşılanmasından kaynaklanıyor.

Kur’an-ı Kerim meallerinde de mesela “bi-gayr-i ilmin” ifadesi, belki pratik olmak zaruretiyle, bazan “bilmeden/bilgisizce”, bazan da “cahillikle” şeklinde Turkce’ye cevriliyor; neticede “cahillik” kavramı “bilgisizlik” olarak kafalara yerleşiyor.

Hele bir de “bilgi”ye yaşadığımız cağın şartlandırmalarıyla “cahil”lerin verdiği anlamı veriyorsak, iş iyice sarpa sarıyor.

Şoyle bir kendimizi yoklamaya ne dersiniz? “Cahil” deyince bugun coğu muslumanın aklına “okula gitmeyen, okur-yazar olmayan, bu sebeple de bir takım malumattan yoksun” insanlar gelmiyor mu?

Hatta bir adım daha ileri gidip boyle insanların bulunduğu toplumları “geri kalmış, ilkel” ilan etmiyor muyuz?

Son teknolojiyle donanmış ofislerinde “bilgi cağı”nın butun imkanlarından faydalanan, luks icinde yaşayan, fert başına duşen milli geliri yuksek toplumların “uygar”lığını imrenerek kabul ederken, mesela hayat standardı duşuk, fakir, cok cocuklu ailelerin “cehalet”ine hayıflanmıyor muyuz?

Cahiliyye toplumları bir yığın şey biliyordu

“Boyle değilse nedir?”in cevabına gecmeden, şu tasavvurumuzun “Cahiliyye Donemi”ne denk duşup duşmediğine bakalım:

Bir kere Cahiliyye Arapları bizim anladığımız gibi “bilgisiz” değildi; pek cok şeyi biliyorlardı.

“MuallakÂt”ı hatırlayın; eşsiz şiirler soyleyebiliyorlardı mesela. Ticarî konularda uzerlerine yoktu. Saatlerce irticalen “hatasız” konuşabiliyor, at uzerinde zihinden satranc oynayabiliyorlardı.

Cahiliyye’nin sembolu olduğu icin Peygamberimiz s.a.v.’in “Ebu Cehil”, yani “cehaletin babası” kunyesiyle andığı Amr ibni Hişam, o gunun şartlarına gore luks ve servet icinde yaşayan, muşriklerin danışma meclisi DÂru’n-Nedve’de sozu gecen, nufuzlu biriydi. Okur yazardı ve bir peygamberin geleceğini bilenlerdendi. Ama o peygamberin kendi kabilesinden olmamasını kabullenmiyordu.

Neticede bircok şeyi “biliyordu” yani. Yine de Peygamberî niteleme ile Ebu Cehil’di işte.

Bakış acımızı biraz daha genişletelim:

“Cahiliyye” genel olarak sadece İslÂm oncesindeki Arap toplumuna ozgu bir sıfat değildir.

En azından “hakikatin dışında bir şeye inanmak” anlamıyla o devrin iki buyuk uygarlığı Bizans ve SÂsÂnîler (İran) da cahiliyyenin ta kendisidir. Evet, “buyuk uygarlık” olmalarına rağmen “cahiliyye”dir.

İslÂm nurunun Mekke’de zuhuru esnasında Bizans, Ayasofya gibi mimarî şaheserler inşa eden bir teknolojiye sahipti. İslÂm aleminden cok once yuksek okullar acmış, buralarda okutulmak uzere kalın kalın kitaplar yazmışlardı. İran Kisraları en ince işciliklerle bezenmiş saraylarında şaşaa icinde yaşıyordu bu devirde.

Ama yine de “cahiliyye” idi.

Her bilgiden ilim olmaz

Demek ki cahiliyye, yani nefsin “ilim”den yoksun olması, genel anlamda “bilgisizlik” değildir.

Sahip olunan bilgi ve malumatın, kaynağı, niteliği ve mueyyidesi (yaptırım gucu), onu ilmî veya gayr-i ilmî yapar. Yani her bilgi “ilim” olmaz.

Onun icin Kur’an-ı Kerim’de “cahillik”, “bilgisiz olmak” tabiriyle değil “ilmin dışında olmak” (bi-gayr-i ilmin) tabiriyle karşılanmıştır.

Peki oyleyse “ilim” nedir?

İslÂm’da ilim, “bir şeyin hakikatini idrak etmek”tir ve ozel olarak “vahy”in karşılığıdır.

“İlim” denince, bir muslumanın aklına oncelikle vahiy ve vahyin anlaşılması cercevesinde şekillenen “şer’î ilimler” gelmelidir. Muslumanın erkeğine de kadınına da farz olan ilim budur.

Madem ki ilim “hakikatin anlaşılması” ile ilgilidir, Mutlak İlim Sahibi’nin kendi hazinesinden bize bahşettiği, peygamberleri vasıtasıyla gonderdiği bilgiler kadar hangi bilgi bize hakikati daha doğru gosterebilir?

Cenab-ı Hakk’ın rahmet sıfatının tecellisi olarak kendi ilminden bize ikram ettiği “hakikat bilgisi” yahut “hakiki bilgi”, muslumanın her konudaki olcusunun, hareket noktasının, bakış acısının, kavramlarının, değerlerinin ve tasavvurlarının yegane belirleyicisidir.

Alim, insan-ı kÂmil’dir

Esasen kainat ve insanın nicin yaratıldığı, ahiret hayatı.. gibi temel meselelerin hakikatini, “vahy”in, yani “ilm”in haricinde bir bilgiyle, “beşer” donanımıyla idrak etmek mumkun de değildir.

İslÂmî ilim “beşer”e değil “insan”a hitap eder. Bu sebeple ilmin kendisi kadar, bu ilme muhatap varlığın idraki de “ilim”dendir. Zira Cenab-ı Hak, “Âdemiyyet”imize daha yaradılış aşamasında “ilÂhî ilmi” idrak edebilecek bir kabiliyyet, bir fıtrat bahşetmiş; ancak “imtihan” gereği bunu “beşeriyyet”imizle perdelemiştir.

İlm-i İlÂhî “kalp” ile idrak edilebilir; ama, silinerek iyice temizlenmiş bir aynanın goruntuyu net olarak verebilmesi gibi, tezkiye edilmiş bir kalp ile...

Tasavvuf bunun icin onemlidir, “ilm”in kapısıdır. Bunun icin iman “kalp” ile tasdik edilebilir. Bunun icin alim “insan-ı kamil”dir. Kalpte iman yoksa, kişi dunyalar kadar malumat kesbetsin, alim sayılamaz. İmanın kalp ile tasdikinin delili ise salih amel ve istikamettir.

Bu vesile ile “alim” tasavvurumuza da acıklık getirelim: Bir suru şey biliyor olmak, bunları etkileyici cumlelerle yazıp soyleyebilmek “alim” sıfatını kazanmak icin yetmez.

Bu bilgilerin “ilm”den olması gerekiyor, bir. İki; bu ilmin kalp ile tasdiki, yani iman şart. Ucuncusu de butun bunların delili olarak salih amel ve istikamet.

İşte bu sebepledir ki “Kulları arasında Allah’tan en cok korkanlar alimlerdir.”, “Alimler peygamberlerin vÂrisleridir.” ve “Alim, Âbidden ustundur.”

Bilgi, ‘zan’ ve ‘hevÂ’dan kaynaklanınca

Hulasa, bir “bilgi”nin “ilim”den addedilebilmesi, insanı cehaletten kurtarabilmesi icin “Allah’dan gelmesi, doğruluğuna iman edilmesi ve bu iman istikametinde davranmayı gerektirmesi” şartı vardır. Bu nitelikleri taşımayan bilgi ve malumat, ne olursa olsun, insanı “cahiliyye” kategorisinden cıkarmaz.

Nitekim insanoğlunun bugun sahip olduğu pek cok bilgi, onun zannının veya hevÂsının eseridir. İşte cahiliyye tam olarak boyle bilgilerle davranmak demektir; İslÂm olmanın tersi bir tutumu ifade eder.

Tasavvurlarınızı, değerlerinizi, davranışlarınızı vahiy mi belirliyor, hev ve hevesleriniz mi?

Herkes kendi hevÂsına gore hukum verirse o toplumda barış ve huzur değil “catışma” olur. Catışma rekabeti, guc kullanmayı, şiddeti ve tedhişi davet eder. Guclulerin haklılığını, gucsuzlerin haksızlığını tabii sayan bir sistem oluşur zamanla. Surekli guclu kalabilmek icin, “somuru” bir yontem haline gelir. İnsanlar hep almanın, sahip olmanın, biriktirmenin peşindedir. Giderek maddeye ve tutkularına kole olurlar. Kalpler kararmış, insanî duygular korelmiştir. Dunyalarını cennet kılma girişimleri, bazan bunu başarmış gibi gorunseler de onları mutlu etmez. Hep bir huzursuzluk, tedirginlik, tatminsizlik, korku ve ofke icindedirler. En ileri teknolojilerine, luks icindeki hayatlarına rağmen alkol ve uyuşturucu illeti yakalarından duşmez. AhlÂksızlık, boşanma ve intihar istatistikleri yukarılarda seyreder. En cok korktukları, varlığına tahammul edemedikleri insanlar, gerektiğinde dunyasını, dunyalığını ve canını feda edebilen, dolayısıyla cahiliyyenin goz kamaştırıcı kudretinden korkmayan muminlerdir.

Cahiliyye, insanların İslÂm’a tabi olmayıp nefsanî arzularla hareket ettiği, zulum ve somuru ile beslenip ayakta duran rejimlerin hukum surduğu her zaman ve mekanda varlığını surduruyor demektir. Gelip gecmiş bir devir değildir yani.

Hz. Peygamber s.a.v. de Cahiliyye’ye gecmişte kalan bir donem olarak bakmamış, cahiliyyeyi her devirde hortlamaya hazır bir tehlike gibi gorerek, bu yonde ikazlarda bulunmuştur.

Bugun ummet icindeki cahilî tutumlar bir yana, Batı uygarlığının temelindeki “modernizm” denilen anlayış, tarihin kaydettiği en şedit ve tehlikeli bir “cahiliyye” orneğidir.

İlim, ilim bilmektir

Konunun bu kısmını gecmeden, akla takılabilecek bir soruya cevap arayalım:

İslÂmî anlamda “ilim”, şer’î ilmlerden ibaretse, diğer ilimleri “ilim”den saymayacak mıyız?

Yahut “zann” ve “hev” ile değil, ama “yakîn” ile elde edilen, ustelik bugunku gelişmiş toplumlara hayli avantaj sağlayan “bilgi”leri nereye koyacağız?

Ozel anlamı dışında “ilim” kelimesinin her turlu bilgiyi kapsayacak şekilde kullanılması bizde de yaygındır. Boyle olduğu icindir ki Efendimiz s.a.v. “Faydasız ilimden Allah’a sığınmamızı” tavsiye buyurmuştur.

Hadis alimleri buradaki “faydasız ilm”in terim anlamında “ilim” olmadığı, zan ve hevÂya dayalı bilgi olduğu hususunda muttefiktir.

Demek ki bugun genel olarak ilim kapsamına alınan bazı bilgiler “faydasız” olmaktan da ote “tehlikeli”dir. Naslarla celişen, insanı asıl vazifesinden yani kulluğundan alıkoyan her turlu beşerî bilgi boyledir.

İslÂmî literaturde daha ziyade “fen” kelimesiyle karşılanan “musbet” veya “aklî” ilimler ise, bunları tahsil eden insanın bir ayağının hakikat noktasında sabit durması ve hep Rıza-yı İlÂhî’yi gozetmesi kaydıyla teşvik edilmiştir.

Bu “duruş”, boyle bilgileri tahsile yonelen insanın “kendini bilmesi”dir. Onun icin Yunus laf olsun diye “İlim, ilim bilmektir / İlim, kendin bilmektir.” dememiştir.

Birincisi, ilmin esası, olmazsa olmaz şartı, insanın kendi hakikatini, asıl kimliğini, bu dunyada bulunuş sebebini bilmesidir.

İkincisi, musbet ilimlerin (bilim veya fennin) verileri başlıbaşına bir “değer”dir ama bunun kendini bilmeyen insanların elinde buyuk bir felakete donuşebileceği hesaba katılmalıdır.

Ote yandan mevcudatın da Allah TealÂ’nın “ayetler”inden olması ve yeryuzundeki her şeyin insana musahhar kılınması, fennî (bilimsel) calışmaları zaten muslumanın vazife ve sorumlulukları arasına dahil etmektedir.

Şoyle bağlayalım: İslÂm dunyevî bilgileri, hayatı kolaylaştıran teknoljiyi de teşvik eder. Ama putlaştırmamak ve asıl “ilm”i ihmal etmemek kaydıyla...

Zira bizim olculerimize gore “kendini bilmeyen”, hakikatinden ve dunyadaki kulluk vazifesinden habersiz bir insan, dunyanın butun fenlerini bilse dahi “cahil”dir.

Kendini bilen, dolayısıyla Allah’ı bilen de, velev okur yazar olmasın, cahil addedilemez.

ASR-I SAADET'İN SAADET'İ

Asr-ı Saadet bir kere butun insanlığın, butun ummetin mutluluğuna vesile olduğu icin Asr-ı Saadet’tir.

İnsanlığın hidayet kaynağı Kur’an bu devirde nazil olmuş, alemlere rahmet olarak gonderilen Peygamber s.a.v. bu devirde dunyayı teşrif etmiş, peygamberlerden sonra insanların en buyukleri Sahabe-i Kiram bu devirde yaşamıştır.

İslÂm’ın en ideal pratiğinin yaşandığı, Ashab’ın eşsiz bir iftihar tablosu sergileyerek dunya imtihanının nasıl verileceğini orneklediği altın bir cağdır Asr-ı Saadet.

Ve şuphesiz en cok da bu asrı idrak eden muminler icin bir bahtiyarlık zamanıdır. Rasullah s.a.v.’in tedris ve terbiyesinden gecmekten, O’nun iltifatına mazhar olmaktan, Kur’an’da isimlerinin zikredilmesinden, yaşarken Cennetle mujdelenmekten daha buyuk bir mutluluk olabilir mi?

Fakat Ashab’ın bu mazhariyyeti imanlarının, ahlÂk ve faziletlerinin, fedÂkarlıklarının, Efendimiz s.a.v.’e sadakatlerinin, ilk olup onde gitme iştiyaklarının, İbni Mes’ud r.a.’ın dediği gibi “dunyanın umurlarında olmamasının” bir semeresidir.

Madem bizim icin sadece ovunme vesilesi yapılacak bir donem değildir, madem ornek almak ve oyle olmaya calışmak bizim icin bir vecibedir, Ashab’ın “saadetine” biraz yakından bakalım oyleyse...

‘Bir ip ver ve carşının yolunu goster.’

Hicret’ten sonra evine sığındığı Ensar’dan sahabînin “Neyim varsa seninle paylaşmaya hazırım” Âlicenaplığı karşısında Muhacir’den Abdurrahman ibni Avf r.a.’ın soylediği sozler bunlar...

Kardeşine yuk olmak istemiyor ve “Bana bir ip ver, Medine carşısının yolunu goster!” diyerek hamallık yapmaya koyuluyor.

Peki kim bu Abdurrahman ibni Avf? Mekke’nin en zengin, en itibarlı tuccarlarından; servetinin hesabı yapılamayan biri... Musluman olmuş, Mekke’yi, butun işini, duzenini, servetini, rahatını terkederek Medine’ye hicrete mecbur kalmış. Hamallığa soyunuyor ve “mutlu”!

Yahut BilÂl-ı Habeşî...

Musluman olduktan sonra en ağır hakaretlere, işkencelere maruz kalıyor ama yine de en cok bu sırada “mutlu”!

Boyle yuzlerce ornek var. Bu “mutluluk” anlayışı bizim mutluluk tasavvurumuza benziyor mu dersiniz?

“Cahiliyye’ye mi yoksa Asr-ı Saadete mi mensubuz?” sorusunun ilk cevabı burada. Tasavvurlarımız hangisine uygun duşuyor?

Zira Cahiliyye ile Asr-ı Saadet arasındaki temel farklardan biri “kavram” farkıdır. Daha doğrusu İslÂm, kavramları “yeniden” ve elbette kendi olculerine gore oluşturuyor. Kelime-i tevhid’deki gibi once “l” diyor, her şeyi siliyor; sonra kendi tasavvurunu kuruyor.

Din, hayata mudahale etmeyen teorik bir fantezi değildir. “Oyle kal ama İslÂm’ı da bir din olarak kabûl et..” deseydi Hz. Peygamber, Kureyş’in muşrik kalantorlarıyla hicbir meselesi olmazdı.

Gunde kırk defa din değiştirebilen, neye inandıklarını kendileri de bilmeyen Kureyş mutegallibesi icin İslÂm pekÂl kırk birinci din olabilirdi.

Ama hayır... İslÂm onlara Habeşli BilÂl ile eşit ve kardeş olacaksınız diyordu, “hazzı” değil “hayr”ı talep edeceksiniz diyordu, “alarak” değil “vererek” mutlu olacaksınız diyordu; doğruyu, yanlışı, iyiyi kotuyu ve tabii “mutluluğu” yeniden tanımlıyordu ve bu onların işine gelmiyordu.

Mekkeli muşriklere “İslÂm’ı kabul ettik deyin ama bildiğinizi de yapın.” teklifinde bulunulsaydı problem cıkarırlar mıydı acaba?

Değilse, bugun biz elhamdulillah muslumanız dedikten sonra, alarak mı vererek mi mutlu oluyoruz? Hayır icin hangi haz ve konforumuzdan mahrum bırakıyoruz kendimizi?

Sahabe: Ummetin en hayırlısı

“Asr-ı Saadet” adlandırması Hz. Peygamber s.a.v.’in şu hadisine dayandırılır: “İnsanların en hayırlıları benim asrımda yaşayanlardır. Sonra bunları takip edenler, sonra da bunları takip edenlerdir.”

“Selef” veya “mutekaddimûn” diye bilinen bu uc nesil, Ashab, Tabiîn ve EtbÂu’t-tabiîn’dir ki, takvaları, dine bağlılıkları, fedÂkarlıkları, hizmetleri, din dışı etkilerden uzak olmaları gibi vasıflarıyla ummetin en buyukleridir.

Dikkat ceken husus, metninde “saadet” kelimesi gecmemesine rağmen bu hadis-i şerifin Asr-ı Saadet tabirine mesnet yapılmasıdır.

Yani “en hayırlıları” ifadesi “en mesut olanlar” şeklinde anlaşılmıştır ki, yukarda da işaret edildiği gibi İslÂm’ın mutluluk tasavvurunun “hayr”a dayandığına, “hayırlı insan” sayılabilmenin gerekleriyle anlam kazandığına delalettir.

Sahabe başkasının maddi varlığına yahut kazandığına goz dikmez, onun kendine yonelmesini istemez; belki kardeşlik sorumluluğu gereği başkasının ne kazanmadığıyla, neyinin eksik olduğuyla ilgilenir.

Şuphesi, dikkati ve tecessusu kendi eline gecen uzerindedir. Kılı kırk yararak, başkasının hakkının gecip gecmediğine, haramın veya şupheli şeylerin karışıp karışmadığına dikkat eder.

Vermek, infak etmek, diğer muslumanlara imkan hazırlamak icin kazanır. Parasının veya malının bizatihi bir değer taşımadığını, ancak hizmete vesile yapıldığı oranda değer kazandığını bilir; onun icin de hic yuksunmeden fî-sebilillah, nesi var nesi yok infak eder.

Rızkın Allah’tan olduğuna iman etmiştir. Bu iman ve teslimiyetin mukafatından emindir, cunku iman ve teslimiyetinden emindir.

“Gelecek kaygısı” taşır ama bu gelecek de bizim anladığımız “gelecek” değildir. Hesap gunudur, Mizan’dır, “oldukten sonra gelecek olan”dır.

Sahabe-i Kiram’ın en değerli varlığı ana-babalarıydı. Bu sebeple Rasullah’a hitap ederken hep “Anam babam sana feda olsun” diye soze başlarlardı.

Kuru bir laf değildi bu. Hakikaten ana babalarını fed ettiler. Evlatlarından gectiler. Mallarının, servetlerinin tamamını verdiler. Yeri geldi, canlarını verdiler. Verilebilecek her şeylerini verdiler ve bu dunyada tadılabilecek en buyuk bahtiyarlığa boylece nail oldular. Asr-ı Saadetin “saadeti” bir yanıyla boyledir.

Kisraya yol gosteren coban

Asr-ı Saadet’teki “saadet”in obur yanı, butun imkansızlıklarına, zorluklarına, meşakkatine, aleyhte gibi gorunen şartlarına rağmen, Ashab’ın kendi durumunun ustunluğune inanması, kendinden emin olması, akamete uğramaktan endişe duymaması, ne kadar goz alıcı olursa olsun cahiliyye yaşayışına imrenmemesidir.

Buna “sekînet” derler. Vakar, sebat, guven ve gonul rahatlığının huzuru anlamınadır. Korku, alttan alma, taklide calışma, halinden memnun olmama gibi tavırlara sebebiyet veren kucukluk kompleksinin zıddıdır. Peygamber’e sadakat ve iman halinde Cenab-ı Hakk’ın muminlerin kalplerine indireceğini vadettiği bir cemiledir.

Hz. Peygamber s.a.v. İran hukumdarını İslÂm’a davet eden bir mektup yazar ve bunu Abdullah ibni HuzÂfe r.a. ile gonderir.

Abdullah ibni HuzÂfe, musluman oluncaya kadar kardeşi Kays ile birlikte deve cobanlığı yapmıştır. Bir deve cobanı ne kadar bilgi, luks ve imkÂna sahip olabilirse o kadarına sahiptir.

Alır Rasulullah’ın mektubunu, SÂsÂnîlerin o ihtişamı dillere destan sarayına varır; suslu kapılardan, altın avizeli salonlardan gecer, mucevherlerle donanmış tahtındaki Kisra’nın karşısına dikilir ve der ki: “Ey Kisra! Seni Allah’a kul olmaya davet ediyorum!”

Culsuz bir muslumanın koca bir Kisraya yol gostermesi olacak iş midir? Hiddetinden kopurur İran hukumdarı ve Rasullah s.a.v.’in mektubunu okumadan yırtar.

Abdullah İbni HuzÂfe, Kisra’nın zavallılığına acımış; deve cobanlığını dert etmeden, Kisra’nın yerinde olmadığına samimiyetle şukretmiştir.

Muslumanlar olarak modernizm denilen cahiliyyenin luks, ihtişam ve teknolojisine imrenerek bakıyor, kendimizi onlardan aşağı goruyorsak, bu, “sekînet” nimetinden mahrumiyete işarettir.

Rasullah s.a.v.’e sadakat ve ittiba olmadan “sekînet” gelmez. Rasullah s.a.v..’e sadakat ve ittibada noksanımız varsa, Asr-ı Saadet ozlemimiz sahte bir duygu olmaktan oteye gecmez.

İmkanları ne olursa olsun, “cahiliyye”ye imrenmek, bırakın Asr-ı Saadet’teki “saadet”i bulmayı, dalÂlete duşurur bizi.

Zir Kur’an ve hadislerde cahiliyyenin, yani ehl-i ehvÂ’nın “kendi dalÂletleri”nden ziyade, “dalÂlete duşurmeleri”ne ozellikle dikkat cekilir; muslumanlar, bunlara uymamak konusunda ikaz edilir.

‘Onlar bir ummetti geldi, gecti.’

Hz. İbrahim a.s. ile Hz. Yakub a.s.’a tabi olanları kastederek İsrailoğulları’na boyle sesleniyor Kur’an ve ekliyor:

“Onlara kendi kazandıkları, size de kendi kazandığınız...” (Bakara, 134)

Yani, elbette onlar ornek bir ummetti; ama sizler “Biz onların cocuklarıyız, onların devamıyız.” diye ovunup kuru bir mensubiyet iddiasıyla kurtulamazsınız, mesajını veriyor.

Cahiliyye ve Asr-ı Saadet ibret ve ornek alınmak icindir. Cahiliyyeyi zemmetmek, Asr-ı Saadet’i ovmek bizi kurtarmaz.

Sadece sozumuzun değil, ozumuzun veya halimizin de bu iki donemden hangisine uyduğu onemlidir.

Adı ustunde: Cahiliyye de Asr-ı Saadet de bir “devir” veya “donem”... Devredip yahut donup duruyor işte. Ve dunyaya gelen her nesil kÂl ile değil, hÂl ile bu donemlerdeki yerini kendisi seciyor.
__________________