Seven, sevdiğine kavuşmak icin her fırsatı canına minnet bilir, her yola başvurur. Sevdiğinin muhabbet ve hoşnutluğuna erebilmek icin butun imkÂnları değerlendirir, bu uğurda hicbir fırsatı kacırmak istemez.
Gonlu îman muhabbetiyle dolu bir Hak Âşığı da, kendisini Hakk’ın rızÂsına ve yakınlığına kavuşturacak olan her vesîleye tevessul eder, yani buyuk bir aşk ve şevkle sarılır. Zira bunu bizzat Rabbimiz emretmektedir:
“Ey îmÂn eden*ler! Al*lah’tan kor*kun ve O’na yak*laş*maya ve*sî*le ara*yın!..” (el-MÂide, 35)
Şuphesiz ki en buyuk ve*sî*leler; kulu yaratılış gÂ*yesine ve Hakk’ın rızÂsına ulaştıran vÂsıtalardır. Kur’Ân-ı Kerîm, ibÂdetler, sÂlih ameller, esmÂ-i husnÂ, salevÂt-ı şerîfe, mukaddes zaman ve mekÂnlar, peygamberler ve Hak dostları, bunların başında gelir. Tevessul de CenÂb-ı Hakk’ın sevdiği bu hususları vesîle edinerek, AllÂh’a bunlar hurmetine du etmektir. Yani tevessul, CenÂb-ı Hakk’ın sevdikleri hurmetine O’nun rızÂsını ve lûtfunu celbetme niyet ve arzusundan ibÂrettir.
HAKK’A VUSLAT VESÎLELERİ…
Kulu Hakk’a vÂsıl edecek vesîleler saymakla bitmez. Rabbimiz, sonsuz rahmetinin eseri olarak biz kullarına lûtufta bulunmak icin nice vesîleler ihsÂn etmektedir. Bu vesîleler, insanlığı hak ve hakîkate sevk ederek Rabbimizin “cennet dÂvetine” elcilik yapmaktadır. Nitekim;
– Hazret-i Omer’in îmanla şereflenmesine, kızkardeşi FÂtıma’nın evinde duyduğu Kur’Ân Âyetleri vesîle olmuştur.
– Bişr-i Hafî Hazretleri’nin gecmişteki nefsÂnî haya*tın*dan kurtulup sırÂt-ı mus*ta*kîme hidÂyetine, yolda bulduğu bir kağıt parcası vesîle olmuştur ki, uzerinde “Allah” lÂfzı yazılı olduğu icin onu nÂdide bir mucevher gibi buyuk bir nasip bilerek alıp temizlemiş ve hurmetle lÂyık olduğu mûten bir mevkiye kaldırmıştır.
– Kadı Mahmud’un hakîkat iklîmine vÂsıl olmasına, bir karı-kocanın mÂnevî sırlarla dolu dÂvÂsı vesîle olmuştur. Samimiyetle bu dÂvÂnın peşine duşunce, kendisini UftÂde Hazretleri’nin kapısında bulmuş ve o kapıda, mÂrifetullah zirvelerine giden HudÂyî yolunu keşfetmiştir.
– Hazret-i MevlÂnÂ’nın, gonul sultanlığına erişmesine, Şems adlı bir dervişin, aşk ve vecd Âleminden bir pencere acması vesîle olmuştur.
Bu gibi misalleri artırmak mumkundur. Zira Hakk’a giden yollar, mahlûkÂtın nefesleri adedince coktur. Muhim olan, CenÂb-ı Hak’tan gelen bu vesîlelerin farkına varıp onlardan lÂyıkıyla istifÂde edebilecek bir gonle sahip olmaktır. Kulun gonlu hak ve hakîkate teşne ise, kendisini AllÂh’a yaklaştıracak olan vesîleleri gormeyi Rabbimiz ona nasîb eder.
Hak dostlarından Ebû’l-Hasan HarakÂnî Hazretleri şoyle buyurur:
“Bir kulun vesîle ederek Yuce AllÂh’ı bulmaya calıştığı hangi şey olursa olsun; onların en guzeli Kur’Ân-ı Kerîm’dir. Oyleyse, Yuce AllÂh’ı Kur’Ân yolundan aramalısınız.” (el-HadÂiku’l-Verdiye, s. 458)
Hakîkaten Kur’Ân, bir ucu AllÂh’ın kudret elinde, diğer ucu bizlere uzatılmış en sağlam iptir. Bu ipi sımsıkı tutarak onu Hakk’ın yakınlığına ve ilÂhî lûtuflara kavuşmaya vesîle edinmek gerekir.
DuÂların makbûl olması icin tevessul edilebilecek hususlardan biri de salevÂt-ı şerîfedir. İs*lÂ*mî an’ane*de duÂ, ham*de*le ve sal*ve*ley*le baş*la*yıp yi*ne on*lar*la hitÂma er*di*ri*lir. Sal*ve*le, Pey*gam*ber Efendimiz r hak*kın*da Ce*nÂb-ı Hakk’a bir duÂ*dır ki, onun (sa*le*vÂ*tın) red*de*dil*me*yip ka*bul edi*le*ce*ği yo*lun*da bir ka*na*at mev*cuttur. Du*Âla*rı*mı*zın ba*şı*nı ve so*nu*nu sa*lÂt u se*lÂm ile sus*le*mek de bu ger*cek*ten kay*nak*lan*mak*ta*dır. Boy*le*ce ka*bû*lu mu*hak*kak olan iki du*Ânın ara*sı*na ken*di du*Âla*rı*mı*zı sı*kış*tır*mak, on*la*rın da kabûlu*nu sağ*la*mak du*şun*ce*siy*le* yapılan bir tevessuldur.
Du*Ânın mus*te*cÂb ol*ma*sı*nı temin eden di*ğer bir vesîle de es*mÂ-i ilÂ*hiy*ye*dir. Âyet-i ke*rî*me*de buyrulur:
“En gu*zel isim*ler (es*mÂ-i hus*nÂ) Al*lÂh’a Âit*tir. O hÂl*de bu isim*ler*le O’na du edin!” (el-A’rÂf, 180)
Ayrıca Peygamber Efendimiz r, Allah TeÂlÂ’dan yağmur dilediğin*de “İstisk Namazı” kılmış, boylece duÂsının kabûlu icin nÂfile namazla da tevessul etmiştir. Nitekim Rabbimiz de; “Ey îmÂn edenler, namaz ve sabırla Allah’tan yardım isteyin!..” (el-Bakara, 153) buyurmaktadır.
SÂ*lih amel*ler de hayırlara kavuşup sıkıntılardan kur*tu*lmaya bir ve*sî*le*dir. Bu hususu îzah sadedinde; gec*miş um*met*ler*den, yol*cu*lu*ğa cı*kan uc ar*ka*da*şın hÂ*lini bil*di*ren bir hadîs-i şerîf, hulÂsaten şoyledir:
“Yol*cu*luk es*nÂ*sın*da yağ*mu*ra ya*ka*la*nan uc ar*ka*daş, ge*ce*yi ge*cir*mek icin bir ma*ğa*ra*ya gi*rer. Der*ken dağ*dan bir ka*ya par*ca*sı du*şer ve ma*ğa*ra*nın gi*ri*şi*ni ka*pa*tır. Bu*nun uze*ri*ne on*lar:
«–SÂ*lih amel*le*ri*miz*le Al*lÂh’a du et*mek*ten baş*ka cÂ*re*miz yok*tur; bi*zi bu*ra*dan, Allah’tan baş*ka hic kimse kur*ta*ra*maz.» der*ler.
On*lar*dan bi*ri*, ana ba*ba*sı*na olan ita*ati*ni ve*sî*le kı*lar. Ka*ya bi*raz ye*rin*den oy*nar, fa*kat ma*ğa*ra*dan cı*kı*la*cak gi*bi de*ğil*dir.
İkin*ci*si, Al*lah kor*ku*su*nu, ha*y ve if*fe*ti*ni ve*sî*le kı*lar. Ka*ya bi*raz da*ha ara*la*nır, ama yi*ne cı*kı*la*cak gi*bi de*ğil*dir.
Ucun*cu*su de, kul hak*kı*na olan ri*Âye*ti*ni ve*sî*le kı*la*rak Al*lÂh’a yal*va*rır. Bu*nun uze*ri*ne ka*ya, ma*ğa*ra*nın ağ*zın*dan ta*ma*men ka*yar ve dı*şa*rı cı*kar*lar.” (Bkz. Bu*hÂ*rî, Edeb, 5, En*bi*yÂ, 53; Zi*kir, 100)
EN BUYUK VESÎLEMİZ…
SÂlih amellerle tevessul edilebildiği gibi, o amelleri tebliğ ve irşÃ‚dı vesîlesiyle oğrendiğimiz Rasûlullah r ile tevessul etmek de pek tabiî ki cÂiz ve hatt elzemdir. Zira O, Hak katında mahlûkatın en kıymetlisidir. Allah Y, Efendimiz r’i, butun amellerimizden de, mevcut her şeyden de daha cok sevmektedir.
Beşeriyet, RahmÂn’ın uc*suz-bu*cak*sız af ve ke*rem ummÂnına, Rabbimizin, O “Var*lık Nû*ru”na duyduğu muhabbeti hurmetine mazhar olmuştur. Nitekim ha*dîs-i şe*rîfte şoyle buyrulur:
“Âdem u cen*net*ten cı*ka*rıl*ma*sı*na se*bep olan zel*le*yi iş*le*di*ğin*de, ha*tÂ*sı*nı an*la*yıp; «–YÂ Rab*bî! Mu*ham*med hak*kı icin Sen’den be*ni ba*ğış*la*ma*nı is*ti*yo*rum.» de*di.
Al*lah Te*ÂlÂ; «–Ey Âdem! He*nuz ya*rat*ma*dı*ğım hÂl*de Mu*ham*med’i sen ne*re*den bil*din?» bu*yur*du.
Âdem u; «–YÂ Rab*bî! Sen be*ni ya*ra*tıp ba*na rû*hun*dan uf*le*di*ğin*de ba*şı*mı kal*dır*dım, Arş’ın su*tun*la*rı uze*rin*de; “LÂ ilÂ*he il*lÂl*lÂh, Mu*ham*me*du’r-Ra*sû*lul*lÂh” cum*le*si*nin ya*zı*lı ol*du*ğu*nu gor*dum. Bil*dim ki Sen, ZÂt’ının is*mi*ne an*cak ya*ra*tıl*mış*la*rın en se*vim*li*si*ni izÂ*fe eder*sin!» dedi.
Bu*nun uze*ri*ne Allah Te*ÂlÂ; «–Doğru soy*le*din ey Âdem! Ha*kî*ka*ten O, Ba*na go*re mah*lû*kÂ*tın en se*vim*li*si*dir. O’nun hak*kı icin Ba*na du et. (MÂ*demki du et*tin), Ben de se*ni ba*ğış*la*dım. ŞÃ‚*yet Mu*ham*med ol*ma*say*dı se*ni ya*rat*maz*dım!» bu*yur*du.” (HÂ*kim, Mus*ted*rek, II, 672)
İşte Efendimiz r’in Hak katındaki kıymeti o kadar yucedir ki, yaratılışın başlangıcı O’nun nûruyla olmuştur. HÂlık-ı Mutlak, CenÂb-ı Hak’tır; fakat yaratılışın sÂikı, Hazret-i Muhammed r’dir. O olmasaydı, Âlemler ıssız collere donerdi. Nerede bir guzellik varsa, O’ndan bir akis taşır, cunku O’nun yuzu suyu hurmetine yaratılmıştır.
Bunun icindir ki, O henuz dunyayı şereflendirmeden evvel, pek cok peygamber bile, duÂlarında O’nu vesîle kılarak AllÂh’a yonelmiştir. İnsanlığın atası Âdem u, Rasûlullah r Efendimiz’i duÂsına vesîle kıldı; ilÂhî affa nÂil oldu. O yuce Rasûl, İbrahim u’ın sulbune intikÂl eyledi; ateş ona serin ve selÂmet oldu. O yuce inci, İsmail u’ın sedefine girince, bıcak onun boynunu kesmedi, nÂmına goklerden kurbanlık koc indirildi.
VelhÂsıl, peygamberler dahî O’nun hurmetine ilÂhî rahmetten istifÂ*de etmişlerdir. Hatt Hazret-i Mûs u, O’na tÂbî olmanın bereketine erebilmek icin O’nun ummetinden olmayı dilemiştir.1
Şu hÂdise, ashÂbın Efendimiz r ile tevessullerine tipik bir misÂldir:
Bir ÂmÂ, Ra*sû*lul*lah r’e ge*le*rek gozundeki hastalıktan şikÂyet etti. Efen*di*miz r; sabretmesinin daha hayırlı olacağını tavsiye etti. Âm ise:
“–Y Ra*sû*lÂllah! Be*ni elim*den tu*tup go*tu*re*cek kim*sem yok. Bu hÂl ba*na cok me*şak*kat ve*ri*yor. Lut*fen goz*le*ri*min acıl*ma*sı icin du edi*niz!” diye ısrar edince Efen*di*miz r şoy*le bu*yur*du:
“–Git ab*dest al, son*ra iki rekÂt na*maz kıl, ar*dın*dan da şoy*le du et:
«Al*lÂh’ım! Rah*met Pey*gam*be*ri olan Ne*bîn Mu*ham*med’le (O’nun hur*me*ti*ne) Sen’in ZÂt’ın*dan di*li*yor ve Sa*na yo*ne*li*yo*rum... YÂ Mu*ham*med! İh*ti*yacı*mın ve*ril*me*si icin Sen’inle Rab*bi*me yo*ne*li*yo*rum!.. Al*lÂh’ım! O’nu ba*na şefaatcı kıl!..»” (Tir*mi*zî, De*avÂt, 118; Ah*med bin Han*bel, Mus*ned, IV. 138)
HÂ*kim’in ri*vÂ*ye*tin*de, ay*rı*ca ÂmÂ*nın go*zu go*rur bir hÂl*de aya*ğa kalk*tı*ğı da ilÂve edilmiştir. (Bkz. HÂ*kim, Mus*ted*rek, I, 707-708)
HÂfız İbn-i Kesîr, YemÂme Savaşı’nda muslumanların parolasının:
“Y MuhammedÂh: Ey Muhammed, bize yardım eyle!” olduğunu soyler. HÂlid bin Velid t, YemÂme savaşında duşmanı mubÂrezeye cağırdıktan sonra yuksek sesle muslumanların parolasını soyleyerek; “Y MuhammedÂh!” diye nid etmiştir. Ayrıca o gun mubÂreze icin karşısına kim cıktıysa hepsine gÂlip gelmiştir. (Taberî, TÂrih, II, 513; İbn-i Kesîr, el-BidÂye, VI, 324)
Tabiî ki bu ifÂdeden kastedilen; “AllÂh’ım! Sana Sevgili Rasûlun Muhammed r vesîlesiyle yoneliyoruz, O’nun hurmetine bize nusret ve zafer lûtfeyle!” niyÂzıdır. TÂrihte bunun pek cok misÂli vardır. Nitekim Canakkale harbinde Binbaşı Lutfu Bey, pek muşkul bir vaziyetle karşılaşınca; “Yetiş y Muhammed! Kitabın elden gidiyor!” diye feryÂd etmiş ve AllÂh’ın yardımıyla o bÂdireden kurtulmuşlardır. Bunun gibi nice tecellîler yaşanmıştır. Nitekim Canakkale Harbi’ndeki İngiliz kumandanı tÂrihci Hamilton da, bu hakîkati şoyle îtirÂf etmiştir:
“Bizi Turkler’in maddî gucu değil, mÂnevî gucu mağlûb etmiştir. Cunku onların atacak barutu bile kalmamıştı. Fakat biz, gokten inen gucleri muşÃ‚hede ettik!..”
KIRIK KALPLER HURMETİNE…
Hadîs-i şerîfte buyrulur:
“İcinizde sacı-başı dağınık, eski elbiseler icinde, garip gorunumlu ve insanların îtibÂr etmediği nice kimseler vardır ki, AllÂh’a yemin etseler, Allah onların yeminlerini boşa cıkarmaz… Ber bin MÂlik de onlardandır.” (Tirmizî, MenÂkıb, 54/3854)
Yani boyle kimseler, CenÂb-ı Hakk’a karşı “naz ehli”dirler. Allah’tan bir şeyin vukû bulmasını ısrarla niyaz ve umîd ederek bunu insanlara yeminle soyleseler, Allah TeÂl onların yuzunu kara cıkarmaz.
Nitekim Enes bin MÂlik’in kardeşi olan Ber t’ın dunyaya ait bir dikili taşı bile yoktu. Olmeyecek miktarda bir azıkla yaşıyor, fakat fakirliği sabır ve tevekkulle karşılıyordu. Ber t, Hazret-i Omer zamanındaki harplerden birine katılmıştı. Muslumanlar sayıca cok az olup zor durumda kalmışlardı. Ordu kumandanı, Ber t’tan muslumanların zaferi icin yemin etmesini ısrarla taleb etti. Bunun uzerine Hazret-i BerÂ:
“Ey Rabbim, onlara karşı zafer ihsÂn etmen ve beni Nebiyy-i Ekrem Efendimiz’e kavuşturman icin Sana yemin ediyorum!..” dedi.
Hakîkaten ertesi gun zafer nasîb oldu ve Hazret-i Ber da şevkle arzuladığı şehÂdet şerbetini icti. (HÂkim, III, 331/5274)
Ra*sû*lul*lah r Efen*di*miz bi*le, Al*lah’tan za*fer ve yar*dım ta*leb eder*ken mu*hÂ*cir*le*rin fa*kir*le*ri ve*sî*le*siy*le ni*yaz*da bu*lu*nur2 ve şoy*le bu*yu*rur*du:
“Ba*na za*yıf*la*rı ca*ğı*rı*nız. Cun*ku siz, an*cak za*yıf*la*rı*nız(ın du ve be*re*ke*ti) ile rı*zık*lan*dı*rı*lır ve yar*dım edi*lir*si*niz.” (Ebû DÂ*vud, Ci*hÂd, 70)
Kı*rık ve mah*zun kalple*ri ve*sî*le edi*ne*rek rı*zÂ-yı ilÂ*hî*ye vÂ*sıl ola*bil*mek sa*de*din*de MÂ*lik bin Di*nar’ın şu ri*vÂ*ye*ti de ol*duk*ca mÂ*ni*dar*dır:
“Mû*s u Ce*nÂb-ı Hakk’a bir il*ti*cÂ*sın*da:
«–YÂ Rabbi! Se*n’i ne*re*de ara*ya*yım!» de*di.
Al*lah Te*Âl bu*yur*du ki:
«–Be*n’i, kal*bi kı*rık*la*rın ya*nın*da ara!»” (Ebû Nu*aym, Hil*ye, II, 364)
SÂLİH KULLARLA TEVESSUL…
AllÂh’ın sÂlih kulları, rahmet ve bereket vesîlesidirler. İnsanları AllÂh’a itaate dÂvet eder, ummetin selÂmeti icin du ederler. Allah TeÂl da dilerse bu sevdiği kulları hurmetine muhtemel tehlikeleri def eder, rahmet ve nusretini lûtfeder.
Mufessir Bursevî; “…AllÂh’a yaklaşmaya vesîle arayın…” (el-MÂide, 35) Âyeti hakkında der ki:
“Bu Âyet, acık bir şekilde vesîle aramayı emretmektedir. Bu, mutlaka gereklidir. AllÂh’a vuslat ancak onunla gercekleşir. Vesîleden maksat, hakîkat Âlimleri ve murşid-i kÂmillerdir.” (Bursevî, Rûhu’l-Beyan, c. IV, s. 543)
Talebesine ders veren sÂlih bir Âlim, onun yetişmesi icin bir vesîledir. Mur*şid*-i kÂmiller de, Âlimlerin zÂ*hi*rî ilimlerde yap*tı*ğı reh*ber*li*ğe ben*zer bir va*zî*fe*yi, mÂ*ne*vi*yat yol*la*rın*da îf eder*ler.
Âlim*ler ve sÂ*lih*le*rin, ku*lu Rab*bi*nin yo*lu*na tev*cîh et*me*le*ri, ruh*ban*lık mÂ*hi*ye*tin*de bir fa*Âli*yet de*ğil*dir. O, bir ir*şad ve ikaz*dır. Yu*ru*ne*cek yol*lar*da yol*cu*la*ra reh*ber*lik et*mek*ten ibÂ*ret*tir. Bu*na mu*kÂ*bil hris*ti*yan*lık*ta ruh*ban*lık var*dır. On*la*ra go*re ruh*ban, Al*lah ile kul ara*sın*da za*rû*rî bir va*sı*ta du*ru*mun*da*dır. İs*lÂm ise bu*nu red*de*der. Yani Al*lah ile kul ara*sın*da bir ucun*cu şa*hıs ta*sav*vur olu*na*maz. Kul, Rab*bi*ne şah*sen ve doğ*ru*dan her an iltic edebilir. Mu’min, yalnız AllÂh’a ibÂdet edip yalnız O’ndan yardım diler. Nitekim Âyet-i kerîmede buyrulur:
اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَ اِيَّاكَ نَسْتَعِينُ
“(Rabbimiz!) Ancak Sana kulluk ederiz ve yalnız Sen’den medet umarız.” (el-FÂtiha, 5)
Ote yandan, insanın en buyuk ihtiyacı, dunya imtihanlarından selÂmetle gecerek Hakk’a vÂsıl olabilmektir. Bu hususta insanların elinden tutup yol gosteren Hak dostları da AllÂh’ın lûtfettiği vesîleler cumlesin*dendir. Zira onların hem halk ile hem de Hak ile aynı anda munÂsebetleri vardır. Bu sebeple, halkı Hakk’a ulaştıran bir kopru hizmeti gorurler.
Onceleri bir hristiyan iken, Hazret-i Mev*lÂ*n ve Mes*ne*vî’si vesî*lesiy*le hi*dÂ*yete eren rahmetli Farsca hocam Ya*man De*de’ye:
“–Siz, nicin Mev*lÂn ve Mes*nevî’sinden bu kadar cok bah*se*diyorsu*nuz?” di*ye sorulduğunda:
“–EvlÂdım, benim elimden MevlÂn tuttu. O beni Hazret-i Peygamber’in kapısına goturerek hidÂyetime vesîle oldu. Beni ateşten kurtaran birisini bu kadar anmam az bile!” derdi.
TEVESSUL ŞİRK DEĞİLDİR…
Allah TeÂlÂ, insanların birbirinden yardım istemesine izin vermiş ve biri kendisinden yardım istediğinde ona icÂbet edip yardım edilmesini emretmiştir.
SahÂbe-i kiram da, Rasûlullah r’den yardım ister, şefaat taleb eder, fakirlik, hastalık, borc gibi hÂllerini arz eder, sıkıntıya duştuklerinde O’na koşarlardı. Pek cok rivÂyette nakledildiğine gore, bir kuraklık hÂli zuhûr edince insanlar Allah Rasûlu’ne gelir, O’ndan CenÂb-ı Hakk’a du ederek yağmur taleb etmesini isterlerdi.
AshÂb-ı kirÂm, boyle yaparken şunu cok iyi biliyorlardı ki; Rasûlul*lah r, hayırlara ulaşmakta sadece bir vÂsıta ve sebeptir. Hakikî fÂil, kÂdir-i mutlak, yalnız CenÂb-ı Hak’tır. Fakat Rabbimizin, Habîbi’ne olan muhabbeti hurmetine, O’nun duÂlarını daha cok kabul edeceğini umduklarından, bu yola tevessul ediyorlardı. SahÂbe efendilerimiz, neyin “şirk” neyin “tevhîd” olduğunu da elbette bizden cok daha iyi bilen kimselerdi.
Eğer bir mu’min, AllÂh’ın vesîle edinilmesini emrettiği bir şeyi vesîle ediniyorsa, bu, o kişinin, vesîleyi emreden AllÂh’a itaat icin boyle yaptığını gosterir; -hÂşÃ‚- Allah’tan başkasını Rab tanıdığını değil!..
Ustelik bir şeyi vesîle edinen kişi, Allah TeÂlÂ’nın o şeyi ya da kişiyi sevdiğine inandığı icin onu vesîle edinmektedir. Tevessul eden kişi, vesîle edindiği şeyleri, Allah TeÂl gibi bizzat menfaat veya zarar verebilecek bir mevkîde gorurse, bu o zaman şirk olur. Tevessul eden kişi, kendisiyle te*vessul edilen zÂtın, sadece AllÂh’ın izniyle bir hayra sebep olabileceğini, bir kotuluğu de, ancak O’nun dilemesiyle defedebileceğini bilmelidir.
Ce*nÂb-ı Hak, bir şe*yin olmasını mu*rÂd et*ti*ği za*man ona “كُنْ” yani “Ol!” der ve o iş ger*cek*le*şir. Bu*na rağ*men Al*lah Te*Âl ilÂ*hî mu*rÂ*dı muk*te*zÂ*sın*ca bÂ*zı hÂ*di*se*le*rin ta*sar*ru*fu*nu bir*ta*kım kul*la*rı*na tev*dî ey*le*miş*tir. Tıp*kı dort bu*yuk me*lek*te ol*du*ğu gi*bi:
Ceb*rÂ*il u, vah*yi pey*gam*ber*le*re bil*dir*mek*le; Mi*kÂ*il u, ta*bi*at hÂ*di*se*le*ri*ni sevk ve idÂ*re et*mek*le; Az*rÂ*il u, ruhları kabzetmekle; İs*rÂ*fil u ise, Sûr’a ufle*mek*le va*zî*fe*len*di*ril*miştir.
Ce*nÂb-ı Hak, el*bet*te ki bu va*zî*fe*le*ri o me*lek*le*re ge*rek ol*mak*sı*zın da ger*cek*leş*ti*re*bi*lir. Fa*kat Al*lah Te*ÂlÂ, ilÂ*hî irÂ*de*siy*le on*la*ra boy*le bir va*zî*fe ve sa*lÂ*hi*yet ver*miş*tir. O gu*cu on*la*ra ve*ren Al*lah Te*ÂlÂ’dır. Bunun gibi, ehlullah da bÂzen CenÂb-ı Hakk’ın murÂdına Âlet ve mÂkes olurlar. Kudret-i ilÂhî onlar vÂsıtasıyla zuhûra gelir.
Mesel şif Allah’tandır. Fakat CenÂb-ı Hak, doktoru, ilÂcı vs. şifÂya vesîle kılmıştır. Dolayısıyla şifÂyı bu vesîlelere tevessul ile aramak gerekir. Kulların şif icin doktora murÂcaatı şirk sayılamaz. Zira her mu’min bilir ki, şifÂyı veren Allah’tır, doktor bir vÂsıtadan ibÂrettir.
Bununla birlikte bÂ*zı kim*se*le*rin, sÂ*lih*le*rin gı*yÂbında ve*ya ka*bir*le*ri*ni zi*yÂ*ret es*nÂ*sın*da; “Ey fi*lÂn zÂt! Ba*na şi*f ver! Be*nim şu ih*ti*ya*cı*mı gi*der!” gi*bi soz*ler*le doğ*ru*dan doğ*ru*ya ken*di*le*rin*den ta*lep*te bu*lun*ma*la*rı, son de*re*ce yan*lıştır ve şir*ke kapı aralar. Şup*he*siz bu tur ifÂdeler icin bir*ta*kım te’*vil*ler ya*pı*la*bi*lir*se de, gÂ*yet has*sas olan tev*hîd akî*de*si*nin ozu*nu ze*de*le*ye*n bu gibi cÂ*hi*lÂ*ne soz ve tavırlardan şid*det*le sa*kı*nmak gerekir. Zira tevhîd akîdesinin ortaklığa tahammulu yoktur. İbadet ve sÂlih amellere Allah’tan başkasını ortak etmek olan “riy” bile “gizli şirk” sayılıp şiddetle men edilirken, acık bir şirk tehlikesi arz eden bu tur davranışlardan kat’iyyetle sakınmak îcÂb eder.
VelhÂsıl te*ves*sul, me*rÂ*mı*nı Ce*nÂb-ı Hakk’ın sev*dik*le*ri hur*me*ti*ne O’na arz ede*rek du*Âya mak*bû*li*yet ka*zan*dır*ma gay*re*ti*nden ibÂrettir. Yok*sa Hak Te*ÂlÂ’nın sÂ*lih kul*la*rı*na kud*siy*yet at*fet*mek de*ğil*dir.
Şunu asl unutmamak gerekir ki, peygamberler ve onların bildirdikleri dışında hic kimsenin son nefeste îmanla gidebilme teminÂtı yoktur. Mu’min, bu endişe sebebiyle hayatını her nefes Kitap ve Sunneti yaşama gayreti icinde gecirmeli ve Yûsuf u’ın;
تَوَفَّن۪ى مُسْلِماً وَ اَلْحِقْن۪ى بِالصَّالِحِينَ
“…(Ey Rabbim!) Beni musluman olarak vefat ettir ve beni sÂlihler arasına kat!” (Yûsuf, 101) niyÂzını gonlunden ve dilinden duşurmemelidir. Levh-i Mahfûz’a bakıp onu okuyacak makÂma erdikten sonra bile nefsine mağlûb olup ebedî husrÂna uğrayan Bel’am bin BÂûrÂ’nın3 hÂlini hicbir zaman unutmamalıdır. Yani kul, hangi makamda olursa olsun, kendi Âkıbetini bile tayinden Âcizdir; dÂim Rabbinin lûtfuna muhtactır.
Rabbimizin bize lûtufta bulunmak icin halkettiği sayısız vesîlelerden biri de, ilÂhî af, rahmet ve mağfiretin Âdeta tuğyÂn ettiği Ramazan ve bayram gunleridir. Bu vesîlelere ihlÂs ve samîmiyetle tevessul etmek ve bu buyuk fırsatları zÂyî etmekten sakınmak, îman firÂsetinin en tabiî bir gereğidir. Zira bu nîmetleri ziyan etmek, O nîmetleri lûtfeden Rabbimize karşı bir nankorluktur. Bunun icindir ki Efendimiz r:
“…Cibrîl u bana gorundu ve; «Ramazan’a erişip de gunahları affedilmeyen kimse rahmetten uzak olsun!» dedi. Ben de «Âmîn!» dedim...” buyurmuştur. (HÂkim, IV, 170/7256; Tirmizî, DeavÂt, 100/3545)
İlÂhî bir gufran vesîlesi olan bu mubÂrek ayı gaflete duşmeden gecirmek icin butun gayretimizi gosterelim ki, husrÂna uğrayanlardan olmayalım.
YÂ Rabbî! İbadetlerimizi, amel-i sÂlihlerimizi, hizmet ve gayret*lerimizi butun kusurlarımızla birlikte kabûl buyur! Butun bunları, rahmet ve mağfiretine vesîle eyle! Habîb-i Ekrem r Efendimiz’in yuzu suyu hurmetine bizleri affeyle! Bizleri, sevdiğin kullarınla birlikte yaşat, sÂlihlerle birlikte haşreyle!
Âmîn!
Dipnotlar: 1. Bkz. Taberî, CÂmiu’l-BeyÂn an Te’vîli Âyi’l-Kur’Ân, Beyrut 1995, IX, 87-88. 2. Bkz. Bu*hÂ*rî, Ci*hÂd, 76; Ta*be*rÂ*nî, Mû*ce*mu’l-Ke*bîr, I, 292. 3. Bkz, el-A‘rÂf, 176.
__________________
Hak Dostlarının Ornek AhlÂkından 35 TEVESSUL
Dini Bilgiler0 Mesaj
●24 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Kültür & Yaþam & Danýþman
- Eðitim Öðretim Genel Konular - Sorular
- Dini Bilgiler
- Hak Dostlarının Ornek AhlÂkından 35 TEVESSUL