AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, varlıkları bir kaderle yaratır ve o kaderle yurutur. Hayat yolla*rında*ki hĂ‚diselerin izleri, hakîkatte kader cizgileridir. Ay, guneş, yıldızlar, nebĂ‚t*lar, in*sanlar, hayvanlar vs. butun varlıkların sey*ri, bu kader programı muhte*vĂ‚sın*da*dır. Dalından duşen bir yaprak dahî bu prog*ramdan hĂ‚ric değildir. ŞĂ‚yet var*lık*lar kader programına tĂ‚bî olma*saydı, kĂ‚i*nĂ‚tta buyuk bir anarşi meydana ge*lir*di.
Her sanat eseri, sanatkĂ‚rının kudret ve imkĂ‚nına gore vucûd bulur. MeselĂ‚ bir ressam tablosunu, bir hattat hat eserini, kendi irĂ‚de ve kĂ‚biliyetine go*re oluştu*rur. AllĂ‚h -celle celĂ‚luhû- da, kĂ‚inĂ‚tın yaratılışından yok oluşuna kadar ora*da ser*gileyeceği kudret akışlarını, bir san'at hĂ‚rikası olan insandaki sır ve hik*met*leri, diğer canlıların doğumundan olumune kadar sĂ‚hib olacağı husûsi*yetleri ilĂ‚hî irĂ‚*desiyle ezelde takdîr ve tesbît eylemiştir.
İşte kader, ilĂ‚hî irĂ‚denin mahsûlu olan bu tanzim keyfiyetinin adıdır. Bu hakîkati CenĂ‚b-ı Hak Ă‚yet-i kerîmelerde şoyle ifĂ‚de buyurur:
"Biz her şeyi bir olcuye gore (kader ile) yarattık!" (el-Kamer, 49)
"Yeryuzunde vukû bulan ve sizin başınıza gelen herhangi bir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan once, bir kitapta yazılmış olmasın. Şuphesiz bu, AllĂ‚h'a gore kolaydır." (el-Hadîd, 22)
Kısaca AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚'nın, henuz olmamış hĂ‚diseleri evvelden bilip tertip*lemesi ve levh-i mahfuzda tesbît etmesi "kader"; tesbit ettiği şekilde sırası gel*dikce tahakkuk ettirmesi de "kazĂ‚"*dır.
CenĂ‚b-ı Hakk'ın, meydana gelecek hĂ‚diseleri daha gercek*leşmeden "ilim" sıfatıyla bilmesi, ulûhiyyetinin muktezĂ‚sıdır. Zaman ve mekĂ‚ndan munezzeh ol*ması cihetiyle AllĂ‚h'ın, bu bilgiye sahip olması pek tabiîdir. Zîra bizim icin kader ve kazĂ‚nın kavranmasını gucleştiren şartlar, O'nun icin mevzuba*his değildir.
KĂ‚inĂ‚tta her şe*yin ilĂ‚hî bir kalemin cizgisine gore meydana geldiğine inan*mak zarûrîdir. Kader, îmanın altı şartından en mu*cerredi olmasına rağmen, aslında herkesin ittifakla kabullendiği bir gercektir. Bu hususta inancsız insanlar bile, dĂ‚i*mĂ‚ kendi guclerinin uzerinde bir kudretin te'sîrini "alın yazım" diyerek itirazsız kabul ederler. Hatta inkarcıların "şansım yĂ‚ver gitti" yahut "tĂ‚lihim kustu" şek*lindeki ifĂ‚deleri, her insanın dolaylı da olsa, şuuraltında kader gerceğini tasdik et*tiğini goster*mektedir.
Ancak nasıl ki gormeyen bir insana renk tĂ‚rif edilemezse, dunyĂ‚ Ă‚lemin*den aldığı intibĂ‚larla duşunen, zaman ve mekan kaydına tĂ‚bî bulunan beşerî idrĂ‚k*le de, kazĂ‚ ve kader gibi yuksek key*fiyetlerin sırrına lĂ‚yıkıyla erilemez. Bu du*rum, insan*ların tahammul edemeyecekleri sırlara vĂ‚kıf olarak huzursuz*luğa duş*melerini engellemek gibi bir hikmete mebnîdir.
Hakîkaten CenĂ‚b-ı Hak, kaderi butun mahlukĂ‚tı icin mechul kılmış, onun kazĂ‚ hĂ‚line gelmeden once bilinmesini -Ă‚detĂ‚- imkansızlaştırmıştır. Bu sahada an*cak CenĂ‚b-ı Hakk'ın ledunnî ilim verdiklerinin bir nebze nasîbi o*labilir.
AllĂ‚h'ın sonsuz merhameti îcabı, kaderin mechul kılınması ve biline*me*mesi, insan mufekkiresinin onunde aşılmaz bir duvar gibi durmaktadır. Ancak yine de O'nun lutfu sĂ‚yesinde bu engelin aşılıp duvarın ardının seyredildi*ği bĂ‚zı mustesna durumlar da vardır ki, bunlar*dan biri sĂ‚dık ruyĂ‚lardır. Gercek*ten sĂ‚lih kişilerin ru'yĂ‚larında gordukleri geleceğe dĂ‚ir haberlerin doğru*landığı cok gorul*muş*tur. Bunlar "levh-i mahfûz"dan onların kalblerine ak*seden pırıltı*lardır.
İnsanoğlunun musbet veya menfîye, hayır veya şerre yonelik işleri yapıp yapmamaya dĂ‚ir tercih kullanma salĂ‚hiyetine "cuz'î irĂ‚de" denir. "Kullî irĂ‚de" ise, yalnız Hak TeĂ‚lĂ‚'ya mahsustur. Bu sebeple kul icin mutlak hurriyet imkĂ‚nsız*dır. Doğmak, olmek, omur suresi, cinsiyet, milliyet, kĂ‚biliyet gibi insanın mudĂ‚*hale edemediği hususlar, kader-i mutlak muhtevĂ‚sına dahildir. İnsanoğlu, zarûre*ten tĂ‚bî olduğu bu fiillerden mes'ûl değildir.
CenĂ‚b-ı Hak, kuluna verdiği imkĂ‚nlar nisbetinde onu mes'ûl kılar. Bundan dola*yı insanın irĂ‚desi dışında meydana gelen fiillerde, ne mukĂ‚fĂ‚t ne de mucĂ‚zĂ‚t var*dır. Nitekim oruclu bir kimsenin irĂ‚desi dışında, unutarak yeyip ic*mesi orucu bozmaz ve bu sebeple herhangi bir cezĂ‚ tahakkuk etmez.
AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, imtihana tĂ‚bî ve mes'ûl bir varlık olması se*bebiyle insan nef*sine, fısk ve takvĂ‚ esaslarını koymuş; irĂ‚desini her iki tarafa da serbestce kullana*bilmesi husûsunda, kendisine tercih hakkı tanımıştır. CenĂ‚b-ı Hak, Ă‚yet-i kerîme*de; "AllĂ‚h her şahsı, ancak gucunun yettiği olcude mukellef kılar..." (el-Bakara, 286) buyurduğu vechile, insanoğluna tĂ‚katinden fazlasını yuklememiştir. LĂ‚kin her insanı tĂ‚kati kadarından da mes'ûl kılmıştır. TĂ‚kati olduğu hĂ‚lde îcĂ‚bını yeri*ne getirmeyip sucu kadere yuklemek, kişinin gaflet ve cehĂ‚letinin eseridir.
CenĂ‚b-ı Hakk'ın her oluşta irĂ‚desi bulunmakla birlikte, rızĂ‚sı sadece hayır*dadır. Bir hocanın gayesi, talebesinin başarılı olup sınıf gecmesidir. Talebe calış*maz ise hocanın yapacağı bir şey yoktur. Yine bir doktorun vazîfesi de, hastasını şifĂ‚ya kavuşturmaktır. Hasta, verilen receteyi tatbîk etmez ise, gelişen menfî neti*ceden kendisi mes'ul olur. Doktora herhangi bir curum isnad edilemez.
Bir kimsenin kotu bir yola duşup de: "−Ne yapayım, kaderim boyle imiş!" demesi, ancak gafletinin muktezĂ‚sıdır. Namaz kılmak isteyen bir kimseye Cenab-ı Hak, kılma sebeplerini ihsĂ‚n eder; kılmak istemeyenlere de mĂ‚nî sebepler vererek kıldırtmama tecellîsinde bulunur. Dolayısıyla insanın kadere buhtĂ‚n ederek ken*disini mĂ‚zur gostermek istemesi, hak ve hakîkate karşı işlenen bir haksızlıktır.
Âyet-i kerîmelerde CenĂ‚b-ı Hak şoyle buyurur:
"Şuphe yok ki AllĂ‚h zerre kadar haksızlık etmez..." (en-NisĂ‚, 40)
"Başınıza gelen herhangi bir musîbet, kendi ellerinizle işledikleriniz yuzundendir. (Bununla beraber) AllĂ‚h bircoğunu da afveder." (eş-ŞûrĂ‚, 30)
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚ -kuddise sirruh- da, Ă‚detĂ‚ bu Ă‚yetlerin tefsîri sadedinde, irĂ‚de-i cuz'iyye*leri nispetinde insanların mes'ûl olduklarını ve sucu kadere yıkma*mak gerektiğini Mesnevî'*sinde şoyle ifĂ‚de eder:
"Eğer sana bir diken batmış ise, bil ki o dikeni sen dikmişsindir! Şayet yumuşak ve latîf kumaşlar icinde isen, o kumaşı da sen dokumuşsundur!"
Gozun gorme, kulağın da işitme tĂ‚kati belli bir mesĂ‚feye kadardır. O me*sĂ‚feden uzak olanı gormek ve işitmek imkĂ‚nsızdır. Bunun gibi kazĂ‚ ve ka*derin de lĂ‚yıkıyla idrĂ‚ki, beşerî tĂ‚katin uzerindedir. Cunku bizler hĂ‚diseleri se*bep* ve ba*hĂ‚*nelerle bilip cozmeye calışırız. Onun ardındaki hikmeti ekseri*yetle id*rak ede*me*yiz. Nitekim kazĂ‚ ve kaderin sırrını soran birine Haz*ret-i Alî -radıyallĂ‚*hu anh:
"O mevzu, derin bir deryĂ‚dır!" buyurmuştur.
ZekĂ‚sına guvenip o denizde yuzmeye calışanların pek coğu, ya kulun hic*bir irĂ‚desi olmadığını savunan "cebrîler", ya da her hususta mutlak bir irĂ‚de sĂ‚hi*bi olduğunu iddiĂ‚ eden "kaderciler" gibi, bĂ‚tıl girdaplarda doner dururlar. Niha*yet o dipsiz ve sahilsiz denizde boğulurlar. Akıl ve idrĂ‚kin tukendiği boyle bir noktada, teslîmiyetle gonul Ă‚leminde bir miktar mesĂ‚fe daha kat etmek mum*kunse de, bu işin sırrını mutlak mĂ‚nĂ‚da cozebilmek mumkun değildir. Bunu kav*rayıp haddini bilmek ve otesini zorlamamak, kĂ‚mil bir kulluğun îcabındandır.
Hazret-i MevlĂ‚nĂ‚, kader sırrının akılla îzĂ‚h ve idrĂ‚kinin imkĂ‚nsızlığını ve bu gizliliğin aslında buyuk bir nîmet olduğunu şu kıssasıyla ne guzel ifĂ‚de eder:
"Bir adam MûsĂ‚ -aleyhisselam-'a gelerek: «−Ey KelîmullĂ‚h! Bana hay*vanların dillerini oğret! Onların sozlerini anlayayım da hĂ‚llerinden ibret alayım; azamet-i ilĂ‚hiyyeyi idrĂ‚k edeyim!..» dedi."
"Hazret-i MûsĂ‚ ona dedi ki:
«−Sen bu hevesten vazgec; gucunun uzerindekileri oğrenmeye kalkma! Bir karınca, golden, hacminin uzerinde su icmeye kalkarsa, boğulup helĂ‚k olur. Yani sana takdîr edilen bilginin otesini zorlama! ZîrĂ‚ bunun bircok tehlikeleri vardır! Sen kĂ‚inattaki ilĂ‚hî saltanattan aklının yettiği kadar ibret almaya bak! Kalbini AllĂ‚h'a yonelt! Bil ki ilĂ‚hî tecellîlerin sırları selim bir kalbe Ă‚şikĂ‚r olur!»"
"Bunun uzerine adam:
«−Hic olmazsa kapı onunde yatıp duran ev bekciliği yapan kopek ile ku*mes hayvanlarının dillerini oğret!» dedi."
"Ne yapsa, adamı istediğinden vazgeciremeyeceğini anlayan MûsĂ‚ -aley*hisselĂ‚m-, onun son talebini kabul etti. Ancak:
«−Aklını başına al; bu sır okyanusunda boğulma!» diye îkazda bulundu."
"Adam sabahleyin: «Bakalım sĂ‚hiden şu hayvanların dillerini oğrendim mi?» diye denemek icin kapı eşiğinde durup bekledi."
"O sırada hizmetci kadın, sofra ortusunu silkelerken bir parca bayat ekmek yere duştu."
"Orada bulunun horoz, bu ekmek parcasını hemen kaptı. Kopek ona:
«−Sen bize zulmettin! Cunku sen buğday tanesi de yiyebilirsin. Halbuki ben yiyemem! Nicin benim nasibim olan şu parca ekmeği kapıyorsun?» dedi."
"Horoz ise kopeğe:
«−Dert etme! Yarın ev sahibinin atı olecek, sen de doya doya et yersin!» dedi."
"Horozun, gĂ‚ibden bir haber verdiğini zanneden ev sahibi bu sozleri duyunca, hemen atını sattı. Horoz da, kopeğe karşı mahcub oldu."
Horozla kopeğin bu menfaat catışması ardarda uc gun devĂ‚m etti. Birinci gun at, ikinci gun katır ve ucuncu gun kolesinin oleceğini horozun konuşmasından oğrenen efendi, olmeden evvel atını sattığı gibi, katırını ve kolesini de -uyanıklık yaptığını duşunerek- satıp elinden cıkardı. Boylece kopek, hicbirinden umduğu menfaate kavuşamadı. Horoz her seferinde kopeği kandırmış oldu. Olanlar yuzun*den uc defĂ‚ mahcup hĂ‚le duşen horoz, nihĂ‚yet dorduncu gun kopeğe dedi ki:
«-Gercek şu ki, o acıkgoz efendi guya malını kacırdı. Fakat bu davranışı ile kendi kanına girdi. Artık yarın kendisi olecek! Mirascıları da feryad u figĂ‚n edecekler. Bir okuz kesilecek, bundan herkes istifade edecek; biz de, sen de!.."
"Atın, katırın ve kolenin olumleri, bu ham adamın başına gelecek kotu kaza*nın siper ve kalkanı idi. Fakat o, malın ziyanından ve zarara uğramak der*dinden kactı da kendi kanına girdi.»"
"Ahmak adam, horozun bu laflarına kulak kabarttı. Duyduğu hakikat kar*şısında beti benzi sarardı. İcine muthiş bir kor duştu. Soluğu Hazret-i MûsĂ‚'nın yanında aldı ve ona:
«−Ey KelîmullĂ‚h! Feryadıma yetiş ve ızdırabımı dindir!» diye yalvarmaya baş*ladı."
"MûsĂ‚ -aleyhisselĂ‚m- dedi ki:
«−Sen boyunu aşan işlere girdin. Şimdi de cıkmazlarda dolaşıyorsun. Sen o hayvanları satmakla kazanclı cıkacağını mı sanıyordun? Sana kader ve kazĂ‚nın sırrını zorlamamanı ısrarla soylemiştim. Akıllı ki*şiye, sonda gorulecek şey once*den gorunur; ahmağa da sonunda!.. Lakin iş iş*ten gecmiş olur. Madem ticaret ve satış işinde usta oldun; şimdi de canını sat da kurtul!»"
"Adamın buyuk bir pişmanlıkla yalvarması uzerine Hazret-i MûsĂ‚:
«−Ok yaydan fırlamış artık! Onun geriye donmesine imkan yoktur. Ancak lutuf sahibi Hak'tan dilerim ki, olurken îmanlı gidesin!» dedi."
"MûsĂ‚ -aleyhisselam-, Cenab-ı Hakk'a ilticĂ‚ etti. Boylece adamın canı mukabilinde îmanla gocmesi, KelîmullĂ‚h'ın duĂ‚sı bereketiyle muyesser oldu. Ay*rıca AllĂ‚h TeĂ‚lĂ‚, Hazret-i MûsĂ‚'ya:
«−YĂ‚ MûsĂ‚! Dilersen onu dirilteyim...» buyurunca Hazret-i MûsĂ‚:
«-YĂ‚ Rab! Sana sonsuz hamd u senĂ‚lar olsun! Sen onu obur dunyada, o aydınlık ve yuce Ă‚lemde dirilt! Cunku orası ebedîdir, kazĂ‚ ve kade*rin esrarının ortaya cıktığı bir yerdir!» dedi." (Mesnevî

HikĂ‚yeden de anlaşıldığı gibi insan, bazen kendisi icin hayırlı olma*yan şeyleri de hırsla ister durur. Halbuki arzuladığı şey, belki de kendisini helĂ‚ke go*turecektir. Nitekim boyle bir Ă‚kıbete duşen insan, onu gafleten şid*detle istemiş bu*lunmasına rağmen pişman olmaktan kendini alamayıp feryĂ‚d u figan eyler. Bunun icindir ki, dun*yĂ‚da gonul huzuru ve Ă‚hirette ebedî saĂ‚det icin en uygun olan, bu ilĂ‚hî azameti idrak edip tevekkul ve teslî*miyyet gosterebilmektir. Lakin bu da her*ke*sin harcı değildir. Kulun kendi hicliğini kavra*yabilmesi, sonsuzluk sermĂ‚yesi*dir. Yani kazĂ‚ ve kader karşısında yegĂ‚ne cĂ‚re Hakk'a teslîm olmaktır. Cunku te*vekkul ve teslîmi*yet, kaderi safĂ‚ hĂ‚line ge*tiren bir rahmet kapısıdır.
Nitekim RasûlullĂ‚h -sallĂ‚llĂ‚hu aleyhi ve sellem-:
"Kadere îmĂ‚n eden, her turlu kederden emîn olur." buyurmuşlardır.
Ancak rızĂ‚, teslîmiyet ve tevekkulu, hicbir tedbîre başvurmamak, gelebile*cek belĂ‚ları onlemek icin herhangi bir gayret gostermemek şeklinde bir pasiflik ve tembellik telakkî etmek de yanlıştır. Tevekkul, hayrın celbi, şerrin defi icin her turlu tedbiri aldıktan sonra, netîce hakkında Ce*nĂ‚b-ı Hakk'a teslîm olup O'na sığınmaktır. Yoksa sebeplere tevessul etmeden ku*ru bir tevekkul makbûl ol*madığı gibi, bu durum gercek tevekkulun rûhuna da zıd bir keyfi*yettir.
Nitekim Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh- bir yolculuktayken, gitmek uzere oldukları Şam'da salgın hastalık zuhûr ettiğini haber alınca gerekli istişĂ‚reler netîcesinde Şam'a gitmekten vaz gecmiştir. Aslında CenĂ‚b-ı Hakk'ın ve Hazret-i Peygamberin emrine daha muvĂ‚fık olan bu ihtiyat ve tedbîr karşısında sahĂ‚beden Ebû Ubeyde bin Cerrah -radıyallĂ‚hu anh-, Hazret-i Omer -radıyallĂ‚hu anh-'a:
"AllĂ‚h'ın kaderinden mi kacıyorsun?" diye sormuş, Hazret-i Omer -radı*yallĂ‚hu anh- ise, o Ă‚lim ve fĂ‚zıl sahĂ‚bîden boyle bir suĂ‚li beklemediği icin:
"-Keşke bunu senden başkası soyleseydi ey Ebû Ubeyde! Evet, AllĂ‚h'ın ka*derinden, yine AllĂ‚h'ın kaderine kacıyoruz. Ne dersin, senin develerin olsa da bir tarafı verimli, diğer tarafı corak bir vĂ‚diye inseler ve sen verimli yerde otlatsan AllĂ‚h'ın kaderiyle otlatmış; corak yerde otlatsan yine Al*lĂ‚h'ın kaderiyle otlatmış olmaz mıydın?" (BuhĂ‚rî, Tıb, 30) sozleriyle mukĂ‚bele etmiştir.
Gorulduğu uzere kaderin dışına cıkılamaz. Bu yuzden kula du*şen, tedbîr ve gayretten ibĂ‚rettir. Sonra da AllĂ‚h'ın takdîr ettiği netîceye rĂ‚zı ol*maktır.
Hikmet penceresinden bakanlar icin kaderdeki gizli*lik ve kulun onu lĂ‚yıkıyla idrĂ‚k edememe keyfi*yeti, bir kahır sebebi değil, bilakis son derece buyuk bir lutuf vesîlesidir. Cunku beşerin kaderi bilmesi hĂ‚linde, icinden cıkılmaz bircok tehlike ve felĂ‚ketlere duşeceği, inkĂ‚r edilemeyecek bir hakîkattir.
MeselĂ‚ şifĂ‚sı olmayan bir hastalığa dûcĂ‚r olup can verecek bir şahsın, ole*ceği Ă‚na kadar endişeden uzak kalabilmesi, kaderin bu mec*hûliyyeti sĂ‚yesindedir. Fakat herhangi bir kimse oleceği zamanı bilseydi, olumun kendisine yaklaştığı yıllarda, kederden eli ayağı tutulur, iş yapamaz hĂ‚le gelir, defĂ‚larca olur olur diri*lirdi. Yavrusunun kendinden evvel oleceğini bilen bir anne de, seneler once*sinden o hĂ‚lin mĂ‚temine girerdi. Netîcede bu durum, hayattaki Ă‚hengin îcĂ‚bıyla tezad teşkîl eder ve muvĂ‚zene kaybolurdu.
Son zamanlarda artan stres, bunalım ve intiharlar, cuz'î irĂ‚denin zaafa uğ*ramasının tabiî bir netîcesidir. Ayrıca mĂ‚neviyat mahrumluğunun getirdiği hazîn bir Ă‚kı*bettir. Cunku mĂ‚nevî eğitimden uzak bir kalbin, nefsĂ‚nî arzu ve ihtiraslara esîr olması pek tabiîdir. İnsanı "gayba" yonlendiren kadere îmĂ‚n ise, hayatın surp*rizlerini sukûnet ile karşılayan bir teslîmiyet ve huzur hĂ‚linin yaşanmasıdır.
SaĂ‚detin şaşmaz kĂ‚idesi; aklı vahye tĂ‚bî kılmak, kalbi guzel ahlĂ‚k ile tez*yîn etmek ve bu sĂ‚yede hayĂ‚tın surprizlerine karşı rızĂ‚ goster*mektir. Yine gercek saĂ‚det, hayatın med ve cezirlerini kabullenmek, meşakkatlerine tahammul goster*mek, her şeyin guzel tarafını gorup, Ă‚lemlerin Rabbine teslîm olmaktır.
CenĂ‚b-ı Hak, bĂ‚zen bir lutfu zĂ‚hiren kahır sûretinde, bir kahrı da lutuf sû*retinde tecellî ettirebilir. Butun bu keyfi*yetlerin insana mechûl kı*lınması, bu dun*yanın bir imtihan mekĂ‚nı olmasından kaynaklanmaktadır.
AllÂh TeÂl buyurur:
"Umulur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin icin hayır; sevip beğendi*ğiniz bir şey de sizin icin şer olur. AllĂ‚h bilir, siz bilmezsiniz." (el-Bakara, 216)
Hakîkaten, dunya hayatı bakımından meselĂ‚ Ă‚mĂ‚ olmak, buyuk bir ka*yıp gibi gorunur. Hicbir nîmetin, goren bir gozun yerini tutmayacağı duşu*nulur. Fakat dunyaya Ă‚mĂ‚ gelen bir kimse, bu ozrunun mĂ‚nî olmasıyla gunah ba*taklıklarına duşmekten sĂ‚lim kalabilirse, zĂ‚hiren bir keder vesîlesi gibi gorunen bu hĂ‚l, hakî*katte surûra inkılĂ‚b edecektir. Fakirlik ve zenginlik de boyledir. Bir fakir, hĂ‚lin*den şikĂ‚yet etmeyip, AllĂ‚h'ın takdî*rine rızĂ‚ gosterirse, bu onun icin belki ebediy*yet zenginliğine vesîle olacaktır. Halbuki o fakir, bu dunyada zengin olsa, ihtimal ki sĂ‚hip ol*duğu imkĂ‚nlar benliğini tahrîk edip nefsinde bir kudret vehmi doğura*cak ve yine belki gaflet icinde sefahat ve rehĂ‚vete dalarak ebedî seĂ‚deti hebĂ‚ ede*cektir. Tabî ki bunun zıddı da mumkundur. VelhĂ‚sıl mu'min, icinde bulunduğu her hĂ‚li guzel gorup ilĂ‚hî takdir ve tanzîme rĂ‚zı olarak, onu ebediyyet kazancına bir fırsat bilme*li; sabır, şukur ve teslîmiyet uzere yaşamaya gayret etmelidir.
Bir hadîs-i şerîfte buyurulur:
"Mu'minin durumu gercekten gıbta ve hayranlığa değer. Cunku her hĂ‚li kendisi icin bir hayır vesîlesidir. Boylesi bir haslet sĂ‚dece mu'minde vardır: Sevi*necek olsa, şukreder; bu onun icin hayır olur. Başına bir belĂ‚ gelecek olsa, sabre*der; bu da onun icin hayır olur." (Muslim, Zuhd, 64)
Bu sebeple AllĂ‚h Rasûlu -sal*lallĂ‚hu aleyhi ve sellem-, kadere îman etmek*le iktifĂ‚ etmemizi emir buyurmuş ve bu hususta yersiz munakaşalardan menetmiş*tir. Oyle ki, kader hakkında tartışan bir gruba rastladıklarında onlara:
"Siz bununla mı emrolundunuz? Yoksa ben size bunun icin mi gonderil*dim? Sizden oncekiler bu mes'elede munĂ‚zara ettiklerinden dolayı helĂ‚k oldular. Sakın bu mes'eleyi munĂ‚kaşa etmeyiniz!" buyurmuşlardır.
ŞĂ‚ir ZiyĂ‚ Paşa da, beşer tĂ‚katinin ustundeki hakîkatlere dĂ‚ir şoyle der:
İdrak-i meĂ‚lî bu kucuk akla gerekmez,
ZîrĂ‚ bu terĂ‚zî bu kadar sıkleti cekmez!
Ey Rabbimiz! Bizleri gercek mĂ‚nĂ‚da tevekkul ehli kullarından eyleyip rızĂ‚na muvĂ‚fık ameller işlemeyi nasîb buyur. KazĂ‚ ve kadere rızĂ‚nın sa*fĂ‚sı*na nĂ‚iliyyeti muyesser eyle!
Amîn!..
__________________