Peygambersiz donemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, ozellikle Ummet-i Muhammed icin son derece onemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulu’nun sunneti..” buyurmuştur.
Muminleri diğer insanlardan ayıran en temel ozellik, “istikamet uzere” yuruyor olmalarıdır. Onlara bu farklılığı kazandıran ise, peygamberler silsilesinin tarih boyunca insanlığa hatırlattığı, uygulamalı olarak gosterdiği ve nihayet Son Peygamber s.a.v.’de ekmel seviyesine ulaşan ozelliktir: Hayatı “rabbanî” boyutuyla hissetmek ve yaşamak!..

İnsanın da, evrenin de kaynağı aynı ilahî irade olduğuna gore, hayatı boyle gormenin ve yaşamanın şaşılacak bir durum olmadığını, hatta meseleyi boyle değerlendirmenin esas olduğunu anlamak zor değil. “Allah’tan geldik ve yine O’na doneceğiz” (Bakara, 156) demek, hayatın rabbanî yonunu varlık anlayışımızın merkezine koymak demektir.

İşte bu noktada başta Efendimiz s.a.v. olmak uzere peygamberler silsilesinin (hepsine selam olsun) insanlık icin arz ettiği onem karşımıza cıkıyor. Onlar olmasaydı varlığı ve hayatı bu kıvamda kavrayıp hissedebilir miydik?

Peygambersiz donemde yaşamak

Yuce Rabbimiz tarih boyunca insanlığı rehbersiz bırakmamış, yollarını her şaşırdıklarında kullarına, rahmet ve merhametinin bir tecellisi olarak 124 bin peygamber gondermiştir (Ahmed b. Hanbel, el-Musned, 5/266). Son Peygamber s.a.v.’in insanlığa getirdiği, hatırlattığı, oğrettiği ve yaşadığı ise, rabbanî hayatın zirve seviyesiydi.

Burada bizi bekleyen onemli bir soru var: Efendimiz s.a.v.’den sonra peygamber gelmeyeceğine gore, gelişen olaylar ve değişen durumlar karşısında Ummet-i Muhammed rabbanî istikametini nasıl muhafaza edecek?

Şurası acıktır ki, peygambersiz donemde yaşamak “peygambersiz yaşamak” değildir. Bu, ozellikle Ummet-i Muhammed icin son derece onemli bir noktadır. Zira Efendimiz s.a.v., “Size iki şey bırakıyorum; onlara sıkıca sarıldığınız zaman asla yoldan sapmazsınız: Allah’ın Kitabı ve Rasulu’nun sunneti..” (el-Muvatta, el-Mustedrek) buyurmuştur.

Efendimiz s.a.v.’in buyurduğu her şey haktır. Dolayısıyla Kur’an ve Sunnet’e gereği gibi sarıldığımızda, onları hayatımızın merkezine yerleştirdiğimizde yoldan sapmamız da, rehbersiz kalmamız da soz konusu olmayacaktır.

Ancak Ummet-i Muhammed’in şu anda icinde bulunduğu ahvale baktığımızda, aklımıza kendiliğinden bir soru daha takılıveriyor: Allah ve Rasulu’nun arzu ettiği hayatı yaşamanın garantisi Kur’an ve Sunnet ise, bu iki temel kaynak şu anda elimizde olduğuna gore, nicin bu durumdayız? İslÂm alemi olarak icimize ve dışımıza coreklenmiş bulunan bunca zilletin, meskenetin, acının ve ızdırabın izahını nasıl yapabiliriz? Kur’an ve Sunnet hayatımızda beklenen donuşumu nicin gercekleştirmiyor?

Miras mevcut, ya vÂris?

Efendimiz s.a.v.’in sunnetini Kur’an’ın hayata indirilmiş, ete-kemiğe burunmuş hali olarak tavsif etmek yanlış değilse, şunu rahatlıkla soyleyebiliriz: Şu anda elimizde Efendimiz s.a.v.’in mirası olarak Sunnet-i Nebeviyye eksiksiz bicimde mevcut bulunuyor. Zira geriye doğru kac yuzyıl gidersek gidelim, gecmişimize hayat verenin de aynı kaynak olduğunu tesbit etmek zor olmayacaktır. Oyle ise aynı hayat kaynağına sahip olduğumuz halde, gecmişimizi bugunumuzle kıyaslanamayacak şekilde adil, merhametli, dirayetli, seviyeli, bilgili, takvalı ve “muhteşem” kılan neydi acaba?

Bu sorunun tek cevabı olduğunu duşunuyoruz: Hayatın merkezinde ulemanın bulunması...

Yani Efendimiz s.a.v.’in mirası her zamanki zenginlik ve canlılığıyla varlığını muhafaza ediyor; ancak onu ehliyet ve liyakatle okuyan, değerlendiren, hayata intikal ettiren ve bize tekrar hayat vermesini sağlayan “Peygamber vÂrisleri” kadrosunda sıkıntı yaşıyoruz. Bir taraftan bu sıkıntı “kemiyet” boyutunda kendini gosterirken, diğer taraftan da o kadro ile toplumun ilişkilerinde yaşanan arızalar dikkatimizi cekiyor.

Şu bir gercek ki, Kur’an’ı ve Sunnet’i hakkıyla anlamak, yaşamak ve topluma aktarmak, her şeyden once bir birikim, seviye, ehliyet ve liyakat meselesidir. Gecmişte Kur’an ve Sunnet bizi dunyanın sayılı toplumlarının onderi yapmışsa, bunun temelinde ilim muesseseleri vardır; toplum ve devlet hayatımızın merkezini teşkil eden ilim muesseseleri...

Bugun yaşadığımız sıkıntıların kaynağında ise, o muesseselerin ve onlara vucut veren “Peygamber vÂrisi” ulemanın toplumsal hayatın merkezi ile irtibatının koparılmış olması yatmaktadır. Hal boyle olunca, Kur’an ve Sunnet adına konuşan, yazan, toplumu yonlendiren pek cok kimsenin “Peygamber vÂrisi” olma vasfından hayli uzak bulunması gibi bir garabetle karşı karşıya gelmemiz kacınılmaz oluyor.

Tam bu noktada biraz durup, Efendimiz s.a.v.’in alimi oturttuğu konuma bir bakalım: Şoyle buyurmuş Alemlerin Efendisi s.a.v.: “Alimler peygamberlerin vÂrisleridir.” (Değişik rivayet yolları ve lafızları icin bkz. ez-Zeyla’î, Tahrîcu’l-AhÂdîs ve’l-ÂsÂr, 3/9 vd...)

Bu demektir ki Efendimiz s.a.v.’den bize intikal eden ne varsa hepsi uzerinde soz soyleme ve goruş beyan etme selahiyeti munhasıran O’nun vÂrisleri olan ulemanındır!

İlim, hayatımızın en onemli meselesiydi

Sahabe’den (Allah hepsinden razı olsun) Ebu’d-Derd hazretleri bir gun Şam mescidinde talebeleriyle otururken yanına bir adam geldi. Aralarında şu konuşma gecti:

- Ey Ebu’d-DerdÂ! Peygamber s.a.v. şehrinden (Medine’den) buraya, senin Rasulullah Efendimiz s.a.v.’den işittiğini duyduğum bir hadisi senden bizzat dinlemek icin geldim.

- Burada başka bir hacetin yok mu?

- Hayır.

- Ticaret icin de mi gelmedin?

- Hayır.

- Sadece o hadisi benden dinleme arzusuyla mı geldin yani?

- Evet.

- Ben Rasulullah s.a.v.’in şoyle buyurduğunu işittim: “Kim ilim talebiyle bir yola girerse, Allah bu sebeple onu cennet yollarından bir yola sevk eder. Melekler kanatlarını ilim yolunda olan kimseye hoşnutlukla sererler. Goklerde ve yerde bulunanlar, (hatta) sudaki balıklar alim icin dua ve istiğfar ederler. Alimin abide ustunluğu, ayın ondordundeki dolunayın diğer yıldızlara olan ustunluğu gibidir. Alimler peygamberlerin vÂrisleridir. Peygamberler miras olarak dinar ve dirhem (mal ve servet) bırakmazlar; ilim bırakırlar. Kim o ilmi elde ederse, cok buyuk bir nasip elde etmiş olur.” (Ebu Davud, Tirmizî, İbn MÂce, Ahmed b. Hanbel)

Peygamber - ilim ilişkisi

İlmin hayatımızın en onemli meselesi olduğunu soylerken dikkate aldığımız bir husus var: Allah TealÂ’nın, artırması icin Efendimiz s.a.v.’in kendisine dua ve talepte bulunmasını istediği tek şey ilimdir. “De ki: Rabbim, ilmimi artır.” (TÂ-HÂ, 114) emr-i ilahîsi, aynı zamanda Efendimiz s.a.v.’e, ummetine bırakacağı mirasın artmasını talep etmesi anlamını da ihtiva etmektedir.

Zikrettiğimiz ayet-i kerime, peygamberleri “ilim sahipleri”nin onderleri olarak gormemizin de normal, hatta gerekli olduğunu gostermektedir. Elbette bıraktıkları tek miras “ilim” olan kutlu peygamberler silsilesi (hepsine selam olsun), bu ozellikleri dolayısıyla ilmin menbaı ve ilim sahiplerinin gercek ustadlarıdır.

“Allah şahitlik etti ki, gercekten kendisinden başka ilah yoktur. Melekler ve ilim sahipleri de adaleti ayakta tutarak buna şahitlik ettiler. O’ndan başka ilah yoktur; O Azîz’dir, Hakîm’dir.” (Âl-i İmran, 18)

Bu ayette “peygamberler”in ayrı bir zumre olarak zikredilmemiş olması, konumuz bakımından dikkat cekici bir durumdur. Allah TealÂ’dan başka ilah olmadığına şahitlik eden meleklerin yanında “ilim sahipleri”nin de zikredilmiş olması, peygamberlerin şahitliğinin oncelikle soz konusu olduğunu gosterir. Zira peygamberler dışındaki ilim sahipleri, ancak peygamberler vasıtasıyla Allah TealÂ’nın birliğine “şahitlik edecek” kesinlikte ilim elde edebilirler. Bu ayette peygamberlerin ayrı bir kategori olarak değil, “ilim sahipleri” zımnında zikredilmiş olmasının bize verdiği en onemli mesaj, ilmin ve alimin Allah Teal katında pek buyuk bir ehemmiyeti haiz bulunduğudur.

Peygamber - alim karşılaştırması

Hakkında hadis alimlerinin, “manası doğrudur, ancak hadis olarak aslı ve senedi yoktur” dediği bir tesbit, konumuz bakımından “kelÂm-ı kibar” olarak dahi onemli bir boyuta işaret ediyor: “Ummetimin alimleri, İsrailoğulları’nın peygamberleri gibidir.”

Yukarıda zikrettiğimiz “Alimler peygamberlerin vÂrisleridir.” hadisi ile birlikte duşunduğumuz zaman goruyoruz ki, alimlerin toplum hayatında ifa ettiği fonksiyon, İsrailoğulları’na gonderilen nebilerinki ile aynıdır.

Bilindiği gibi İsrailoğulları’na Hz. Musa, Hz. Davud (ikisine de selam olsun) gibi kendilerine kitap verilen peygamberler (rasul) gonderildiği gibi, herhangi bir kitap verilmeksizin, sadece Hz. Musa’nın getirdiği Tevrat’ı ve şeriatı yururlukte tutmak icin gonderilen peygamberler (nebi) de gonderilmiştir. Hz. Suleyman, Hz. Zekeriyya, Hz. Yahya… bunlardandır (hepsine selam olsun).

İşte bu nebiler, İsrailoğulları’nın Tevrat’tan ve Hz. Musa a.s.’ın şeriatından unuttukları ve terk ettikleri şeyleri hatırlatmak, dini “tecdid” etmek ve İsrailoğulları’nı istikamet uzere tutmak icin gayret gostermişlerdi.

Ummet-i Muhammed’in alimleri de İslÂm tarihi boyunca aynı gorevi deruhte etmiş, dinin tecdidi, halkın irşadı ve yoneticilerin inzarı konusundaki sorumluluklarını yerine getirmişlerdir. Bu sebeple Efendimiz, alim ile abid arasındaki farkın, (bize yakınlığı ve ışığından istifademiz bakımından) ayın ondordu ile yıldız arasındaki fark gibi olduğunu belirtmiştir.

Ulema bu benzetme uzerinde dururken, şu noktaya dikkat cekmiştir: Abid yıldız gibidir. İbadetinden dolayı elde ettiği kemal ve nur kendisini aydınlatır, yuceltir; başkalarını aynı seviyeye yukseltmez. Alim ise ay gibidir. Işığını başkasından (Efendimiz s.a.v.’den) alır ve başkasına yansıtır.

Bununla birlikte, buradaki “alim”i, ilimle iştigal yonu ağır basan abid, “abid”i de ibadetle iştigal yonu ağır basan alim olarak anlamak en doğrusu olsa gerektir. Zira ilmiyle Âmil olmayan kimselere zaten “alim” denmez.

Kemal de zeval de ulemaya bağlıdır

Ulemanın hayatımızdaki merkezî rolune işaret eden iki hadis uzerinde durarak yazımızı nihayetlendireceğiz. Bunlardan ilki “tecdid hadisi” diye bilinen rivayettir: “Allah Teal bu ummete her yuzyılın başında dinini tecdid edecek kimse(ler) gonderir” (Ebu Davud, el-Hakim, et-Taberan&#238.

Bu hadisten anladığımız odur ki, bu Ummet’in dinî hassasiyetinde belli zaman aralıklarıyla bir takım aşınmalar, eksilmeler olacaktır. Halk arasında cabuk yayılan ve pek itibar goren “zaman değişiyor”, “hangi devirde yaşıyoruz” gibi ici boş değerlendirmelerle kaybolmaya yuz tutan dinî kavram, kurum ve anlayışlar, yuz yılın başında yetişecek ehliyetli ve liyakatli ilim adamları eliyle yeniden ihya edilecek, aslî muhtevasına kavuşturulacaktır. Bu yonuyle bu Ummet’in yetiştirdiği alimler, gercekten de İsrailoğulları’nın nebilerinin yaptığını yapmışlardır, yapacaklardır.

Zikredeceğimiz ikinci hadis ise, bu Ummet’in geride bıraktığı devirlere nazaran bize daha yakın gibi gorunen bir durumu tasvir ediyor:

“Muhakkak ki Allah, ilmi insanlardan sokup almak suretiyle kabzetmez. Fakat ilmi, ulemayı almak suretiyle kabzeder. Ulema kalmayınca ilim de kalkar. Bu suretle hic alim kalmayınca insanlar cahilleri rehber edinir ve (meselelerini) onlara sorar. Onlar da ilimsiz olarak fetva verir; hem kendileri sapar, hem de halkı saptırırlar.” (el-Buharî, Muslim, et-Tirmizî, İbn Mace, Ahmed b. Hanbel…)

İşte bu durum Ummet’in de insanlığın da felaketi demektir. Peygamberlere vÂris olmaya hicbir şekilde ehil ve layık olmayan insanların Din hakkında fetva vermeye, goruş belirtmeye, ahkÂm kesmeye başlaması, gercek ilim adamlarının aramızdan cekilip alınmasıyla olacaktır.

Kaynaklarımızda ilim oğrenmenin farz-ı kifaye olduğu yazar. Yani toplumda yeterli sayıda kimsenin ilimle iştigal etmesi, diğerlerini sorumluluktan kurtarır. Bu doğru bir tesbittir şuphesiz ve bugune kadar da şoyle veya boyle suregelmiş bir durumu anlatmaktadır.

Bir de şu soru uzerinde duşunmeye ne dersiniz: Yeterli sayıda ve gercek anlamda ilim adamı yetişmesi icin toplum olarak, fert olarak uzerimize duşen sorumluluğu tam olarak yerine getirdiğimiz soylenebilir mi?

Elbette “Hic Peygamber vÂrisi alim yoktur!” demek buyuk bir yanlış olur. Onlar her zaman vardır ve var olmaya devam edeceklerdir. Problem onların sayısının ve etkinliğinin artması, kendilerinden beklenen irşad, ıslah, ihya, tecdid faaliyetlerini gereği gibi yerine getirmesinin imkÂnlarının oluşturulması noktasındadır.
__________________