“Kucumseyerek insanlardan yuz cevirme ve yeryuzunde boburlenerek yurume. Zira Allah; kendini beğenmiş, ovunup duran kimseleri aslĂ‚ sevmez. Yuruyuşunde tabiî ol, sesini alcalt. Unutma ki, seslerin en cirkini merkeplerin sesidir.” (Lokman, 18-19)
[Gurur, kibir, ucub/kendini beğen*mek ve insanları hakir gormek; ko*ku Cehennem’de olan cirkin huylardır. Kib*riyĂ‚ sıfatı, yalnız Hak TeĂ‚lĂ‚’ya mahsustur. Bunun icindir ki Rabbimiz, aslı yok*luk ve hiclik olan, ya*ni sıfır sermĂ‚ye ile in*san olarak yaratılan kulun, kendisin*de bir varlık vehmetmesine, kendisini diğer kul*lar*dan ustun gorup başkalarını hakir gormesine son derece gazaplanmış ve:
“Yeryuzunde boburlenerek dolaşma! Cunku sen (ağırlık ve azametinle) ne yeri yarabilir, ne de dağlarla ululuk yarışına girebilirsin!” (el-İsrĂ‚, 37) buyurmuştur.
Mufessir Bursevî, Rûhu’l-Beyan adlı tefsirinde şoyle der:
“SelĂ‚m verdiğin, ko*nuş*tu*ğun veya kar*şı*laş*tığın zaman al*cak gonullu olarak yu**zu*nu (ve gonlunu) bu*tu*nuyle insanlara cevir. Buyukluk tas*la*yan*ların, insanları ve bilhassa fakirleri kucumseyerek yaptıkları gibi, yuzunun bir tarafını cevirme. İyi muĂ‚mele etmek bakımından, senin nazarında butun insanlar aynı olsun.”1
İblisin, ilĂ‚hî gazaba dûcĂ‚r olmasının sebebi, Hazret-i Âdem’e karşı gururlanmak sûretiyle Rabbine baş kaldırması, boylece CenĂ‚b-ı Hakk’ın kibriyĂ‚ sıfatına ortaklık iddiĂ‚sına kalkışmış olmasıdır. KĂ‚run da, kendisine mĂ‚nevî ilimler verilmesine rağmen, mallarının putperesti olması ve Hazret-i HĂ‚rûn (a.s.)’ı kıskanıp hased etmesi sebebiyle, o guvenip dayandığı mallarıyla birlikte yerin dibine gecirilerek helĂ‚ke dûcĂ‚r olmuştur.
Bu sebeple mu’min, hicbir zaman gurur, kibir ve enĂ‚niyete kapılmamalı, nîmeti Hak’tan, hatĂ‚ ve kusurları ise dĂ‚imĂ‚ nefsinden bilmelidir. Butun hĂ‚l ve tavırlarında İslĂ‚mî edep ve nezĂ‚ket kĂ‚idelerine riĂ‚yet etmelidir. Buna gore, yuruyuşunde mûtedil olmalı, ayak ucuna bakarak sukûnet ve vakar icinde yurumelidir. Bağırıp cağırarak konuşmaktan sa*kın*malıdır.
Âyet-i kerîmede; “seslerin en cirkininin merkep sesi”ne benzetilmesi de pek mĂ‚nidardır. Zira kabalık ve ne*zĂ‚*ket*siz*liği temsil eden mer*kep sesi, luzumsuz yere ve aşırı bir şe*kil*de yukselen, nĂ‚hoş ve cirkin bir sestir. Boyle bir hitap tarzı ise, kĂ‚mil bir mu’minin nezĂ‚ket, za*rĂ‚*fet ve edebiyle aslĂ‚ bağdaşmaz. Kalplere diken batıran kaba sesler, ancak hantallaşmış kalp*lerden cıkar.
Hasan-ı Basrî Hazretleri şoyle buyurur:
“Muşrikler, seslerinin yuksekliği ile ovunurlerdi. Yuce Allah onlara: «Eğer sesin yuksekliği hayırlı bir şey olsaydı, bununla merkebi onlardan ustun kılardım!» diye cevap vermiş oldu.”]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Kucukken edepli olursan, buyu*du*ğun*de faydasını gorur*sun!”
“Kucuk işleri umur*sa*maz*lık etme! Cunku kucuk, yarın buyuğe donuşur.”
[EcdĂ‚dımız; “Ağac yaşken eğilir.” demişlerdir. Kucuk yaşta alınan terbiye cok muhimdir. Bu yaşlarda verilen eğitim, Ă‚deta taşa yazılan yazılar gibi kalıcı ve omurluk olur. Bu sebeple bilhassa cocukların ve genclerin mĂ‚nevî eği*ti*mine cok ehemmiyet vermek gerekir. Bu hususta gosterilecek kucuk ih*mallerin dahî, ileride buyuk pişmanlıklara do*nu*şebileceği aslĂ‚ unu*tul*mamalıdır.
Cocuklara ve genclere gosterilecek şefkat ve merhamet, hayatı sadece bu dunyadan ibĂ‚retmiş gibi gorerek onların karınlarını doyurup guzel elbiseler giydirmek, nefislerini eğlendirmek, ten rahatlarını temin etmek değildir. BilĂ‚kis asıl şefkat ve merhamet, onların ebedî istikbĂ‚llerini bir azap faslı olmaktan kurtarıp sonsuz bir saĂ‚det baharı kılacak mĂ‚nevî değerleri gec kalmadan şahsiyetlerine kazandırmak ve oncelikle onların ruhlarını doyurmaktır. Bunun icin ciddiyetle emek sarf etmek ve fedĂ‚kĂ‚rlık gostermektir.
Genclik nîmetini, mĂ‚*ne*vî değerlerin kazandırdığı olgunlukla yaşayabilmenin ne buyuk bir bahtiyarlık olduğu, hadîs-i şerîfte şoyle beyan buyrulmuştur:
“Allah (c.c.) cocukca (lĂ‚u**bĂ‚lî

Boyle olgun gencler ve asil bir nesil yetiştirmek ise, en başta anne-babaların mes’ûliyetidir.
CenĂ‚b-ı Hak huzurlu bir Ă‚ile ve huzurlu bir toplum icin, “goz nûru zevceler” ve bu goz nûru zevcelerden de “goz nûru nesiller” yetiştirmemizi istiyor. Topluma guzel ahlĂ‚k ve takvĂ‚da onder ve rehber olma hedefini onumuze koyuyor. Toplumlarda huzurun, ancak bu ornek şahsiyetlerin yetiştirilmesi neticesinde gercekleşeceğini bildiriyor.
Peygamber Efendimiz (s.a.) de:
“Hepiniz cobansınız ve hepiniz guttuklerinizden sorumlusunuzÉ Erkek, Ă‚ilesinin cobanıdır ve surusunden sorumludur. Kadın, kocasının evinin cobanıdır ve surusunden sorumludur.” buyurmuştur. (BuhĂ‚rî, VesĂ‚yĂ‚, 9; Muslim, İmĂ‚re, 20)
İyi bir coban, surusunu kurak yerlere goturmez; yeşillik, bereketli, sulak arazilerde otlatır. Demek ki iyi bir anne-babanın da evlĂ‚dını helĂ‚l gıdĂ‚larla besleyip mĂ‚nevî gıdĂ‚sını guzelce alabileceği feyizli yerlere kucuk yaştan itibĂ‚ren sevk etmesi, ruhlarını guzelce beslemesi gerekir. Nitekim hanım sahĂ‚bîler, evlĂ‚tları uzun bir muddet Rasûlullah (s.a.) Efendimiz’i gormedikleri zaman onlara kızarlardı. EvlĂ‚tlarının sĂ‚lih kimselerden feyz almaları icin olanca gayretlerini gosterirlerdi.
Yine iyi bir coban, suruden geride kalan hasta veya zayıf koyunu kucağına alarak suruye ye*tiş*tirir. Onu kurda kuşa yem etmez. Bir anne-baba da co*cu*ğunu buyuturken onun mĂ‚*ne*vî inkişĂ‚fı icin bir*takım me*şak*katlere kat*lan*malıdır.
İyi bir coban, surusunu tehlikeli yerlerden korur. Bu**gun maalesef televizyon, menfî neşriyat, mustehcenlik, karanlık sokaklar, luks yaşamayı ve aşırı tuketimi kamcılayan reklĂ‚mlar ve in*ternetin yanlış adresleri, neslin rûhuna zehir sacan canavarlara donuştu. Genc dimağlar, bu menfî odakların tesir bombardımanı altında şahsiyet ve kimliğini kaybetmekte ve zamanla bu telkinlerin şekline, bicimine ve kalıbına girmektedir. Boylece gencler, rû*hen televizyonun, internetin ve sokakların co*cuk*ları hĂ‚line gelmekte, gercek anne-ba*ba*larıyla yakınlıkları, biyolojik bir bağdan oteye gec*me*mektedir.
Bu bakımdan, bilhassa gunumuzde anne-babaların cocuklarını korumak icin onlara cok daha buyuk bir dikkatle kol-kanat germeleri şarttır.
Zira iyi bir coban da buyuk bir dikkatle surusunun kĂ‚h onunden yurur, kĂ‚h ardından yurur, varılmak istenen yere sağ sĂ‚lim goturebilmek icin onlara yon verir. Bir anne-baba da evlĂ‚tlarını dĂ‚imĂ‚ hakka ve hayra yonlendirip doğru bir istikĂ‚met kazandırmak zorundadır. Bu sebeple kendilerine ihsĂ‚n edilmiş ilĂ‚hî bir emĂ‚net olan cocukları, ibĂ‚det vecdi icinde yetiştirerek onlara İslĂ‚m kimliği kazandırmak, anne-babaların en başta gelen vazifeleridir.
CenĂ‚b-ı Hak hemen hemen butun peygamberlerine cobanlık yaptırmıştır. Zira bunda, hem mahlûkĂ‚tın hissiyĂ‚tına Ă‚şinĂ‚ olarak şefkat ve merhameti oğrenmek, hem de insanlığı sevk ve idĂ‚renin ipuclarını kavrama tĂ‚limi vardır. Bu bakımdan anne-babaların evlĂ‚tlarına iyi bir coban olmaları, bir bakıma peygamber mesleği gibi ulvî bir hizmettir. Bu hizmette muvaffak olabilmekse, kĂ‚mil ruhların sanatıdır.
Hakîkaten, İslĂ‚m fıtratıyla doğan evlĂ‚tların kalpleri, tertemiz bir toprak gibidir. İşlenmeye muhtac, ham bir cevherdir. İstikbĂ‚lde onların gul veya diken olması, acı veya tatlı meyveler vermesi, uzerlerine atılan tohumların, bilhassa da anne-babaların yaptıkları telkinlerin keyfiyetine bağlıdır.
Bu bakımdan, evvelĂ‚ an*ne-babanın evlĂ‚dına iyi bir ornek olması elzemdir. Co*cu*ğun eğitimi, once ana ku*ca*ğında ve baba oca*ğın*da başlar. Anne-ba*ba*nın ağ*zın*dan cıkan her ke*li*me, co*cuğun şahsiyet in*şĂ‚*sında kul*landığı bir tuğla me*sĂ‚*be*sindedir.
Bilhassa global kulturun işgĂ‚li altında kirlenen gunumuz dunyasında, butun bu hususlar uzerinde anne-babalar olarak ciddiyetle duşunmeliyiz. “Bir anne-baba olarak evlĂ‚dıma ben ne verdim ki ondan ne bekliyorum?” suĂ‚lini sık sık kendimize sormalıyız. Kusursuz evlĂ‚t istiyorsak, oncelikle kusursuz bir anne-baba olmaya calışmalıyız. Zira unutmamalıyız ki, bedeli odenmeyen bir şeye sahiplik iddiĂ‚sına kalkışmak, abesle iştigaldir.
EvlĂ‚dını guzelce yetiştiren bir anne-babanın hakkı odenemez. Fakat anne-baba, evlĂ‚dının mĂ‚nevî terbiyesini ihmĂ‚l edip onu Allah yolunda ve rûhĂ‚nî bir iklimde yetiştirmezse, kıyĂ‚met gunu o anne-babadan evlĂ‚dı dĂ‚vĂ‚cı olacaktır.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! İnsanlar her gun ibĂ‚det ve tĂ‚ati ihmĂ‚l ettikleri hĂ‚lde nasıl olur da vaad olundukları azaptan korkmazlar!”
[Gaflet, iki gozunun onune iki parmağını koyarak kişinin kendi kendisini Ă‚mĂ‚ kılması gibidir. Gaflet, hakîkatlere karşı kalbe bir perde cekilmesidir. Mayın tarlasında pervĂ‚sızca koşmak, ucurumların kenarında dikkatsizce dolaşmaktır. Gaflet, kuzunun kurda sevdĂ‚lanmasıdır.
İnsanın iki buyuk duşmanı olan nefs-i emmĂ‚re ve şeytan -aleyhillĂ‚‘ne-, insanı binbir hile ve desise ile kulluk vazifelerinden uzaklaştırmak, mes’ûliyetlerini ihmĂ‚l ettirmek icin sayısız bahaneler uretir. Boylece aklı, kalbi, idrĂ‚ki, iz’Ă‚nı ve vicdĂ‚nı Ă‚deta uyuşturur. Bu şuursuzluk ve sarhoşluk hĂ‚li icinde, insanı kolayca azĂ‚ba surukler.
İşte bu gafletin en buyuk*le*rinden biri de, AllĂ‚h’ın rahmet, mağfiret, lûtuf ve kereminin sonsuzluğuna guve*ne*rek; “Nasıl olsa hep*si affedilir.” zannıyla ilĂ‚hî emir ve nehiylere lĂ‚yıkıyla riĂ‚yet et*me*mek, ha*ram*ların dehşetli Ă‚kı*be*tini umur*sa*ma*maktır. AllĂ‚h’ın Gafûr ve Rahîm ol*du*ğunu duşunup, O’nun aynı zaman*da Azî*zun zu’ntikām ve Kah*hĂ‚r olduğunu goz ardı etmektir.
Bunun icindir ki yuce Rab*bi*miz Ă‚yet-i kerî*me*de biz kul*larını şoyle îkaz bu*yur*maktadır:
“Ey insanlar! Rabbinize karşı gelmekten sakının! Ne babanın evlĂ‚dı, ne de evlĂ‚dın babası nĂ‚mına bir şey odeyemeyeceği gunden cekinin! Bilin ki, AllĂ‚h’ın vaadi gercektir. Sakın ola ki dunya hayatı sizi aldatmasın ve şeytan, AllĂ‚h’ın affına guvendirerek sizi kandırmasın!” (Lokman, 33)
Bu sebeple kula duşen; Ă‚hireti icin tedbirli, olculu, dikkatli ve gayretli olmaktır. CenĂ‚b-ı Hakk’ın GaffĂ‚r ve SettĂ‚r olduğu gibi KahhĂ‚r olduğunu da unutmamaktır. Aksi hĂ‚l, buyuk bir husran sebebidir. Bu husrĂ‚na dûcĂ‚r olmadan once, vakit kaybetmeden, pişmanlık ve sĂ‚lih amellerle te’yid edilen candan bir tevbe ile hĂ‚limizi ıslĂ‚ha yonelmemiz şarttır.
Nitekim Lokman (a.s.) da evlĂ‚dına:
“Yavrucuğum! Tevbeyi tehir etme, zira olum Ă‚niden geliverir!” nasihatinde bulunmuştur. (Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, s. 227, no: 590)
Mansûr bin AmmĂ‚r (r.a.) şoyle anlatır:
Bir gece sabah oldu zannıyla dışarı cıktım. Ancak henuz sabah olmadığını gordum. Bir evin onunden gecerken iceride birisinin dertli dertli ağlayarak şu duĂ‚yı yaptığını işittim:
“–İlĂ‚hî, cok gunah iş*le*dim. Kendime yazık ettim. Mak*sadım Sana muhĂ‚lefet etmek değildi. Ben nefsime yenik duştum. Hem gor*dum ki, ne kusur işlesem Sen (bu dunyada cezĂ‚ vermeyip) bir şey yapmıyorsun, Sen’in SettĂ‚r (ku*sur*ları orten) sıfatına aldandım. İşlediğim gunahları cĂ‚**hil**li*ğim*den işledim. Hata ettiğimi şimdi anladım. Bana azĂ‚b edersen hĂ‚lim nice olur?! Vah bana ki omrum uzadıkca gunahlarım coğalıyor! YĂ‚ Rabbî! Kul*larına SırĂ‚t’ı gecmelerini em*ret*tiğin gun, ki*mi*si Cehennem’e du*şecek, ki*mi*si Cennet’e gi*decek. Aca*bĂ‚ bu miskin kulun hangi gruptan olacak?!”
Bu arada Cehennem’den bahseden bir Ă‚yet işitildi. İce*ride munĂ‚cĂ‚tta bulunan genc, bir kez “Âh!” etti ve iniltisi kesildi.
“–AcabĂ‚ ne oldu ki sesi kesildi?” diye merak ettim. Evin yerini iyice tespit ettikten sonra evime gittim. Sabah geldiğimde o kapı onunde bir cenĂ‚ze vardı. HĂ‚linden sorduğumda annesi bana şunları anlattı:
“–Bu olen, oğlumdur. Peygamber Efen*dimiz’in soyundandır. Gece olunca na*maz*gĂ‚*hında sabaha kadar ağlardı. Gunduz kazandıklarını fakirlere infĂ‚k eder*di. Cehennem Ă‚yet*le*rinden birini işitince dayanamadı, ağlaya ağlaya duştu ve rû*hu*nu Hakk’a teslîm eyledi.”
Ben de kendisine:
“–Ey hanım, oğlun -inşĂ‚allah- Cennet’e girer. Cunku Allah korkusundan ağlayan, Cehennem’e girmez. Canını bu hĂ‚lde teslîm eden bir mu’min, hic Cehen*nem’e girer mi? AllĂ‚h’a şukret!” dedim.2
Nitekim gunahlarından boylesine nedĂ‚met duyup Allah korkusundan gozyaşı dokenler hakkında, Rasûlullah (s.a.) Efendimiz şoyle buyurmuşlardır:
“Sinek başı kadar bile olsa, gozunden Allah korkusuyla yaş cıkan ve bu yaşı yanaklarına değecek kadar akan hicbir mu’min yoktur ki, Allah onu ateşe haram etmesin!” (İbn-i MĂ‚ce, Zuhd, 19)
“Allah korkusu sebebiyle ağlayan kişi, (sağılan) sut memeye donmedikce Ce*hen*nem’e girmeyecektirÉ” (Tir*mi*zî, Zuhd, 8/2311)
Fakat bu nebevî be*yan*lar*daki muj**de**nin mĂ‚nĂ‚sını da yan*lış anlamamak gerekir. Zira hadîs-i şe*rîf*lerde verilen mujdeler, Kitap ve Sunnet muh*te*vĂ‚*sında bir hayat yaşamaya ilĂ‚*ve*ten, yine de Ă‚kı*be*ti hakkında emin ol*ma*yıp Allah kor*ku*suyla gozyaşı dokme*nin fazîletini ifĂ‚de etmektedir. Yoksa ilĂ‚hî emir ve nehiylere riĂ‚yet etmediği hĂ‚lde; felĂ‚ketler, olumler veya ben*zeri hĂ‚diseler uzerine gecici bir an icin Allah kor*ku*sundan dolayı doktuğu gozyaşlarıyla ebedî kurtuluşa ereceğini duşunmek -daha once de ifĂ‚de edildiği uzere- şeytanın, ilĂ‚hî affa gu*ven*direrek insanı kandırmasına benzer. Bu ise deh*şetli bir gaflet ve hazin bir aldanış olur.
Tabiî ki Allah TeĂ‚lĂ‚, dilediği kulunu bir sebeple veya sebepsiz olarak da affedebilir. Bununla birlikte mu’mine duşen, butun kulluk vazifelerini elinden geldiği kadar yaptıktan sonra, sĂ‚lih amellerine de doktuğu gozyaşlarına da guvenmeyip dĂ‚imĂ‚ tevbe-istiğfĂ‚r ederek AllĂ‚h’ın af ve mağfiretini umîd etmektir. Bu hususta evliyĂ‚ullĂ‚h’ın havf ve recĂ‚, yani korku ve umit hĂ‚li, bizlere en guzel ornektir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“EvlĂ‚dım! Bilerek veya bilmeyerek bir gunah işlediğinde, hemen tevbe edip tasaddukta bulun!”
[Tevbe, gunahtan gercek bir pişmanlık duymak ve ondan kat’î sûrette vazgecmek de*mek*tir. Ayrıca işlenen gunahlara kefĂ‚ret sadedinde, hayır-hasenatta bulunup sĂ‚lih amellerle meş*gul olmak da guzel bir telĂ‚fî vesîlesidir.
Rasûl-i Ekrem (s.a.) Efendimiz şoyle buyurmuştur:
“Her nerede olursan ol, Allah’tan ittikāÊet (Allah korkusuyla gunahlardan sakın) ve kotuluğun arkasından hemen bir iyilik yap ki, bu onu yok etsin. İnsanlara da guzel ahlĂ‚k ile muĂ‚mele et!” (Tirmizî, Birr, 55/1987)]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Ce*na**ze*de hazır bulun! Cunku cenaze, sana Ă‚hireti hatırlatır. Ha*ram ve gunahlar ise, senin dunyaya karşı mey*lini artırır.”
[Bir Ă‚hiret yolcusu olan insana en buyuk nasihat, olum*dur. İn*sa*nın en muhim meselesi de, hayat ve olum mu*am*mĂ‚*sını ilĂ‚hî ha*kî*katler ışığında coze*bil*mektir. Zira hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığ*mayacak kadar ulvî bir hakîkattir. İnsanların idraklerinde zuhûr eden “Hayat nedir?” suĂ‚line, sadece toprağın rutubeti ve mezar taşlarının katılığı cevap olarak yukselecekse, boyle bir hayattan daha acı ne olabilir?
Asıl hayat, Kur’Ă‚n ve Sunnet hakîkatlerinin feyz, huzur ve surur cennetinde yaşayıp ebedî saĂ‚dete nĂ‚il olabilmektir. ŞĂ‚ir, bu şuurla yaşanan bir hayatı şoyle hulĂ‚sa eder:
Seni annen doğurup attığı gun dunyaya,
Ağlıyordun; butun Ă‚lem guluyordu bir yanda,
Şimdi oyle bir omur sur ki olurken gulesin;
Cağlasın gozyaşı hĂ‚linde cihĂ‚n arkandaÉ
Bu şuuru surekli canlı tutabilmek icin; ce*nĂ‚*zelere iştirĂ‚k etmek, o tabutun icinde bir gun kendisinin olacağını farz edip hĂ‚lini muhĂ‚sebe etmek, kabristanları ziyaret etmek, dunyanın fĂ‚nî, hayatın kısa olduğunu sık sık tefekkur etmek gerekir.]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Eğer hayır işlediysen sen de hayır umabilirsin! Yok, şer işlediysen sana karşı da şer işleneceğinden hic şuphen olmasın!”3
[Arapcada bir deyim vardır: «مَنْ دَقَّ دُقَّ » Yani kişi ettiğini bulur, kim ne ekerse onu bicer, ancak yaptığının karşılığını gorur.
İnsan, Ă‚hiretin tarlası olan dunya hayatında hayır veya şer adına ne eker*se; kabir, kıyĂ‚met ve Ă‚hirette de onun mahsûlunu hasat eder.
MevlĂ‚nĂ‚ Hazretleri de, kişinin ancak yaptıklarının mu*kĂ‚fĂ‚tını veya cezĂ‚sını bu*la*bi*leceğini ifĂ‚de sadedinde:
“Sen hic buğday ektin de arpa bittiğini gordun mu?” buyurur.
FirĂ‚setli bir mu’min, amel defterine gunahların gol*ge*sini dahî duşurme*mek ve onu hayırlarla do*na*ta*bilmek icin, hayat ser*mĂ‚yesini en bereketli bir şekilde kullanıp karşısına cıkan her turlu sevap fır*sa*tını değerlendirme gayreti icinde olur. Zira Haz*ret-i Ebû Bekir (r.a.)’ın bu*yur*du*ğu gibi:
“Dunya mu’minlerin pazarı, gece ile gunduz sermĂ‚yeleri, sĂ‚lih ameller ticĂ‚ret malları, Cennet kazancları, Cehennem de zararlarıdır.”
Maddî mevzularda en basit idrak bile, dĂ‚imĂ‚ bir kĂ‚r-zarar hesĂ‚bı yapar, kendi durumunu sık sık gozden gecirir. KĂ‚rını artırıp zararını telĂ‚fî etmenin yollarını arar. HĂ‚l boyleyken, ebediyet yurdunun saĂ‚det veya felĂ‚ket sermĂ‚yesi olan fĂ‚nî dunya gunlerini hayırda mı şerde mi tukettiğini duşunmemek, Ă‚hiret yolcusu olan insanoğlu icin ne hazin bir hamĂ‚kattir!]
Lokman (a.s.) buyurur:
“Ey oğlum! Dunya hayatı kısadır. Senin oradaki omrun ise daha da kısadır. Bu kısa omrun de az bir kısmı kalmıştır.”
[Her gun, omur takvimimizden bir yaprak daha kopuyor. Hayat ırmağımız hic durmadan sur’atle akıp gidiyor. GĂ‚fil insana hic bitmeyecekmiş gibi uzun gelen dunya hayatı, hakîkatte kısacık bir muhletten ibĂ‚ret. Nitekim CenĂ‚b-ı Hak, bu gerceği Ă‚yet-i kerîmede şoyle haber veriyor:
“KıyĂ‚met gununu gorduklerinde (dunyada) sadece bir akşam vakti ya da kuşluk zamanı kadar kaldıklarını sanırlar.” (en-NĂ‚ziĂ‚t, 46)
İşte fĂ‚nî dunya hayatı, ebedî Ă‚hiret hayatı karşısın*da bir sabun kopuğunden fark*sızdır. Bu kısacık omurde de olumun, kapımızı ne zaman calacağı derin bir mec*hûl*dur. Hayat sanki, met**rajı belli olmayan bir makara gibidir ki nerede kopacağı veya ne zaman biteceği belir*sizdir. Her doğan canlı, olume namzettir; her insan, olecek yaştadır!..
Bu sebeple İmĂ‚m GazĂ‚lî Hazretleri şoyle nasihat eder:
“Ey oğul! Şim*di duşun ki vefĂ‚t ettin ve dunyaya geri gonderildin. O heyecan hĂ‚lini bir duşun! O hĂ‚l*de bu*gun, gu*nah ve mĂ‚*sı*ye*te kat’iyyen yak*laş*ma ve sa*kın ola ki, bugu*nun bir Ă‚nı*nı bi*le bo*şa ge*cir*me! Zira her ne*fes, pa*ha bi*ci*le*me*yen bir nî*met*tir.”]
CenĂ‚b-ı Hak cumlemize omur sermayesinin kıymetini bilip, rızĂ‚*sına muvĂ‚fık bir amel-i sĂ‚lih hayatı yaşamayı nasip ve muyesser eylesin.
Âmîn!..
Dipnotlar: 1. Rûhu’l-BeyĂ‚n, c. 15, sf. 213. 2. Bkz. Tezkiretu’l-EvliyĂ‚; İhyĂ‚u Ulûmiddîn, Turkiye Gazetesi EvliyĂ‚lar Ansiklopedisi. 3. Beyhakî, ez-Zuhdu’l-Kebîr, s. 284, no: 737.
__________________