Letaif, Letaifler, Letaiflerin Gorevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Cakralar
Kalp zikrini başarı ile tamamlayan sofiye birtakım maddi ve manevi haller yaşandığında murşid-i kÂmiller tarafından letaif zikri verilir.
Letaifler manevidir. İnsanın aslını teşkil ederler. Letaifler, ruhun insan vucudunda kendisini gosteren ve belli bir işleve sahip olan manevi organlarıdır.
Ruh, Allah’tan (c.c.) insana bir emanet olarak verilmiştir. Ruhun asıl vatanı emir Âlemidir. Ruh madde Âleminde gurbettedir. Asıl vatanına karşı bir ozlem ve iştiyak duyar. İnsan bedeninde ise nefsin elinde esirdir. Nefis ruhu kendisine benzeterek onun asli vatanına karşı ilgisini ve sevgisini kesmiştir. Dunyaya bağlamıştır. Ruh caresiz bir şekilde nefse boyun eğerek asli vazifesini unutur. Zira aynı zamanda ruhun bedene, dolayısıyla nefse karşı da buyuk bir aşkı vardır. Bu yuzden ruhun manevi organları durumunda bulunan letaifler bu dunyaya bağlılıkla ve gunah kirleri ile bozulur, gorevlerini yapamaz duruma gelirler. Yani manevi Âleme, emir Âlemine, Allah (c.c.) indine gitmeyi unuturlar.
Letaiflerin temizlenmesi ve calışabilmesi icin oncelikle bir murşid-i kÂmilin elinden tovbe etmek gerekir. İnsan elbette tovbeyi yalnız başına da yapabilir. Murşid-i kÂmil tovbenin edilmesine bir vesiledir, bir şahittir. Her şeyden onemlisi duası bereketi ile tovbenin Allah (c.c.) indinde kabulu icin bir manevi destekcidir. Gunahları ancak Allah (c.c.) affeder. Bunun icin de kişinin murşid-i kÂmile gitmeden once samimi olarak butun gunahlara kalben pişman olması, tovbe etmesi gerekir.
Gunahlarına can u gonulden tovbe edip hatalarını tamir etme yoluna giren kişiler icin Allah (c.c.) buyuk bir kapı acmaktadır. Bu ceşit tovbeye nasuh tovbesi denmektedir. Nasuh tovbe, Allah’ın (c.c.) izni ile butun gunahları affettirdiği gibi sevaba da cevirmektedir. Kişi bu nasuh tovbe ile gecmişte yapamadığı ibadetleri kaza etmeye calışır. Kul haklarını da odeme yoluna girer. Boyle birisinin Allah’ın (c.c.) emir ve yasaklarını, peygamberimizin (s.a.s) sunnetini hayatına uygulamak dışında başka bir gayesi kalmamıştır. İşte boyle guzel bir hal tasavvuf yoluna girecekler icin cok gereklidir, onemlidir. Bu bir ev yapmak isteyen insanın once bir arsa temin etmesi gibi zaruri bir şeydir. Tovbe, tasavvuf ve tarikat yolunun temelidir. Kalp ve letaifler gunahlara gercek anlamıyla tovbe etmeden temizlenemezler ve dolayısıyla calışamazlar. Zikir onlara tesir edemez.
Tovbe ile Allah (c.c.) gecmiş butun gunahları sevaba cevirmektedir. Bu durum Kuran-ı Kerim’de şoyle bildirilmektedir: “Ancak şu var ki tovbe edip iman edenler ve guzel işler yapanlar, bundan mustesnadır. Allah onların kotuluklerini iyiliklere, gunahlarını sevaplara donuşturecektir. Cunku Allah Gafûr (gunahları affeden), Rahîm’dir (muminleri esirgeyendir). Kim tovbe edip guzel işler yaparsa gereğince tovbe eden odur işte (Furkan suresi, 70-71).”
Senelerce, belki 15-20 sene gibi cok uzun zamanlar boyu zikir alıp kalplerinde ve letaif noktalarında hicbir hal yaşamamış insanlar bilirim. Bunların aşamadıkları handikapları gunahlardır. Gunahlara gercek anlamıyla tovbe edemeyen, gunahları kalpten samimi olarak cıkaramayan bir sofi ancak şeytani halleri yaşayabilir. Rahmani haller bir murşid-i kÂmilin elinde tovbe-i nasuh kılındıktan sonra Allah’ın izni ve ikramıyla meydana gelir. Allah (c.c.) butun kullarına aynı sunnetullahla (ilahi kanunlarla) muamele eder, kullar arasında ayrım yapmaz. Gereği şekilde tovbe kapısından giren bir sofi vazifelerini yaptığı taktirde genellikle tasavvufi hal ve makamları da yaşamaya başlar.
Bir murşid-i kÂmilin elinde tovbe nimetine eren bir sofinin kalbi ve letaifleri zikir ve rabıta ile gun gectikce parlamaya başlar. Zikir ve rabıta yavaş yavaş tesirini gosterir.
Gunahlar nasuh tovbe ile affedilir ama gunahların kalpte ve letaif noktalarında bıraktıkları izler cok uzun zamanda temizlenir. Bunlar icin zikir ve rabıtaya ihtiyac vardır. Zikir ve rabıta nur ve feyz kaynaklarıdır. Bunlar suratle kalbi tasfiye ederek (saflaştırarak, nurlandırarak) letaif noktalarına etki etmeye başlarlar.
Kalp, zikrin ve rabıtanın tesiriyle yavaş yavaş acılmaya başlar. Genişler. Yanma, batma gibi durumlar ilk zamanlar kalpte daha sonra da letaif noktalarında gorulebilir.
Kalbin altının, karın kısmının yılan gibi oynaması kalbin ustunun kalp gibi atması (veled-i kalp) zikri yeni alanların yaşadıkları bazı maddi haller olabilir.
Kalbin manevi halleri ise pek coktur. Surekli gunahlarına pişman olup gozyaşı dokme, insanlara karşı merhamet duyma, iyiliklere karşı buyuk bir alaka hissetme, her şeyde Allah’ın tecellilerini gorme… kalbin zikirle yaşadığı manevi hallerden sadece bazılarıdır.
Tasavvufta başlıca letaif noktaları şunlardır: Kalp, ruh, sır, hafi, ahfa. Ayrıca iki kaş arasında bulunan nefis, kafanın ust kısmında bulunan letaif-i kull.
Kalp sol memenin dort parmak kadar altında, ruh (Bu, terminolojide bildiğimiz ruhtan farklıdır, sadece aralarında isim benzerliği vardır. Ruhun manevi bir organıdır. Kendisi değildir.) sağ memenin dort parmak kadar altında, sır sol memenin iki parmak kadar ustunde, hafi sağ memenin iki parmak kadar ustunde, ahfa boğazın altındaki cukurundan iki parmak kadar aşağıda bulunur.
Bu letaif noktaları zikir ve rabıta ile gunah kirlerinden temizlenip nurlarla parlamaya başlayınca gozler kapalı vaziyette iken onların değişik renkteki nurları da gorulebilir. Letaifler bu nurlarla birlikte emir Âlemine yukselmeye başlarlar. Onun icin başlangıcta ilgili manevi organlarda gorulen bu nurlar daha sonra birlikte ve karışık bir vaziyette gorulur. Zikir ve rabıta sırasında helezonik bir tarzda donerek, karışarak yukselmesi ile kendisini belli ederler. Bazı kitaplarda ilgili letaif noktalarında farklı renklerdeki nurların soz konusu edilmesinin nedeni, bu nurların bir butun halinde gorulmesinden ve bu sebeple hangisinin hangi letaif noktasından cıktığını tam olarak bilememeden kaynaklanmaktadır.
Letaiflerin temel işlevlerini tam anlamıyla bilememekteyiz. Ama tum ruhsal işlevler onların aracılığı ile gercekleşmektedir. Cunku letaifler ruhun temel organlarıdır. Kuran-ı Kerim’in ifadesiyle insana ruh hakkında cok az bilgi verilmiştir (bk. İsra suresi, 85). Tabii ki ruhun manevi organları olan letaiflerin her birisinin ayrı bir işlevi vardır. Duygu ve duşuncelerin, hayallerin, bilincaltı bilgilerinin letaiflerle yakın bir ilgisi bulunduğu gibi imanla ilgili tum kavramlar da doğrudan letaiflerle ilgilidir. Orneğin ilahi aşk, cezbe, Allah’ın huzurunda olma duygusu, Allah’ın varlığını her yerde hissetme, Allah’ta yok olma isteği, kerametler (aynı anda birkac yerde gorunme, ruhlarla konuşma …)vs.
Letaiflerin bu onemli işlevleri dolayısıyla gerek acılması sırasında gerekse acıldıktan sonra şeytanlar tarafında işgal edilmesi ve gorevlerini yapamayacak duruma getirilmesi tehlikesi her zaman mevzu bahistir. Boyle olumsuz bir durumla karşılaşan sofi asla umidini yitirmemelidir. Bilmelidir ki boyle bir durum er gec başına gelecekti. Zira şeytanlar şimdiye değin hep yanında idiler. Sadece varlıklarını hissettirmiyorlardı. Vesvese ile yetiniyorlardı. Ama sofinin uzerinde gun be gun nur ve feyiz arttıkca ve letaifler acılmak uzere olduğu veya acıldığı icin hem maddi olarak rahatsız olmaya başlamışlar hem de hasetlerinden kuduracak duruma gelmişlerdir. Bir bahane ile duşmanlıklarını gostermeleri an meselesidir. Bu genellikle dişi bir şeytanın sofiye guya Âşık olduğu ve onunla zina yapmak istemesi ile başlar. Artık duşmanlıklarını acıkca gostermektedirler. Cunku zina her turlu ceşidiyle manevi ilerlemeyi durdurur, nur ve feyzi yok eder. Dikkat buyurun, onun icin Allahu ZulcelÂl Nur suresinde zina yasağını konu edinmiştir. Sofinin onlarla evlenmesi, onlardan cocuk sahibi olması bahis mevzu bile olamaz. Bunlar şer’an ve gercekte mumkun değildir. Şeytanların sofiyi yolundan alıkoymak icin başvurdukları hilelerdir, yalanlardır. Letaifler acılıp ilahi nurlar seyredildiğinde şayet bu durumda sofi cinni dişi şeytanların tecavuzune uğrarsa onları dunya kadınlarının en guzelleri (mankenler) biciminde gorur. Muameleleri de dunya kadınlarından daha ustundur. Şayet sofinin letaifleri acılmamışsa onları sadece duman biciminde insan şekline girmeye calışmaları ile gorebilir. Sofi nasıl gonlunde dunya kadınları ile zina etmeyi cıkarmışsa bunlara karşı da boyle davranmalıdır. Gerci bu iş o kadar kolay değildir. Zira imtihan cok ağırdır. Ancak bu Allah’ın (c.c.) yardımı ve muhabbetiyle aşılabilir. Nefis ve şeytanlarla savaşmak, buyuk cihattır. Dunya kadınlarıyla zina yapmanın bin ceşit belası, sıkıntısı vardır. Bunlarla gorunuşte hicbir tehlike yoktur. Sadece Allah korkusu, Allah rızası buna engeldir. Sofi bu engeli aşarsa Allah’la arasında veli olma yolunda başka onemli bir handikap kalmaz. Bu durum nefis demirinin şehvet ateşinde Allah korkusu ve Allah rızası balyozları ile dovulup guzel bir şekle getirilmesinden ibarettir.
Şeytanlara bir saniye zamanı bile ayırmak doğru değildir. Kucuk bir ilgi kişiyi onların oyuncakları kılar. Onun icin murşid-i kÂmiller bu şeytanlara karşı ilgiye de vesvese derler, buna ehemmiyet vermemeyi onemle tavsiye ederler.
Şu bilinmeli ki, şeytanlarla mucadele halinde olan sofi bu aşamada bir kopru uzerindedir. Şeytanların butun tehditleri boştur. İnsanları oldurecek gucte yaratılmamışlardır. Sadece bazı tekniklerle kaslarda ağırlık gosterirler. Ama bu sadece kas sıkıştırma tekniği ile yaptıkları bir oyundur. Allah (c.c.) onlara insanları kaygıyla denemek icin bunlara izin vermiştir. Şeytanlar bu ceşit eziyetleri ile buyuk kul haklarına girerler. Sofi zikrine, rabıtasına, murakabesine dalarak nur ve feyzini artırmaya calışmalıdır. Şeytanlar ordular halinde sofiye saldırırlar. Nur ve feyzden yandıkları icin nobetle ve sırayla sofiyi rahatsız ederler. Onların perişanlıkları sofiden bin kat daha fazladır. Bu durum gozlerden saklandığı icin sofi kendisinin cile cektiğini sanır. Gun be gun artan nur ve feyz dalgaları ile şeytanların gucleri gun gectikce zayıflar, daha doğrusu şeytanlar sofiye eziyet etmekten ziyade kendileri buyuk zararlar gorurler. Letaifler calışmaya başladıkca şeytanların vucuda olumsuz tesirleri de yavaş yavaş azalır.
Boyle şeytanlarla ilgili bir sıkıntısı olan sofiler, letaif zikirlerinde ara sıra soluğunu kesip bu sırada ‘La havle vela kuvvete illa billahil Aliyyul Azim (Yuce ve ulu Allah’tan başka guc ve kuvvet yoktur)’ demelidir. Soluğunu uzunca bir sure tutup bu zikri elden geldiğince cok soyleyip sonra nefesini bırakmalıdır. Bu şeytanlara cok buyuk zararlar verir. Zira hem bu zikir hem de nefesi iceride uzun sure tutma (tabii nefy u ispat zikri) şeytanların tabiri caizse belini kırarlar. Kişinin de letaiflerinin cok hızlı bir şekilde yol almasını sağlarlar. Elbette şeytanlar oyle kolay kolay pes etmezler. FenafillÂha ve bekabillaha erip tum vucudun nurla cevrilme surecine kadar onların az da olsa saldırıları her zaman mevzu bahis olabilir. Bunlara zerre kadar ehemmiyet vermemeli; it urur kervan yurur misali sofi vaktini zikir ve rabıta ile gecirmeye, murakabeyi meleke haline getirmeye bakmalıdır.
Sofi kalp zikrini cekerken de nefy u ispat zikrini cekerken de şeytanların hucumlarına uğrayabilir. Bu gayet doğal bir durumdur. Sucluluk duygusu yaşamasına gerek yoktur. Boyle bir durumda iken yani kalp zikrini cekerken zikrinin artırılması ve bir an once letaif zikrine gecmesi gerekir. Şayet sofi nefy u ispatta bu durumu yaşarsa zikrine ilave olarak letaif zikrine de yonelmelidir. Zira şeytanların en birinci amacları letaif noktalarını calışamaz duruma getirmektir. Cunku insanın manevi yukselmesi, ilerlemesi letaiflerle mumkun olmaktadır. Ayrıca kalp ve letaiflere hÂkim olan şeytanlar insanın butun duygu ve duşuncelerini de bilmektedirler. Bu bakımdan kalp ve letaifler telefon hatları gibidirler. Şeytanlar bu sayede etkili vesveselerde (nabza gore şerbet vermede) bulunurlar.
Letaifler calışmazsa manevi ilerleme durur. Cunku ruh bu letaif noktalarından emir Âlemine yukselmekte, insanı bu yolla olgunlaştırmaktadır.
Letaifler emir Âlemine yukselmezse insan kÂmil (olgun) olamaz. Sadece nefsi icin yaşar. Ama letaifler makamlarına ulaştıklarında insan nefsinin esiri olmaktan kurtulup Allah’a (c.c.) gercek anlamda kul olur. Nefsin en cok tatmin isteyen tarafı şehvettir. İnsanların calışmaları; mesleki, sosyal faaliyetleri hep bunun ekseni etrafında doner. Yoksa nefis cok tembel yaratılmıştır. Karşı cinse ilgi ve şehvet olmasa idi insanlar mesleki ve sosyal faaliyetleri icin pek hareket edemezdi. En onemlisi, bunlarda başarılar gosteremezlerdi. İnsanın en temel gudusu karşı cinsten en iyi, en guzel kimse ile ilişkiye girmektir. Eğer guzel ve iyi bir hanım elde edilmişse nefis genellikle bununla yetinmez. İslami endişeleri olmayan kişiler uygun fırsatlarda gayri meşru bir şekilde daha guzel ve iyi bayanlarla ilişkiye girmek isterler. Nefsin bahanelerine sınır konulamaz. İslami endişesi olanlar ise ya eşlerini boşamayı ya da (elbette gecerli bir neden olmadıkca bunu onaylamıyoruz) ikinci kez evlenmeyi duşunurler. Kısacası nefis vucut ulkesinde yonetici olduğunda durum boyledir. Kimse de bundan istisna edilmemiştir. Şehvet kuvvetine gore insanlar bunun icin mesleki ve sosyal yaşamlarında başarılar gosterirler. Kadınlarda da durum aynıdır. Yalnız onlar erkekler olcusunde değillerdir. Annelik icgudusu, erkeğe gore daha zayıf ve şefkatli olmaları, toplumun namusa verdiği onem vs. kadınların nefislerini bu korkunc şehvetten biraz uzaklaştırmaktadır. Daha doğrusu biraz sakinleştirmektedir. Bir kadın kocası kendisini aldatmadıkca kolay kolay başka bir partner arayışına pek girememektedir. Letaifleri emir Âlemine yukselmiş insanda ise durum tamamen farklı olmaktadır. Şehvet bu insanda yok olmamaktadır. Belki daha da artmaktadır. Ruh vucuda egemen olunca ve nefsi esir edince insan artık şehvetinin kolesi olmaktan kurtulmakta, sadece Allah’ın rızasını gozetmeye başlamaktadır.
Peygamberimizin (s.a.s) cok eşliliği nefsin arzusuyla olmamıştır. Boyle olsaydı, onun gecim darlığı cekmesi soz konusu olamazdı. Oysa Kuran-ı Kerim ayetleri ile sabittir ki, eşleri gecim darlığı nedeniyle peygamberimizle (s.a.s) tartışmış, iş boşanma teklifine kadar gelip dayanmıştı: ‘Ey peygamber! Eşlerine de ki: Eğer dunya hayatını ve susunu istiyorsanız gelin sizlere boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi guzelce boşayayım. Yok eğer Allah’ı, Resulunu ve ahret mulkunu isterseniz haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara mukafat hazırlamıştır. (Ahzab suresi, 28-29)’ Nefis şehvetiyle hareket eden bir kişinin tek gayesi elde ettiği partnerleri dunya nimetleriyle hoşnut etmek olacaktır. Peygamberimizin (s.a.s) cok evlilikleri Medine’de devlet başkanı iken gercekleşmişti. Eğer bu evlilikleri nefis cihetiyle gercekleşseydi her devlet başkanında veya gorevlisinde olduğu gibi halktan alınan vergilerle (o zaman buna harac derlerdi) kendisini yuksek maaşa bağlatırdı. Ozel ve cinsel hayatında bu tur problemlere kesinlikle yer vermezdi. Onlarca hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, peygamberimiz (s.a.s) ve temiz eşleri (Allah her birisinden razı olsun) cok mutevazı bir hayat yaşamışlar, hatta coğu gunler yiyecek bir şeyler bulamamışlardır. Bir insanın devlet başkanı olup da cok evliliğine rağmen bu ceşit bir yaşantısı ancak ruhsal olgunluğu ile mumkundur. Ayrıca bu durum peygamberimizin (s.a.s) haklılığına, gercek bir peygamber olmasına da bir delildir.
Letaifler zikirle yukselip emir Âlemine vardıktan, oradan da bunların aslı mertebesinde olan sıfatlar Âlemine ulaşır. Daha sonra zat makamına doğru yolculuk yaparak uruclarını (yukselişini) tamamlarlar. Buradan geriye donerler (nuzul). Letaifleri geriye donen sofi artık insanları hakka cağıracak olgunluğa ermiş, insan-ı kÂmil olmuş demektir. Boyle birisinin nefsi de artık eskisi gibi kotuluğu emretmez. Tamamen değişmiştir. Cıkarlarını duşunmez. Hele uckurunun sevdasında hic olmaz. Nefis, letaiflerin bu yukselişi ve inişi ile birlikte Allah’a (c.c.) gercek manada kul olmuş, Allah’ın emir ve yasaklarını samimi bir arzu ile benimsemiştir. Peygamberimizin (s.a.s) sunnetlerini de baş tacı edinmiştir.
İnsan nefsine halk arasında ‘huy’ da denir. Bununla ilgili pek cok atasozu vardır: Huy canın altındadır. Can cıkar huy cıkmaz. Huylu huyundan vazgecmez. Bir insan yedisinde neyse yetmişinde odur, derler. Butun bunlar doğrudur. Ama terbiye gormemiş nefis icin gecerlidir. Bir insan murşid-i kÂmilin elinde tovbe alıp zikre ve rabıtaya koyulduğunda letaiflerini nurlandırıp asli memleketine yukselttiğinde buyuk değişikler yaşamakta, nefis guzel huyları kazanmakta, boyle bir insan insan-ı kÂmil makamına ulaşmaktadır. İşte insanın kendisini gercekleştirmesi gercekte budur.
Batı felsefesinde ‘Varoluşculuk’ akımının guzel ve gonulleri celen duşunceleri sadece birer temenniden ibarettir. Gerceklikle ilgileri yoktur. İnsan ruhsal olarak Allah’a (c.c.) doğru manevi bir seyre girmedikce nefsinin yorungesinden asla dışarıya cıkamaz. Buna imkÂn yoktur. Eşyanın tabiatına aykırıdır. Buyuk suclar işleyip de hapiste bir omur curutup cıkar cıkmaz aynı sucları gene işleyen binlerce insan vardır. Nefsi bu tur cezalarla bile tam anlamıyla ıslah olamamaktadır. Boyle suclular hapiste nefsini ıslah etmekten ziyade acemiliklerine icerlemektedirler.
İnsan ruhunu (letaiflerini) zikirle ve rabıta ile nefsin elinden kurtarmadıkca ne ozgur olabilir ne de kendini gercekleştirebilir. Şeytanların elinde oyuncak olup kalır. Bu Varoluşcu filozofların coğunun intiharı bir kurtuluş yolu olarak gormeleri boşuna değildir. Nefsin ve şeytanların elinde esir ve perişan olduktan sonra tek cıkış yolu olarak olumu secmektedirler.
Ruh Allah’tan ilahi bir soluktur. Ezelde Allah’la konuşmuş, Allah’a O’na hicbir şeyi şirk koşmayacağına dair soz vermiştir. Dunyaya indirildiğinde bu sozunu unutmuş, nefsin elinde esir duruma duşmuştur (bk. Araf suresi, 172). Nefis ise bu dunyaya aittir. Aslı anasır-ı erbadır (dort unsur: hava, su, ateş , toprak). Yani nefis vucudumuzun adeta ruhu gibidir. Nefis uc yaşındaki bir cocuk kadar duşuncesizdir. Bencildir. İcgudulerinin elinde esirdir. Ozellikle şehvet nefsin en cok onem verdiği icgudusudur. Onu tatmin etmek icin yapamayacağı şey yoktur. Vucudun kanser olması bile genellikle nefsin şehvet hissinin tatmin olamamasından, daha doğrusu acgozluğunden kaynaklanır. Tıpkı uc yaşındaki bir cocuğun oyuncakları elinden alındığında veya istediği şey kendisine verilmediğinde kendine tokat atması, sacını başını yolması gibi kendisine zarar vermesinden başka bir şey değildir. Nefsin oyunlarına akıl sır erilmez. Onu mutmainne makamına ulaştırmadıkca da hep bu tur sorunlar cıkarır, etrafına da buyuk zararlar verir. Onun icin Allahu ZulcelÂl Kuran-ı Kerim’de ‘Kalpler ancak Allah’ın zikriyle mutmain olur (Ra’d suresi, 28)’ buyurmuştur.
Nefsin temel unsurları anasır-ı erba olduğu icin dunyaya aşırı duşkundur. Cunku dunyadaki maddeler de nihayetinde bunlardan oluşur. Nefis dunyaya annesi, babası ve vatanı gibi bakar. Allah’ı (c.c.) inkÂr eder. Şeytanlar nefsi dunya nimetleri ile kandırırlar. Cunku nefsin aklı uc yaşındaki cocuk kadardır. Ruh ise Allah’a iman eder. Cunku ruh insan yaratılmadan once ezel meclisinde iken Allah’ı tanımıştı. O’na soz vermişti. Butun marifetler, faziletler ruhta vardır. Ruh şeytana asla kanmaz. Sadece nefse biraz ilgisi, bağlılığı ve sevgisi olduğu icin dunyayla uğraşmaktan ve gunah kirlerinden dolayı kararır, asli ozelliklerini soldurur. Ateist bir insan bile % 100 olarak Allah’ı inkÂr edemez. İc dunyasında ruh ile nefsin catışmalarını hisseder. Sadece bazı gunahları vicdani bir rahatsızlık duymadan, zevk alarak işlemek icin nefsi Allah’ın var olmadığı savını diretip durur. Sonra ruhu cılız bir sesle de olsa buna mutlaka itiraz eder.
Nefis genellikle kişinin şahsiyetinde anasır-ı erbasından bir unsurunu belli etmesiyle kendisini gosterir. Tabii herkesin yaratılışı birbirinden farklıdır. Bunda etken olan şey, bu unsurlardan birisinin diğerine gore daha ağır basmasıdır. Tabiatında toprak oğesi ağır basan kişi tembeldir. Calışma ve ibadet ağırına gider. Korkaktır. Asalaktır. Rahatına ve keyfine duşkundur. MuhafazakÂrlar genellikle toprak oğesi ağır basan cinstendir. Su oğesi ağırsa donektir. Verdiği sozleri cabuk bozar. Her renge girer. Kolayca yalan soyler. Munafık tabiatlıdır. Dedikoduya duşkundur. Her devrin adamı genellikle bunlardan cıkar. Hava oğesi ağır basan kişi cok duygusaldır. Hemen kanar. Duygu ve coşkuları ile hareket eder. Hayatı ciddiye almaz. Değişkendir. Dunyasını şarkılar, aşklar oluşturur. Arzularına gore yaşamak ister. Sanatcılar genellikle bunlardan cıkar. Bunların siyasetle hic alakaları yoktur. Ateş oğesi ofke, hırs, kibir, kin, şehvet gibi durumlara karşılık gelir ki bunlar sahibini cehenneme goturecek kadar tehlikelidirler. Hayatı cok ciddiye alırlar. Daha doğrusu dunya hayatı dışında başka bir yaşamın, ebedi hayatın olacağını pek duşunmezler. Dava adamları genellikle bunlardan cıkar. Yani her insanın yaratılışında bulunan nefis, evrenimizin de, dunyamızın da temelini oluşturan bu dort oğeden oluşmaktadır. Adeta bunların ruhuna nefis denir. Yani toprak, ateş, hava, su kendi doğalarını, ozelliklerini insana vererek onda nefis dediğimiz varlığı meydana getirmişlerdir. Bu dort oğe bizi dunyaya, insanlara ve evrene bağlamaktadır. Kişiliğimizin cekirdeğini oluşturmaktadır. Her insanın nefsinde bu dort oğeden bir oğe diğerlerine gore biraz ağır bassa da aslında insan nefsinde bunların her biri belli oranda da bulunmaktadır. Başkalarında gorduğumuz her olumsuz ahlak, davranış bizlerde de tohum olarak mevcuttur. Uygun şartlar bulduğunda hemen nefis icerisinde kendisini gostererek yeşerir, boy atar. Onun icin nefis kufur uzere yaratılmıştır. Onun İslam’a girmesi, hidayeti kabul etmesi duşunulemez. Nefis ancak bir murşid-i kÂmilin elinde tovbe alarak zikir ve rabıta ile değişebilir. Mutmainne makamına cıkarak ilahi kanunlara boyun eğebilir. Yoksa duşunce egzersizleri ile kendi ilahlığından asla vazgecmez.
Zikir, rabıta, murakabe sayesinde mutmaine makamına cıkan bir nefiste toprak oğesinin ağırlığı sabır, metanet, ağırbaşlılık olarak kendisini gosterir. Su oğesinin ağırlığı insanların halini anlama, herkese karşı anlayışlı ve uyumlu olma bicimindeki faziletleri dışa vurur. Ateş oğesi Allah aşkı ve İslam davası yolundaki buyuk hizmetlerle, tutkularla, mucadelelerle kendisini belli eder. Hava oğesi ağır basan kişiler ise duygu ve coşkuları ile İslami bir şevk ve heyecan icerisinde bulunurlar.
İbadetler gorunuşte nefse ağır gelirler. Ama nefis terbiye olduğunda ve letaifler calıştığında buyuk bir zevk kaynağına donuşurler. Ozellikle namaz ve zikir dunyanın hicbir zevkiyle kıyaslanmayacak oranda tatlılaşır. Cunku letaif noktaları calıştığında, KÂbe’den gelen ilahi esintiyi, feyzi algılayacak duzeye geldiğinde buyuk bir zevk yaşanır. Ayrıca nurlar da buna başka bir guzellik ve hoşluk katarlar.
Rabıta zikirden ustundur. Zikir maksada koşmaksa, rabıta maksada ucmak gibidir. Onun icin sadatlar zikri ayın ışığıyla, rabıtayı guneşin ışığıyla mukayese etmişlerdir. Rabıta letaiflerin temizlenmesi, calışması ve emir Âlemine yukselmelerinde zikre gore cok daha etkilidir. Zira kişi rabıta sırasında murşid-i kÂmilini karşısında hayal edince kendi manevi organları murşid-i kÂmilin manevi organları (letaifleri) ile birleşir, rabıtalı olduğu surece onun sahip olduğu ileri manevi halleri de kendi uzerine alır. Bu iki kabloyu birleştirmek gibidir. Tabii bu bir surec işidir. Onun icin sofi rabıtayı sadece vaktinde yapmakla yetinmemeli, her zaman rabıtalı bulunmaya dikkat etmelidir.
Vucutta daha pek cok noktada letaifler (cakralar) vardır. Orneğin ellerin ayaları da birer letaif noktasıdır. Acıldıkları zaman dua edildiğinde gokyuzunden yağan rahmeti ve feyzi hoş bir ağırlık olarak algılarlar. Ağrıyan, şişen, hasta organa bu eller yaklaştırıldığında yanmaya, yuksek derecede bir ısı hissetmeye başlar. Vucutta daha buna benzer pek cok letaif (cakra) noktası bulunmaktadır. Fakat bunların coğu dunyaya aşırı bağlılıktan ve gunahların manevi yuklerinden işlemez hale gelmişlerdir.
Tarikatların bir grubu daha ziyade zikre ağırlık vererek ruhu tasfiye ederek nurlarla guclendirmeye calışırlar. Nakşibendiyye tarikatı bu gruba girer. Ruh nurla olgunlaşarak kendisine gelir, yavaş yavaş ic dunyada soz sahibi olarak nefsi kendisine benzetmeye, onu tezkiye etmeye başlar. Yani nurlarla ruh carkı dondukce nefis tezkiye olup makam kazanır. Tabii nefsin makam kazanması kolay değildir. Her makamda elli bin perde olduğu soyleniyor. Bu cok yavaş olur. Zikir Allah rızası icin cekildikce olur. Carklar işler. Onun icin zikirde şu cumleyi belli bir periyotla soylemek gerekir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Sen’in rızandır.)’ Zira cekilen zikir Allah’a ulaştıracak ruzgÂr ise bu ilgili cumle onun rotasıdır. Rota, ruzgar kadar hatta ondan da onemlidir. Zikir bu niyetle cekilmedi mi nefse hizmet eder. Nefsi bir gaye ile zikir cekilmeye başlanır. Nefis de gitgide şişer, yoldan cıkar. Şeytanın oyuncağı olur. Onu cıkamayacağı ucurumlara atar. Yalancı mehdiler, kutuplar, evliyalar hep bu rotadan sapan insanlardan cıkar. Allah gostermesin. Allah zikrinde bizleri rızası dışında başka noktalara suruklemesin. Âmin. İşte zikir Allah rızası icin cekilirse ruh saflaşır, nefis de Allah’tan gelen şeylere, hususiyle kaza ve kaderine rıza gozluğu ile bakmağa başlar. Ruh, zikri bu niyetle cekip saflaşması ile nefse bu konuda dersler verip onu kendisine benzetmeye calışır.
Tarikatların diğer bir grubu da doğrudan nefsi hedef alarak onu tezkiye etmeye (temizlemeye) calışırlar. Bunun icin muritleri zorlu hizmetlere koşarlar. Oruc ve erbain (cile) gibi ibadetlere onem verirler. Bu tur tarikatlar kurumsal alt yapılara ihtiyac gosterdiğinden zamanımızda kalmamışlardır. Halveti, Mevlevi gibi tarikatlar bu gruba girer. Elbette zikir gerek ferdi gerekse bireysel olarak bu tarikatlarda da vardır, ama birinci planda değildir. Nefis bu zorlu ibadetlerle zamanla dize gelerek nefis makamlarının kat edilmesindeki Allah’ın kaza ve kaderine rızayı oğrenmeye, daha doğrusu bu bilgiyi icselleştirmeye başlar, bu yolla nefis makamları tek tek aşılır. Ama tabii bunlar cok uzun yılları da alabilir. Yani nefsin değişimi onlarca yıl surebilir.
Migren diye bilinen şiddetli baş ağrıları şayet maddi bir nedenden meydana gelmiyorsa başın ustunde bulunan letaif-i kullun kişinin dunyaya aşırı bağlanmasından, gunahların kirlerinden dolayı calışamamasından kaynaklanabilir. Burada şeytanların baskıları da soz konusu olabilir. Tabii buranın zikirle acılması cok ileriki zamanlarda olabilir. Onun icin bu konuda sıkıntısı olan kardeşlerimize boyle şiddetli baş ağrılarında pratik bir care olarak abdestli olmak şartıyla kucuk bir Kuran-ı Kerim’i birkac saat şapkalarının altında tutmaları onlara Allah’ın izni ile gecici de olsa bir şifa verecektir.
Meditasyon her ne kadar ceşitli disiplinleri ve kavramları ile tasavvuf ve tasavvufun kavramları ile yakınlık ve paralellik gosterse de aralarında buyuk farklılık vardır. Nasıl bizler Tevrat ve İncil’in asıllarının hak olduğuna inanıyorsak ve bunların sonradan bozulduğunu, insanların bu hak kitapları şimdiki halleri ile tahrif ettiklerini biliyorsak bunun gibi meditasyonun ve bununla ilgili kavramların da başlangıcta hak dinlere dayandıkları acıktır. Ama bunlar bugunku halleri ile insanlara yol gosteremedikleri gibi acıkca yanlış ve sapkın yollara da surukleyebilirler. Cunku şeytanları tanımayan, bilmeyen, onların hilelerinden habersiz kişiler, iclerinden cıkamayacakları hallere duşebilirler. Cakralar diye tarif edilen şeyler, tasavvuftaki letaiflerden başka şeyler değildir. Letaiflerini meditasyon yontemleriyle actıklarını sananlar, şeytanların oyuncakları olur da bundan haberleri bile olmaz. Dikkat edilirse meditasyon sisteminde ne yazık ki şeytanların adı bile gecmez. Oysa tasavvufta ‘Murşidi olmayanın murşidi şeytandır.’ sozu en cok bu makamda, yani letaif zikrinde gecerlidir. Zira letaif zikri sırasında pek cok haller yaşanabilir. Bunların bir kısmı şeytani bir kısmı Rahmanidir. Bunları sofinin tek başına birbirinden ayırması mumkun değildir. Bunun icin bu yolu iyi bilen bir kişinin, murşid-i kÂmilin rehberliğine ihtiyac vardır.
Meditasyonla bir kişinin nurlara ve feyze ulaşması mumkun değildir. Cunku nurlar ve feyizler ancak Hak kitap olan Kuran-ı Kerim’den alınan kelimeleri zikirle ortaya cıkmaktadır. Gecmişte hak temele dayanan butun dinler, İslam’ın gelişi ile birlikte iptal edilmişlerdir. Nurdan, feyizden uzaktırlar. Meditasyon sırasında soylenen kelimeler artık bir anlam ifade etmemekte, bir nur ve feyz sağlama işlevine sahip olamamaktadırlar. Meditasyonla ceşitli nurları gorduklerini sananlar şeytanların oyunlarına duşerler. Zira nasıl her pozitif sayının bir de negatifi bulunuyorsa bu yolda da hak olan hal ve makamların bir de şeytani versiyonları vardır.
Dunya hayatı kısadır ve ahret icin sermaye biriktirme zamanıdır. Kıyamet gunu gelecektir ve deniz sahili gibi cehennem her birimizin onune cıkacaktır. O gun insana fayda veren sadece imanı ve salih amelleri olacaktır. Tasavvuf İslamiyet’in ozudur. İnsan zikir ve rabıta ile kazandığı şeyleri bilse, onlara kavuşmak icin bugun hemen olmek isteyecektir. Kaldı ki bu yolda sevap icin zikir ve rabıta yapılmaz, Allah (c.c.) rızasını tahsil icin butun ibadetler yapılır. Niyet budur. Meditasyon sadece kişinin dunya mutluluğu ve huzuru icin yaptığı bazı egzersizlerdir. Yapılan calışmalarla cakralar gercek anlamda acılmadığı ve calışmadığı gibi harcanan emeğe ve zamana da acımak gerekir. HÂlbuki bu yoldaki kişiler tasavvuf yoluna girerek zikir ve rabıta yoluyla letaiflerini acsalar hem dunyada istedikleri mutluluğa ve huzura kavuşacaklar hem de ahrette hic tahmin edemeyecekleri buyuk mukÂfatlara erecekler ve Allah’ın (c.c.) rızasına da nail olacaklardır. Fakat nefis ve şeytanlar, insanların bu nimetlere erişmelerinde her zaman bin ceşit vesvese ile engel olurlar.
Letaif zikri, Lafza-i Celalle (Allah) yapılır. ‘Allah’ kelimesi, Allah’ın butun guzel isimlerini kendisinde toplamıştır. Cunku Allah kelimesi Allah’ın Zatını karşılar. İmam-ı Rabbaniye gore, ‘Allah’ kelimesi ile yapılan zikir fazilet bakımdan Allah’ın diğer guzel isimleri ile yapılan zikirlerden kıyaslanmayacak oranda yuksektir. Cunku ‘Allah’ kelimesini zikir kişiyi zat tecellisine ulaştırırken diğer guzel isimler ancak sıfat tecellisine ulaştırır. ‘Allah’ kelimesi dışındaki diğer butun guzel isimler, Allah’ın sıfatı durumundadırlar. Buyuk manevi makamlar ancak zat tecellisi ile mumkundur. Sıfat tecellisi insana sadece bazı marifetler kazandırır, asıl amaca ulaştıramaz.
Letaif zikri genellikle 25.000 (23.000) Lafza-i Celalle (Allah) başlar. Bu sayı 101.000’e kadar yukseltilebilir. Ama illa bu ust sayıya kadar her sofinin zikri yukseltilecek diye bir kaide yoktur. Murşid-i kÂmiller zikri en asgari seviyede tutarak, daha doğrusu muridin guc yetirebileceği bir sayıda letaif zikrini muhafaza ederler. Yani aşağı yukarı bir bucuk, iki saat arası bir zaman dilimi bu işe ayrılır.
Tespih cekildikce ustalaşılan bir alettir. Yani kalp zikri ceken bir sofi, ilk zamanlar 5.000 zikri 40-50 dakika arasında cekerken bu bir sene sonra 20-30 dakikaya kadar duşer. Letaif zikrine gectiğinde parmak daha bir hızlanır.
Murşid-i kÂmilden alınan belli sayıdaki zikre virt denir. Virt kendi başımıza artırılamaz, eksiltilemez. Virt ev odevi gibidir. Eksiksiz yapılmalıdır.
Ama sofi asla murşid-i kÂmilden aldığı zikirle (virtle) yetinmemeli, her zaman surekli zikir (sayıya vurulmadan yapılan zikir) halinde bulunmalıdır. Yoksa sadece virtle yetinenler yol alamazlar. Aslında virt surekli zikre gecişte bir koprudur. Sofi butun vaktini, iş yaparken bile zikir ve rabıta ile gecirme gayreti icerisinde olmalıdır.
Zikir ne kadar hızlı cekilirse o kadar verimli gecer. Lafza-i Celal (Allah) zikrinde amac mumkun olduğunca hızlı cekmektir.
Bazı sofiler Lafza-i Celal zikrini ben yavaş cektiğimde daha cok zevk alıyorum, derler. HÂlbuki kendi kendilerini kandırıyorlardır. Zevk aldıkları şey, Lafza-i Celal zikri değil daldıkları duşuncelerdir. Lafza-i Celali cekerken Allah'ın Zatını zikretmenin, O’nun huzurunda olmanın bilinci ile hareket ederek bundan başka hicbir şey duşunmemeli, sadece tespihin sesi ile iceriden yukselen Allah sesini kalple, ruhla, letaiflerle duymaya, dinlemeye calışmalıdır. Bundan başka her yuz tespihten sonra da kendi duyacağı bir alcak sesle soyle demelidir: ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’
Sofiler zamanla Lafza-i Celal zikrini cekerken dinlemeyi oğrenmekle kalmaz, bundan sonsuz bir zevk de duyarlar. Yaşadıkları ceşitli haller de bu zevkin kucuk hediyeleri olur.
Bazı sofiler kitaplardan okudukları birtakım halleri yaşamak isterler. Allah (c.c.) rızasını pek gozetmezler. O zaman kalp rotadan cıkabilir. Oyle durumlarda hemen ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allah’ım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demelidirler, kalplerini rotaya sokup nefislerine gereken dersi vermelidirler. Bu yolda hal değil Allah’ın (c.c.) rızası onemlidir. Allah’ın rızası da ancak ahrette bilinir. Hal sahibi olmak Allah’ın rızasına ermek demek değildir. Allah (c.c.) hal ile de mekir (hile) yapabilir. Kişi tek olcu olarak Allah’ın (c.c.) kitabını ve peygamberin (s.a.s) sunnetini gormelidir. Bunlara değer vermelidir. Bunların yanında hallere hicbir kıymet vermemelidir.
Zikir, birtakım dunyevi ve uhrevi maksatları gercekleştirmek veya sevap kazanmak icin değil Allah (c.c.) rızasını tahsil icin yapılır. Zaten O’nun rızası kazanıldığı zaman insanın sevaba da ihtiyacı yoktur.
Sofi yaşadığı her hali şeyhine veya vekiline mutlaka soylemelidir. Yoksa vebal altına girer. Dahası nefsin ve şeytanın hilelerine kapılabilir. Zira hallerin bir kısmı şeytani, bir kısmı da Rahmani’dir. Bunları sofinin kendi başına birbirinden ayırması imkÂnsızdır.
Kalp saniyede halden hale girer. Değişkendir. Onu bir noktada tutmak zordur. Hele zikir sırasında bu daha cok olur. Nefis ve şeytan vesveseleri ile kalbi bulandırırlar, zikri dunyevi bir amac haline donuşturebilirler. O yuzden Nakşibendîler, Lafza-i Celal zikrini her tespih devredişinde (100 adetten sonra) ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ demektedirler. Boylece sapmış, sapacak, donek, renkten renge giren, girecek olan kalbe rotasını gosterirler. Kalp bu rotadan saptı mı zikir yarar değil insana zarar vermeye başlar.
Bu zikri yeni alan sofiler once gizli zikirden haz almazlar. Sıkılırlar. Kıymetini de hic bilmezler. Gafletle cekerler. Boyle de olsa zikri hicbir zaman bırakmamalıdırlar. Bu ceşit zikrin de yararı vardır. Hic cekmemekten iyidir. Biraz sabırla ve gayretle hareket ederlerse ileriki zamanlarda tespihin sesi ile birlikte iclerinden yukselen Allah sesini dinlemeye başlarlar. İşte bu zikirde tek amac da budur. Tabii bu dinleme olayı da ruh kulağı ile olmalıdır. Yani bu zikirde ruhun ağzı ile soylenen sozu ruhun kulağı ile dinlemek temel amactır. Başka şeyler duşunmek doğru değildir. Bunlar tefekkur grubuna girse de doğru değildir. Zira gizli zikrin faziletini yok ederler. Yalnız Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu bilinciyle hareket etmelidir.
Tespihin kalp ve letaifler uzerinde tutulmasının amacı, zikrin sesini bu yerlere duyurup buraların zikre gecirilmesidir. Yani tespihin sesi de ‘Allah’ diye zikrediyor kabul edilir. Bir sure sonra, tabii bu bazılarında olur bazılarında olmaz, kalbin uzerinin oynadığı, kalp gibi attığı gorulur. Bu somut bir harekettir. Elbiseyi de oynatacak kadar guclu olabilir. Buna veled-i kalp denir.
Veledi kalp (Kalbin cocuğu), zikrin neticesi olarak kalp gibi atar durur.
Sofi letaif zikrine gectiğinde bu sefer tespihleri letaif noktaları uzerinde tutar. Oralarda belli sayıdaki zikri yapar. Burada da amac Allah lafzını ruhun manevi organları olarak değerlendirebileceğimiz letaiflerin duymasını ve bu zikre iştirak etmesini sağlamaktır. Bunun sonucu olarak sultani zikre ulaşılır.
Sultani zikir, butun bedenin zikre gecmesidir. Her hucre adeta titreşimdeki cep telefonu gibidir, akıl almaz bir hızla zikreder. İnsana buyuk bir hoşluk verir. Sofi bu aşamaya ulaştığında zikirden buyuk bir zevk alır. Artık vucudu maddenin yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu Âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır.
Lafza-i Celal zikri sırasında onemli olan şey, iceriden ‘Allah’ kelimesini ‘sesle soylemek’ değildir. Sesi olcu olarak gorduğumuzde cekilen tespihin hızına yetişmemiz imkÂnsızdır. Daha once belirttiğimiz gibi gizli zikirde tespih elimizden geldiğince hızlı cekilir, dondurulur. Daha doğrusu tespihi ne kadar hızlı cekersek zikrimiz o kadar faziletli ve bereketli gecer, amacına da ulaşır. Temel olcumuz, tespihin cekilişteki sesinin ‘Allah’ diye zikrettiğini kabul etmektir. Bunun yanında icimizin de (kalbimizin veya tespihi tutan elimizin uzerinde bulunduğu letaif noktasının) bu tespih cekiliş sesi ile birlikte ‘Allah’ kelimesini zikrettiğini duşunmektir, kabul etmektir. Kısacası tespihin cekiliş sesi ile icimizin bir uyum, ritim halinde Allah’ı zikrettiğini duşunmemiz, kabul etmemiz gerekir.
Tespihin cekiliş sesi ile icimizin bir uyum ve ritim halinde Allah’ı zikrettiğini duşunmemiz buyuk bir konsantrasyonu gerektirir. Onun icin gozler kapatılır. Butun dikkat tespihe ve tespihin uzerinde olduğu manevi organ uzerine teksif edilir. Hicbir şey duşunulmez. Sadece Allah’ın (c.c.) zatının huzurunda olduğu duygusu korunmaya calışılır.
Bu oyle bir ayardır ki, onceleri bu konuda bazı sıkıntıların yaşanması pek tabiidir. Zira sofi her tespih cekişte kendisini icten de ‘Allah’ diye bir sesi soyletmek zorunda hisseder. HÂlbuki tespihin devredişi cok hızlıdır. Her tespihte ‘Allah’ diye bir sesi soylemek imkÂnsızdır. Daha doğrusu boyle icten yukselen bir ses vardır ama bu sesten ziyade kalbinden veya tespihin uzerinde olduğu letaif noktasından gelen bir ‘uyumdur, ritim’dir. Bir ic monolog (ic konuşma) değildir. Bu uyum ve ritim ‘Allah’ lafzını soyluyormuş diye kabul edilir. Daha doğrusu hicbir kuşkuya kapılmadan icten yukselen boyle bir uyum ve ritimle cekilen tespihin sesinin birlikte ‘Allah’ diye zikre koyulduğu duşunulur. Yani tespih taneleri cekilirken onunla beraber icimizden yeknesak bir tempo ile ruhumuzdan yukselen sese benzer bir yapıda ama daha hızlı olan bir uyum ve ritim soz konusudur. Burada en acık olan şey, daha doğrusu olması gerekli olan şey, bizim tespih cekerken boyle bir uyum ve ritimle Lafza-i Celali de zikrettiğimize inanmamızdır.
İşte Lafza-i Celal zikri vucut tarafından ozumsendiğinde değişik organlarda bu sozunu ettiğimiz uyum ve ritim bizzat sezilmeye ve duyumsanmaya da başlar. Yani organlar tıpkı titreşimdeki cep telefonu gibi akıl almaz bir hızla, yani farkına varılan bir uyum ve ritimle zikre gecerler. Buna sultani zikir dendiğini belirtmiştik. Bu durum icin elimizde tespih olmasına da gerek yoktur. Zikir yapmadığımız halde gun boyunca bu sultani zikir bazı organlarda veya tum vucutta acıkca hissedilir. İşte boyle guzel bir hal yaşayan sofi fırsatı ganimet bilmelidir. Boş zamanlarında veya bir işle meşgulken dilini damağına yapıştırarak kendince bu ceşitli organlarında veya tum vucutta varlığını acıkca hissettiği sultani zikre bilincle iştirak etmelidir. Cunku zikir bilincli olarak cekilmedikce amaca ulaştırmaz. Bu sultani zikir yardımıyla yapılan gizli zikir, tespihle yapılan zikirden kat kat daha hızlıdır. Hem de cok faziletlidir. Cunku bu sırada kişinin vucudu tum hucreleri ile birlikte cok hızlı bir tempo ile ‘Allah’ı’ zikretmektedir. Bunun icin cok şey yapmaya gerek yoktur. Dil damağa yapıştırıldıktan sonra tum vucudun Allah’ı zikrettiğini duşunmek, bu duşunce ile icinde oluşan uyuma, ritme kendini bırakmak yeterlidir. Bazı evliyalar bu sultani zikrin, Mekke’yi Mukerreme’de KÂbe’nin karşısında namaz kılmaktan daha cok sevap kazandırdığını ifade etmişlerdir. Bilindiği uzere peygamberimiz (s.a.s) KÂbe’de kılınan namazın normal mescitlerde kılınan namaza gore 100.000 kat daha faziletli olduğunu beyan buyurmuşlardır.
Sultani zikre ulaşmamış kişiler de bu yolla, yani dilini damağına yapıştırarak zikrederlerse kısa zamanda buyuk kazanclar elde ederler. Ama bu onlara cok zor gelecektir. Bu yol ilk zamanlarda pek kullanışlı değildir. Onun icin boylelerine herhalukarda elde bir tespihi (kucuk de olabilir) duşurmeden zikretmek daha yararlıdır.
İmam-ı Rabbani Hazretleri (k.s.) peygamberimizin (s.a.s) risaletten once dili damağa yapıştırmak suretiyle gizli zikir yaptığını belirtmektedir. Nitekim peygamberimiz (s.a.s) Mekke’den Medine’ye hicret sırasında saklanmak amacıyla sığındıkları Sevr mağarasında Hz. Ebubekir’e (r.a) de bu zikri talim eylemişlerdir. Ayrıca bunlardan anlaşılmaktadır ki peygamberimiz (s.a.s) risaletten once Nur dağına cıkıp Rabb’ine ibadet ettiklerinde en cok bu gizli zikri yapıyorlardı. Peygamberimizin (s.a.s) risaletten once evliya olmasını bu zikir gercekleştirmişti.
İnsan dışındaki butun canlı ve cansız varlıklar, yaratılışları istikametinde kendi dilleri ile zikir halindedirler. Mikro Âlemde maddenin en kucuk parcası atomun cekirdeği etrafındaki elektronlar sınırsız bir hızla donerek bu zikir halini gercekleştirirken; makro Âlemde dunya gerek kendi ekseni gerekse guneşin etrafında yaptığı donuşlerle ayrı ayrı zikirlerde bulunur. Guneş sisteminin belli bir yorungede Vega yıldızına doğru akışı da başka bir zikir halidir. Bitkiler ve hayvanlar da zikirden asla gafil değillerdir. Yalnız bu dunyada imtihana tabi tutulmakta olduğu icin insanların buyuk bir kısmı zikirden uzak bir hayat yaşamaktadır: “Yedi kat gok, dunya ve onların icinde olan herkes Allah’ı tespih eder. Hatta hicbir şey yoktur ki O’na hamd ile O’nu tespih etmesin. Lakin siz onların bu tespihlerini anlayamazsınız. Muhakkak O kullarına karşı Halîm (yumuşak huylu) ve Gafûr’dur (affedici) ( İsr suresi, 44).”
Kuşkusuz her şeyin yoktan yaratıcısı olan Allah’ın, her şeyi once Kendi Zatını zikir icin yaratması gayet mantıklı ve normal bir durumdur. Cunku mutlak manada yaratıcı olmayan, sadece var olan şeylerden bir kompozisyon kuran bir ressam bile tablosunda adını bir kenara yazmadan duramaz. Ressamın sanatcılığını herkese duyurup meşhur olmak istemesi, başlıca emelidir. Ayrıca ressam eserleriyle oz yaşamını ve ic dunyasını olumsuz kılmak ister. Yuce Allah (c.c.) elbette yoktan yarattığı varlıkları boş yere yaratmış olamaz. Onlar hem yuce Allah’ın sıfatlarını ve guzel isimlerini bizlere tanıtmakta hem de en kucuk varlıkları ve kozmik durumları ile Allah’ı zikretmektedirler.
Sultani zikir buyuk bir devlettir. Boyle bir devlete eren sofinin bundan cok iyi yararlanması, bunu cok iyi değerlendirmesi gerekir. Ozellikle uyurken başını yastığa koyduğunda yukarıda soylediğimiz egzersizi daha da genişletebilir. Kendisini mezarda curumuş, tamamen toprak olmuş kabul ederek (boylece fenafillÂhın egzersizleri olan murakabe-i vahidiyyeti de yapmış olur) her zerresinin zikre gectiğini duşunur. Atomun cekirdeği etrafında elektronların sonsuz bir hızla zikrettiğini hayal eder. Mezarındaki toprakla birlikte butun dunya cansız maddeleriyle beraber zikirdedir. Onların her bir atomu tıpkı sofinin elindeki tespih gibidir. Cekirdekler, tespih daneleri hukmunde olan elektronlarını cevresinde sonsuz bir hızla dondurmektedirler. Hatta bu imgeye atomun yapısına benzeyen gezegenlerin ve yıldızların kozmik hareketlerini de katar. Boylece Allah’ın (c.c.) zatı huzurunda butun evrenin cansız varlıklarının koro halinde zikre koyulmuş olduğunu imgeler. Artık vucudu veya toprağı, maddenin en kucuk yapı taşından ta galaksilere kadar her şeyin zikir halinde olduğu bu Âleme intibak etmiş olur. O da evren korosuna kendince katılır. Bu muhteşem tabloya sofinin tamamen toprak olmuş bedeni de bir ritim ve uyumla renk verir.
Cansız varlıklarda rızık, gecim endişesi olmadığı icin onlar her daim zikirdedirler. Zikirden hic gafil kalmazlar. En kucuk yapı taşları, sozunu ettiğimiz tarzda yuce Allah’ı zikrederler. Cunku iradeleri tamamen Allah’a (c.c.) bağlıdır. Allah ise şanını en mukemmel şekilde zikrettirendir. Sonra sırasıyla bitkiler ve hayvanlar gelir. Bitkiler tevekkullerinden yerlerinden ayrılmazlar. Hayvanlara gore zikre daha bir tutkundurlar. Cunku iradeleri hayvanlara gore daha bir azdır, daha bir Allah’a bağlıdır. Hayvanlar zikirde insanlardan ondedirler. İnsan kadar bir iradeye malik olmadıkları icin yuce Allah onlara zikir nimetini daha cok tattırmaktadır. İnsanların bazılarına aşırı benliklerinden, bencilliklerinden dolayı zikir hic nasip olmaz.
Hadis-i şeriflerden anlaşılmaktadır ki, gokyuzunde bir karış boş yer bulunmamaktadır. Allah (c.c.) her yerde kendisini zikreden melekler yaratmıştır.
Şeytanlar hicbir zaman bizden uzak değillerdir. İleri manevi hallerde varlıkları da gorulebilir, daha doğrusu hissedilebilir. Onlar duman halinde tum bedeni, organları sararlar. Letaiflerde nurların gorulmesinde olumsuz etkilerde bulunabilirler. Sultani zikirle birlikte yapacağımız daimi zikirler (sayıya vurmadan yapılan zikirler) onların bellerini de kıracaktır.
Tasavvuf ve tarikat yolunun bazı temel esasları vardır. Bunlara uymadıkca zikir devleti pek ele gecmez. Gecse de zikirden lezzet alma nimeti pek bulunmaz. Bunlardan ikisine cok dikkat etmek gerekir: Birincisi nefsi her şeyden, herkesten kucuk gormedir. Bu sayede başkalarından gelen kotulukler hoşnutlukla karşılanır. Nefse her kotuluk az bile gorulur. Bu da zikirde bu yoldan gelebilecek nefsani ve şeytani vesveselerin onunu tıkar. Zira başka zaman değil de tam ibadet sırasında nefis ve şeytanlar vesveseleri ile bu damarı cok kullanarak ibadetteki huzuru ve ihlÂsı zedelerler. İkincisi dunyayı kalpten cıkarmadır. Dunya herkese başka turlu hitap eder. Cunku herkes başka bir nimetine tutkundur. Ama para bu farklılıkları genellikle biraraya getirir, birarada toplar. Onun icin zekÂt ve sadaka vermeye azami derecede dikkat etmek gerekir. Bu yolun, yani Nakşibendiyye tarikatının başında bulunan Hz. Ebubekir’in (r.a.) gerektiğinde her şeyini İslam dini icin fedadan kacınmaması boşuna değildir. ZekÂt ve sadaka verme gonlun dunyaya duşkun olmasını onler. Gonlu Allah’a bağlar.
Bu iki noktaya dikkat eden kişide Allah’ın izni ile zikir cekme aşk haline gelebilir. Ozellikle gizli zikirde karşılaşılan buyuk problemler, yani bu zikri ceken kişinin gizli zikir sırasında bu zikri cekemediğini veya şeytanların ve nefsin mudahalesi ile başka şeyleri zikrettiğini sanması ve zikir sırasında dunyevi şeyleri, insanlarla olan ilişkilerini duşunme sorunları Allah’ın izni ile bu sayede cozume kavuşur. İnsanların coğu başkalarıyla kavgalarını ve dunyayı (parayı) Allah’la aralarına perde koydukları icin Allah’ı (c.c.) gonul huzuruyla zikredemezler. Allah’ı zikretmek isteseler bile bu boyle bir durumda onlara nasip olmaz.
‘Lafza-i Celal zikrinde’ kişi canlı veya toprak olmuş bedenini ve evrendeki cansız maddelerin atomlarını zikir halinde canlandırırken, ‘Kelime-i tevhit zikrinde’ ise insanın kendi bedenini, tum evreni Allah’ın Zatı karşısında yok etmesi amaclanır. Olum insan icin bunu sağlar, kıyamet de tum evrenin yok oluşunu gercekleştirecektir. İnsan olunce tum bedeni toprak olacaktır, kıyamet kopunca da tum evren yıkılacak, maddenin en kucuk parcası olan atomlar bile dağılıp aslı olan yokluğa donuşecektir. Baki kalan sadece yuce Allah’ın Zatı olacaktır. İşte Kelime-i tevhit zikri cekilirken bu esasa cok dikkat etmek gerekir. Zikir sırasında Allah (c.c.) dışında her şeyi yok bilmek gerekir. Onların faniliklerini goz onune getirmek bu acıdan yararlıdır. Yine kendimizi mezarda curumuş, tamamen toprak olmuş gordukten, daha doğrusu hayal ettikten sonra evrenin buyuk bir patlama ile yokluğa karıştığı imgesini gozumuzun onunde canlandırabiliriz. Bu hayallerden sonra Allah’ın Zatının ezeli ve ebedi olduğunu, baki kaldığını duşunmek gerekir. ‘Yeryuzunde olan her şey fanidir, ancak celal ve ikram sahibi olan Rabbinin Zatı bakidir. (Rahman suresi, 26-27).’
Lafza-i Celalin hızlı cekilmesi gerektiğini belirtmiştik. Kelime-i tevhit zikrini de hızlı cekmek cok yararlıdır. Cunku bu şekilde cekmek kişiye buyuk bir coşku verir. Coşku da aşkı doğurur. Bir zikir aşkla cekildi mi kişiyi Allah’ın izni ile ileri makamlara ve hallere ulaştırır. Zikri cok hızlı bir şekilde cekmenin manası da aşktan ve aşk halini meydana getirmekten başka bir şey değildir. Aşk deliliğin en guzel şeklidir. Peygamberimiz (s.a.s) şoyle buyuruyor: ‘Allah’ı o kadar cok zikredin ki size deli desinler.’ Tespihi hızla cekme dolayısıyla ‘la-ilahe’ tespihin bir tanesine, ‘illallah’ diğerine denk duşebilir. Ama yine de bu iş kişiden kişiye değişebilir. Aslında tespih boyle bir anda sayıyı belirleyen bir alet değil, coşku sağlayan bir unsur olur. Elbette Nakşibendiyye tarikatında Kelime-i tevhit zikri kalple cekilmez. Kişinin kendi duyacağı bir ses ayarıyla zikredilir. Virtte doğal olarak sayıyı korumak hÂkim olduğu icin Kelime-i tevhit zikrinde tespih taneleri o kadar hızlı cekilemez. Ama sayısız zikirde coşkuyu artırmak icin eldeki tespihi dediğimiz veya dilediğimiz tarzda kullanabiliriz. Zikrin o zaman tadına doyum olmaz.
İnsanın tek başına yalnız havas bilgileri ile (Allah’ın şu guzel ismini şu kadar cekersen şu faziletlere sahip olacaksın tarzında bilgiler…) zikre yonelmesi beraberinde buyuk itikadi yanlışlıklar ve sapmalar da getirebilecektir. Zikir ehil birisinin, murşid-i kÂmilin rehberliğinde cekilmedikce insana yarar kadar zarar da verebilir. Tabii bu sozunu ettiğimiz şey, Lafza-i Celal (Allah), Kelime-i tevhit gibi zikirleri cokca cekme ile ilgilidir. İnsan kararında oldukca, murşid-i kÂmilsiz, kendisi de yalnız başına zikir edinebilir. Bir takım haller yaşadığında bir murşid-i kÂmile danışabilir, başvurabilir. Esma-i Husna zikri de murşid-i kÂmile başvurmadan kişinin kendi isteğiyle cekilebilir. Ama yine de Esma-i Husnada da ihtiyatlı olmak lazımdır. En azından tasavvuf ve tarikat kulturunu hazmetmek gerekir. Tasavvuf ve tarikat kulturunun de temelini her an tovbe ve istiğfar halinde olma, nefisle mucadele etme, onu her daim kucuk gorme ve Allah rızasını amac olarak kabul etme oluşturur. Cunku şeytanlar hicbir fırsatı kacırmaz. Kılavuzsuz yola cıkanları ceşitli tehlikeler bekleyebilir. Orneğin yaptığ
Letaifler, Letaiflerin Gorevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Cakralar
Dini Bilgiler0 Mesaj
●31 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaşam & Danışman
- Eğitim Öğretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Letaifler, Letaiflerin Gorevleri, Letaif Zikri (Zikr-i Letaif), Meditasyon, Cakralar