Mucerred hakikatler, teşbih ve temsillerle muşahhas hÂle getirilince; kalpler, onları cok daha iyi idrÂk eder.
Hazret-i MevlÂnÂ; mÂnevî kıymetlerin şeytan ve nefsin hilesiyle nasıl kaybedildiğini, temsilî olarak şoyle bir teşbih ile anlatır:
“Her gun azar azar da olsa; candan ve sevgi ile yapılan ibÂdetlerden, iyiliklerden hÂsıl olan ic rahatlığı ve huzur, neden gonlumuzde hissedilmiyor?”
“Biz, şu dunya anbarında buğday topluyoruz. Fakat topladığımız buğdayları kaybediyoruz. Bir gun aklımızı başımıza alıp da; buğdayın boyle azalmasının, kaybolmasının, anbara giren fareden ve onun hilesinden ileri geldiğini anlayamıyoruz. HÂlbuki fare; anbarımızı delmiş, anbarımız onun hilesinden harÂb olmuştur.”
“Eğer anbarımızda hırsız bir fare bulunmasaydı, kırk yıllık ibÂdet buğdayı nereye giderdi?”
“Ey Hak tÂlibi can; once anbara giren fareden kurtulma caresini ara, ondan sonra buğday toplamaya calış!”
Bu gizli hırsız kimdir ve ondan kurtulmanın caresi nedir? Hazret-i MevlÂnÂ, bunun tespiti husûsunda ashÂb-ı kirÂmın gayretlerini ifade etmektedir:
“Gerceği anlayabilmek icin ashabdan bazıları Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’den insanı azdıran nefsin hilesine dair bilgi isterlerdi.
«–Nefs; ibÂdetlere, rûhî ihlÂslara, oz temizliğine gizli garazlardan neler katar?» diye sorarlardı.
Peygamber Efendimiz’den; ibÂdetin fazîleti ve sevabından ziyade, ibÂdetleri yaralayacak bÂtınî (gizli) Ârızalara dair mÂlûmat isterlerdi. Boylece nefsin hilelerini; inceden inceye, zerreden zerreye tanır ve bilirlerdi.
(Nefse ve gizli fucûruna cok dikkat ederlerdi; cunku) butun putların anası, nefs putudur. HÂricte gorulen putlar, birer yılandır; hÂlbuki nefs putu bir ejderhÂdır!”
Hazret-i MevlÂnÂ, bÂtınî haramlara dikkat cekmektedir.
Haram; CenÂb-ı Hakk’ın kullarından yapmamalarını, terk etmelerini istediği gunahlardır.
Bunların bir kısmı zÂhir ve muşahhastır.
MeselÂ; şirk koşmak, icki icmek, kumar oynamak, zin etmek, fÂiz alıp vermek, hırsızlık yapmak gibi haramlar, mÂlûm ve muayyendir. Bircok mu’min bunlardan ciddiyetle uzak durur. Bunlardan uzak durmakla vazifesini tamamladığını duşunur.
HÂlbuki;
Bunlar yanında kalbe ait birtakım muşahhas olmayan, mucerred, gizli ve bÂtınî haramlar da vardır.
Bunların bir kısmı kalbin hastalıklarıdır: Kibir, gurur, haset, bencillik, nefret ve ofke gibi…
Bu cirkin ve cehenneme lÂyık duygulardan kaynaklanan bazı muşahhas gunahlar da; icki, kumar ve hınzır eti kadar dikkat cekmez. Bu sebeple onları da bÂtınî haramlar levhası altında mutalÂa etmek îcÂb eder. Yalan soylemek, gıybet etmek, tecessuste bulunmak ve israfa duşmek gibi gunahlar, bunlara misaldir. Bunların bÂtınî haramlar arasında sayılmasının bir sebebi de, bunların; konuşmak ve malı uzerinde tasarruf etmek gibi, ozu itibarıyla mubah fiillerin arasına karışmasıdır. Ekseriy gıybet eden kişi, gıybet ettiğini itiraf etmez. Yine musrifler; israfa duştuklerini kabul etmez, ceşitli bahanelerle yaptıklarını meşrû ve masum gosterme gayretine duşerler.
Bu sebeple, bÂtınî haramlara cok dikkat etmek îcÂb eder. Bunlar; Âdet anbardaki bir fare gibi, kulun zÂhiren ed ettiği sÂlih amelleri yok ederler.
Mesel gurur ve kibir:
CENNETE MÂNÎ!
Gurur, kendini beğenmek ve diğer insanlardan ustun tutmaktır. «Gurur» kelime mÂnÂsı itibarıyla, «aldanış» demektir. Zira hiclikten gelmiş bir hic olan, bir abd-i Âciz olan insanın, kendini beğenmesi hazin bir aldanıştan ibarettir. Aynaların zÂviyelerini eğip bukerek, bakan insanı olduğundan buyuk gostermesi sağlanır. Buna «dev aynası» derler. Nefs, insana kendisini azametli gosteren bir hileli ayna gibidir.
Kibir ise, kendinden başkasını hor ve hakir gormektir. Gurur ve kibir, birbirinden ayrılmayan iki cirkin vasıftır. Bu iğrenc huylar, kişinin kalbi ile guzel ahlÂk arasına cekilen birer mÂnevî Âfet perdesidir. Bu illetlerin neticesi; dunyada huzursuzluk, Âhirette ise ilÂhî azap tecellîleridir.
Tasavvufta ilk merhale, enÂniyeti bertarÂf etmektir.
MÂNÂ YOLUNDA İLK ADIM!
Bu sebeple buyuk Hak dostlarının hayatlarında, benlik duygusunun bertarÂf edilmesinin sayısız misÂli vardır:
Aziz Mahmud HudÂyî Hazretleri, mÂnevî yola intisÂbının başında Bursa Kadısı idi. İlmin ve makamın debdebesi icindeydi. Kapısına vardığı UftÂde Hazretleri; makamının verdiği şohret ve enÂniyetten temizlemek icin, onu, sırmalı kaftanıyla carşılarda ciğer satmakla vazifelendirdi. Ona dergÂhın helÂlarını temizlettirdi.
Eğer Kadı Mahmud;
“Ben cok yuksek bir ilim adamıyım, buyuk bir makam sahibiyim! Bu hizmetlere tenezzul etmem!” deseydi, enÂniyetin kurbanı olsaydı, Aziz Mahmud HudÂyî olamazdı. Bu sebeple o; benliği geride bıraktı, hicliği idrÂk etti ve mÂnen cok ulvî mertebelere yukseldi.
Genc yaşta ulaştığı ilmî derecesiyle, «Guneşler Guneşi» nÂmıyla anılan HÂlid-i BağdÂdî de benzer bir imtihandan gecti. MÂnevî bir işaretle yoneldiği ve bir senelik uzun bir seyahat ile ulaştığı Delhi’de, ustÂdı Abdullah Dehlevî Hazretleri; Hazret-i HÂlid ile hic alÂkadar olmadan, ona gururu ayaklar altına aldıracak hizmetler yaptırdı. O da nefsinin itirazlarına aldırmadan aylarca hizmete devam etti. Benliğini hizmetle eritti. İmtihanı aşınca; ustÂdı, onu mÂnevî eğitime aldı ve altı ayın sonunda memleketine irşÃ‚da gonderirken, şehrin dışına kadar yaya olarak uğurladı.
MÂn sultanlarının kıssaları, enÂniyetten kurtulma hamlesinde dÂim birbirine benzer. Taptuk Emre dergÂhında, Yûnus Emre Hazretleri’nin yaşadıkları da enÂniyetin bertarÂf edilmesine bir başka misaldir:
Yûnus Emre Hazretleri; Taptuk dergÂhına samimiyetle murid oldu. O kapıda senelerce dergÂha odun getirme vazifesini deruhte etti. Hic yuksunmeden yaptığı bu hizmette; «Bu dergÂha odunun dahî eğrisi giremez!» inceliği icerisinde, kalem gibi odunlar getirirdi.
Yûnus Emre, bir anlık gafletle bir gun dergÂhı terk etti. Sonra bin pişman olarak tekrar o kapıya geldi ve başını Taptuk Hazretleri’nin eşiğine koydu. Eşik imtihanından gecince, ustÂdının; «Bizim Yûnus» diyerek husn-i kabul gostermesiyle, yeniden mÂnevî yolculuğuna donebildi.
Sonunda benlikten tamamen kurtulan gonlu, mÂn ummÂnı oldu. Dili cozuldu. O gonulden dokulen hakikat incileri; yedi asırdır, hidÂyet nurları sacmakta…
Onlar da benlikten kurtulma imtihanında zorlandılar. Fakat AllÂh’ın izniyle, nefsin ustesinden geldiler. Yenilseler idi; ulaştıkları mÂrifetullah seviyesine ulaşamayıp, tarihin akışı icinde yok olacaklardı.
BahÂeddin Nakşibend -kuddise sirruhû- Hazretleri de intisÂbının ilk yıllarında, gurur ve kibrin zıddı olan «hiclik» hÂline ulaşmak icin ustÂdı Emir KulÂl Hazretleri’nin işaretiyle;
Yıllarca yaralı hayvanlara, Yıllarca hasta ve muzdarip insanlara hizmet etmiş, Yıllarca da insanların gececeği yolları temizleyerek senelerce kÂbına varılmaz bir hizmet hayatı yaşamıştır. Kendisi de; mÂneviyat yolunda katettiği merhalelere, ancak hicliği tÂlim ettiren bu hizmetler sayesinde eriştiğini ifade etmiştir. Necip FÂzıl o Hak dostlarının hiclik hÂlini şu mısralarla anlatır:
O erler ki, gonul fezÂsındalar,
Toprakta surunme ezÂsındalar…
Yıldızları tesbih tesbih ceker de,
Namazda arka saf hizÂsındalar…
Yani;
Hak dostları, gonulleri itibarıyla muthiş bir aşk ile ilk safta ne ulvî mesafeler alırken, nefisleri itibarıyla ise dÂim en arka safın hicliği icinde yaşarlar.
Bu husustaki misaller saymakla bitmez.
Demek ki;
ÎmÂnın kemÂline varmak isteyen, mÂneviyat yolunda mesafe almayı arzu eden sÂlikin; bu yolda en başta, enÂniyeti, yani benliğindeki gurur ve kibri bertarÂf etmesi zarûrîdir. Gurur ve kibirle Hak yolculuğu mumkun değildir!
Zira kibir ve gurur, CenÂb-ı Hakk’ın Kibriy sıfatına ortak olmaya kalkışmaktır. Tevhîdin ise şirke ve ortağa tahammulu yoktur. Bu yuzden kibrin ve gururun yeri, ancak cehennemdir. Cunku o, ateşle temizlenir.
HİCLİĞİNİN ÂRİFİ MÂNÂ SULTANI
Tefekkur edilirse; Fahr-i KÂinÂt Efendimiz’in Mekke devrinde yaşadığı onca incitici hakarete ve mutecÂviz hucuma karşı, risÂletini tebliğ vazifesini hakkıyla ed edebilmek icin sabır ve tahammul gostermesi de tasavvufî mÂnÂda, CenÂb-ı Hakk’ın O’na tÂlim buyurduğu vechile varlıktan vazgecme, yani bir hiclik terbiyesidir.
Beşeriyetin en yucesi, peygamberler sultanı Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; tevÂzu ve mahviyette de zirveydi. O, aynı zamanda hiclik sultanıydı.
Mekke’nin fethi gunu; bir Mekkeli, Efendimiz’in yanına titreyerek yaklaştı. Cunku muzaffer bir kumandanın huzûruna geldiği icin buyuk bir heyecan duyuyordu;
“‒Y RasûlÂllah! Bana İslÂm’ı telkin buyurunuz!” derken Âdet dişleri birbirine vuruyordu.
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- hemşehrisine sukûnet telkin etmek icin kendini şu mutevÂzı ifadelerle takdim etti:
“–Sakin ol kardeşim! Ben bir kral veya hukumdar değilim. (Muhtereme vÂlidelerini kast ederek) Kureyş’ten guneşte kurutulmuş et yiyen senin eski komşunun yetimiyim!..” (İbn-i MÂce, Et‘ime, 30)
Hazret-i Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-, hicbir zaman ovunmezlerdi. Ancak Huneyn’de olduğu gibi, kendine ait sıfatları dile getirme zarureti olunca; AllÂh’ın kendi uzerindeki nimetlerini sayar ve;
“LÂ fahre: Ovunmek yok!” diyerek buyuk bir tevÂzua burunurlerdi. (Tirmizî, MenÂkıb, 1; İbn-i MÂce, Zuhd, 37; Ahmed, I, 5, 281)
AshÂb-ı kiram da Efendimiz’in tevÂzuunu yaşadılar ve yaşattılar.
Hazret-i Ebûbekir, bir hizmet olarak komşusu olan yetim kızların kecilerini sağardı. Halîfe olduktan sonra da, hÂlini değiştirmedi, bu hizmeti terk etmedi.
Yabancı elciler, ziyarete geldiklerinde Hazret-i Omer’in halîfe olduğunu kisvesinden anlayamayınca şaşırıp kalırlardı.
Bir gun kacan develeri yakalamaya koşan halîfeye;
“–Bu işi bir koleye emretsen?” dediler.
O ise;
“–Benden iyi kole mi var?” diye cevap verdi.
HÂlid bin Velid -radıyallÂhu anh- İslÂm ordularının kumandanıydı ve CenÂb-ı Hakk’ın yardımıyla zaferden zafere koşuyordu. Ancak halk arasında;
“Başımızda HÂlid olduğu icin kazanıyoruz.” şeklinde yanlış bir telÂkki meydana geldi. Bu duşunceyi cok mahzurlu bulan halîfe Hazret-i Omer; bir mektup ile, kumandanlığa Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallÂhu anh-’ı getirdi ve Hazret-i HÂlid’i onun yardımcısı yaptı.
HÂlid bin Velid -radıyallÂhu anh-, mektubu alınca, hicbir menfî hisse kapılmasızın;
“Başım gozum uzerine!” dedi ve Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallÂhu anh-’ın kumandasında hizmete devam etti.
Ashabdan Hazret-i SelmÂn, MedÂin şehrinde vali idi. Halktan biri onu hamal zannedip;
“–Şu yuku yuklen!” dedi, o da sırtına alıp istediği yere kadar taşıdı. Etraftan gorenler îkāz edip;
“–O, şehrimizin valisidir.” deyince, adam mahcup olup, yuku indirmek istedi. LÂkin Hazret-i Selman -radıyallÂhu anh-, istenen yere kadar vazifeyi tamamladı.
Başka bir gun SelmÂn-ı FÂrisî -radıyallÂhu anh-’a iki kişi selÂm vererek;
“–Sen Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’in sahÂbîsi misin?” diye sormuşlardı.
O da mahviyetle;
“–Bilmiyorum.” dedi. Gelenler, acaba yanlış birine mi geldik diye tereddut ettiler.
Selman -radıyallÂhu anh- sozlerindeki sırrı şoyle acıkladı:
“–Ben Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’i gordum, O’nun meclisinde bulundum. Ancak Allah Rasûlu’nun asıl sahÂbîsi, O’nunla birlikte cennete girebilen kişidir.” (Heysemî, VIII, 40-41; Zehebî, Siyer, I, 549)
Bunlar hep benliği bertarÂf etmiş ve mÂnevî kemÂlÂta erişmiş ruhların mustesn misalleridir.
Benlikten kurtulamamanın ise Âkıbeti fecîdir.
KİBRİN SONU CEHENNEM!
Nefs-i emmÂrenin en cirkin, menfî vasfı; gurur ve kibirdir. Nefs-i emmÂrenin zebûnu olan kişi; gurur ve kibrin en suflî derekesine varır, aygırlaşır, firavunlaşır, hatt ilÂhlık iddi eder. Bu hÂlin en cirkin misallerinden biri olan bedbaht Firavun; “Ben sizin en yuce rabbinizim!” diyecek kadar azgınlaşmıştı!.. (bkz. en-NÂziÂt, 24) Dunyada denizin, Âhirette de cehennemin dibini boyladı!..
Âyet-i kerîme ve hadîs-i şerifler, kalpteki kibrin cennete girmeye mÂni olduğunu ilÂn etmektedir.
Rabbimiz buyurur:
“İşte Âhiret yurdu! Biz onu yeryuzunde boburlenmeyi ve bozgunculuk yapmayı istemeyenlere nasîb ederiz. Sonunda kazanclı cıkanlar, fenalıktan sakınanlardır.” (el-Kasas, 83)
Fahr-i KÂinÂt Efendimiz buyurur:
“Kalbinde hardal tanesi kadar îmÂn olan hicbir kimse, cehenneme girmez. Kalbinde hardal tanesi kadar kibir bulunan hicbir kimse de cennete giremez.” (Muslim, ÎmÂn, 148-149)
Bu hadîs-i şerîfi, dînimizin esasları istikametinde telÂkki etmemiz îcÂb eder. Bu sebeple; zerre kadar îmÂna guvenerek, takvÂdan uzaklaşmak, şeytanın aldatmacasına kapılmak olur.
Cunku CenÂb-ı Hak buyurur:
“İnsanlar, imtihandan gecirilmeden, sadece; «ÎmÂn ettik» demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar?”
Andolsun ki, Biz onlardan oncekileri de imtihandan gecirmişizdir. Elbette Allah; (îmÂnında) sÂdıkları ortaya cıkaracak, yalancıları da mutlaka ortaya koyacaktır.” (el-Ankebût, 2-3)
Kalpte var olup da insanı cehennemden koruyacak bir îman, kÂmil bir îmandır. SÂlih amellerle tescil edilen, takv ile zÂhir olan ve son nefese kadar, zaafa uğramadan korunabilen, cevher vasfında bir îmandır.
Buna mukabil, cennete girmeye mÂni olan kibir de, AllÂh’a ve Peygamber -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e karşı olan kibirdir. «İbÂdullÂh»a yapılan kibir ise, kalpte derinleşerek, bu tehlikeli derekeye goturebilir.
Zira Âyet-i kerîmede buyurulur:
وَيْلٌ لِكُلِّ هُمَزَةٍ لُمَزَةٍۙ
“Arkadan cekiştirmeyi, yuze karşı eğlenmeyi Âdet edinen herkesin vay hÂline!” (Humeze, 1)
Kibrin Âkıbeti korkunctur, cennetten uzaklaşmak ve cehenneme yaklaşmaktır. Cunku kibir, hakikati reddetmektir.
HAKKI İNKÂR
BÂtınî haramlar husûsunda dikkat edilecek bir husus da, bunları teşhis ve tespitte olcunun kalp olmasıdır. Nitekim ashabdan biri;
“−YÂ RasûlÂllah! İnsan elbisesinin ve ayakkabısının guzel olmasını istemez mi?” deyince, Rasûl-i Ekrem -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem- Efendimiz şu karşılığı vermişlerdir:
“−Şuphesiz ki Allah guzeldir; guzelliği sever. Kibir (ise nimetleri kendinden bilerek) hakkı inkÂr etmek ve insanları kucuk gormektir.” (Muslim, ÎmÂn, 147; Tirmizî, Birr, 61)
Vakar, heybet, kılık-kıyafette tertip ve nizam gibi ozu itibarıyla guzel olan hasletleri; gurur ve kibirle karıştırmamak îcÂb eder. Bilhassa ahlÂkî kıstasları; başkaları hakkında sû-i zanda bulunmak icin değil, kendi nefsimizi muhasebe ve kalbimizi murakabede kullanmamız en doğrusudur.
Hazret-i MevlÂnÂ, kibrin mÂneviyat yolunda engel oluşuna bir başka pencere acar. Kibir; insanın kendi kusurlarını gorup, onları ıslah etme yoluna girmesine mÂni olur. MevlÂn Hazretleri şoyle anlatır:
“Allah, (kusurlarını itiraf edip onları duzeltmek yolunda mÂni olan) ar ve insanlardan utanma duygusunu yuz batman ağırlığında bir demir bukağı (pranga) hÂline koymuştur. Nice kişiler bu gorunmez bağa bağlanıp kalmışlardır.
Kibir ile inkÂr, Hak yolunu oyle bir bağlamıştır ki, kibre ve kufre dûcÂr olanlar, acıkca ah bile edemez. (Derdini itiraf edemeyen derman bulamaz.)”
“CenÂb-ı Hak buyurdu ki:
«Cunku Biz; o kÂfirlerin boyunlarına bağlar gecirmişiz ki, bunlar cenelerine dayanmıştır da başları yukarı kalkık bulunuyorlar. (Artık hak tarafına başlarını cevirip de boyun eğmezler.)» (YÂsîn, 8)
Bu zincirler; bizzat insanın kendindendir, kendi icindendir. HÂricten vurulmuş da değildir. Yine Rabbimiz;
«Onlerinden bir set ve arkalarından bir set cektik de onları kapattık, artık goremezler.» (YÂsîn, 9) diye buyurdu. Bu kibirli vaziyete duşen, onundeki, ardındaki engeli goremez.”
Kur’Ân-ı Kerîm’in ucte birini teşkil eden kıssaları okuduğumuzda goruyoruz ki; Âd ve Semûdlar, Firavun ve Nemrutlar gibi niceleri, hep kibirleri yuzunden hakikate vÂsıl ve hidÂyete nÂil olamamışlardır.
Hazret-i MevlÂn buyurur:
“Nice kÂfirler var ki, din sevdasına duşmuşlerdir. Gercek dîni neredeyse bulacak gibi olmuşlardır. Fakat insanlardan utanmak, kibir, şu ve bu onlara bağ olmuştur. Bu gizli bir bağdır ama, demirden de beter ve kuvvetlidir.”
Demek ki, «ben» iddiÂsı, mÂnevî yolun bir nevî kanseridir. İblis; meleklerin hocası iken, bu benliği yuzunden ebedî husrÂna dûcÂr olmuştur.
Tasavvufta bu sebeple nefsin varlığı, hakikate vuslatın onundeki en buyuk engel olarak gorulmuş ve butun gayretler onu bertarÂf etmeye sevk edilmiştir. Eşrefoğlu Rûmî Hazretleri der:
Gel bu nefsin zulmetinin tozunu sur aradan,
Kande baksan gozlerine gorune ol Yaradan.
“Nefs karanlıklarının tozlarını aradan kaldır ki, nereye bakarsan gozlerine Rabbinin nûru gorunsun.”
Benliği aradan cıkarmadan vuslat mumkun değildir.
«BEN!» OYLE Mİ?
Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-; ashÂbına benlikten uzak durmayı, tevÂzu ve hicliğe burunmeyi tÂlim buyurdu. Her fırsatta bunu ifade edişinin guzel bir misÂlini Hazret-i CÂbir -radıyallÂhu anh- şoyle anlatır:
Bir gun, Rasûlullah -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-’e gittim ve kapısını caldım. Rasûl-i Ekrem Efendimiz;
“–Kim o?” diye sordular.
“–Benim!” diye cevap verdim.
Bunun uzerine Allah Rasûlu -sallÂllÂhu aleyhi ve sellem-;
“–Ben, ben! (Oyle mi?!.)” diye tekrar etti. Galiba bu cevabımdan hoşlanmamıştı. (BuhÂrî, İsti’zÂn, 17)
Hazret-i MevlÂnÂ, bu kıssayı edebî ve tasavvufî bir lisan ile şerh ederek şoyle ifade etmiştir:
“Birisi geldi, bir dostun kapısını caldı. Dostu iceriden;
«–Ey guvenilir kişi, kimsin?» diye seslendi.
Kapıyı calan;
«–Benim.» deyince, dostu;
«–Oyleyse git! Senin icin henuz iceri girme zamanı değildir. Boyle bir mÂnevî nimetler sofrasında ham kişinin yeri yoktur.» dedi.
Ham kişiyi, ayrılık ve firak ateşinden başka ne pişirebilir? Nifaktan, ikiyuzlulukten onu ne kurtarabilir?
O zavallı adam kapıdan dondu, tam bir sene yollara duştu, dostunun ayrılığı ile yandı, yakıldı. O yanık Âşık, ayrılık ateşi ile pişerek dondu geldi, dostunun evi etrafında yine dolaşmaya başladı. Ağzından sevgili dostunu incitecek bir soz cıkmasın diye, bin bir endişe icinde ve yuzlerce defa edep gozeterek kapının halkasını yavaşca vurdu. Dostu iceriden;
«–Kapıyı calan kimdir?» diye seslendi.
Adam;
«–Ey gonlumu almış olan! Kapıdaki de sensin.» cevabını verdi.
Dostu;
«–Mademki şimdi «sen» «ben»sin. Ey «ben» olan, «ben»den ibaret olan, haydi gir iceri! Bu ev dardır; bu evde, iki «ben»i alacak yer yoktur. İğneden gecirilecek bir iplik, ayrılır da iki iplik olursa, yani ucu catallaşırsa iğneden gecmez. Mademki sen tek katsın, birsin; gel bu iğneden gec!» dedi.”
İnsan nefsinin karanlıklarından nasıl arınabilir?
Elbette benlikten kurtulup kulluk ve hiclik şuuruyla Rabbine yonelerek…
Gaflet icindeki insan; hayatın bin bir gāilesi icinde Âdet yuvarlanırken, durup da kendine boyle bir cekiduzen vermekte zorluk yaşar. Erteler. Fırsat arar bulamaz. Tam toparlanacak iken, bir şeytan celmesiyle tekrar yıkılır.
HAK’TAN YARDIM MEVSİMİ
Fakat RahmÂn ve Rahîm olan CenÂb-ı Hak; kullarının imdÂdına yetişmiş ve ceşitli zaman dilimleri icinde, hulûluyle muşerref olduğumuz uc aylar gibi; «lutuf zamanları» takdir etmiştir. İmtihan dunyasında, kullarına Âdet Âhireti hatırlatıcı, duygulu, rûhÂnî davetiyeler gondermiştir.
Bu mÂnÂda;
Uc aylar; nefsin enÂniyetinden, gurur ve kibrinden de arınma mevsimidir.
Ceşitli meslek erbapları; zaman zaman seminerler yaparlar, kamplara cekilirler. O gunler boyunca, başka işlerini bir kenara bırakırlar. Boylece hayatın gunluk akışı icinde fırsat bulamadıkları hususlara teksif olur; okur, dinler ve oğrenirler. Kendilerini tazelerler.
Sporcular icin de muhim bir musabakadan evvel, kamp tertip edilir ve ihtilÂttan men kararı alınır. Boylece kuvvet ve gayretlerinin teksif olması, alÂkalarının hayhuya dağılmaması temin edilmiş olur.
Ebediyet yolcusu olan mu’minler de ibÂdet hayatları icin, boyle zaman dilimlerine ihtiyac duyarlar. MubÂrek zamanlar; heyecanları tazeler, iştiyÂkı artırır, cemiyette meydana gelen muşterek hissiyat ile, kulluk hayatında yeniden bir intizam sağlanmış olur.
Rabbimiz, bizlerden sadece uc aylarda değil her zaman kulluk istemektedir.
LÂkin kullarına, boyle mÂnevî kamp ve teksif zamanları lutfederek; onları butun hayatlarını takv şuuruna yukseltmeleri icin yardımda bulunmaktadır.
Aksi takdirde; uc aylardan sonra terk etmek duşuncesiyle, sadece uc aylarda birkac sÂlih amel işlemenin pek bir faydası olmaz.
ZÂhirî ve bÂtınî haramları da sadece uc aylarda terk etmek de edeben guzel olsa da asla kÂfî değildir. TakvÂyı omre yaymak, butun hayatı AllÂh’ın istediği istikamette tanzim etmek, kulluğun muktezÂsıdır.
Hazret-i MevlÂn ibÂdetlerin mÂnevî ozunu idrÂk etmenin ehemmiyetini ifade sadedinde şoyle der:
“Hacca gidenler, orada KÂbe’nin sahibini arasınlar. O’nu bulduktan sonra KÂbe’yi her yerde bulabilirler.”
Bu ifadeyi şoyle genişletebiliriz:
Uc ayları ve bilhassa RamazÂn-ı şerîfi idrÂk edenler, O’nu ikrÂm eden CenÂb-ı Hakk’ın rızÂsına erişirlerse; onlara yaşadıkları her zaman dilimi, RamazÂn-ı şerif gibi, rahmet ve bereket, feyiz ve rûhÂniyet dolu olur.
Namazı huşû ile kılanlar; eğer bedenleriyle kıbleye yoneldikleri gibi, kalpleriyle de Hakk’a teveccuh edebilirlerse, namazlarının dışında da dÂim zikr-i ilÂhî icinde yaşarlar.
YÂ Rab lutfeyle!..
YÂ Rabbî!.. Bizleri, zÂhirî ve bÂtınî (acık ve gizli) emirlerini yerine getirenlerden eyle!.. Kalplerimizi kibir ve gurur gibi cirkin ve Âkıbeti hazin duygulardan temizle!.. Îman, ihlÂs, sıdk ve tevÂzu gibi guzel hasletlerle bizleri tezyîn eyle!..
Âmîn!..
Osman Nuri Topbaş-Yuzakı Dergisi
Yıl: 2017 Ay: Mayıs Sayı: 147
__________________
Kalbin VîrÂneliği: Kibir
Dini Bilgiler0 Mesaj
●23 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Eðitim Forumlarý
- Ýslami Bilgiler
- Dini Bilgiler
- Kalbin VîrÂneliği: Kibir