Allah KÂinatı Yaratmaya Neden Luzum Gordu ve Neden Daha Once Yaratmadı da Sonradan Yarattı?
Bu sorunun iki yonu var: Biri; kÂinatın nicin yaratılmış olduğu, ikincisi ise neden daha onceden yaratılmadığıdır. EvvelÂ, hemen arz edeyim ki, biz insanlar her şeyi kendi olculerimiz zaviyesinden ele alıyor ve ona gore fikirler imÂl ediyoruz. MeselÂ, biz bir şeyi yaparken luzum hisseder oyle yaparız. Ve cok defa, kat’î zaruretlerle ancak harekete geceriz. Boyle bir duşunce saplantısıyla, CenÂb-ı Hakk’ı da kendimize kıyas ederek oyle yapacağını zannediyoruz. HÂlbuki boyle bir soruyu tevcih ederken duşunmeliyiz ki; Allah birer eksiklik ve noksanlık olan bu turlu şeylerden munezzehtir.
“Allah, kÂinatı niye yarattı?” sorusunu cedel yoluyla ele almak da mumkundur: Kimdir kÂinatın yaratılmasından rahatsız olan? Bir insan gosterebilir misiniz ki; şu tohum atma, dollendirme, mahsûl alma ve butun imkÂnlarını en iyi şekilde kullanarak mes’ut olma yollarını araştırmasın? Evet, bir kısım sıkıcı hÂdiseler karşısında, aceleden verilmiş kararlarla, dunyaya gelişine pişmanlık izhar edenler, hatta hayatlarına kıyanlar vardır; fakat bunlar nedret ifade edecek kadar ehemmiyetsizdir. Yoksa, herkes “Var” olduğuna, hayata mazhariyetine, insan olarak bulunuşuna, pişmanlık şoyle dursun, şukranla dolup taşmaktadır. Rica ederim, cocuk olup kucaklarda bulunmaktan, delikanlılıkta iliklerine kadar varlığının neşvesini duymaktan, olgunlukta aile ve coluk cocukla hemhÂl olmaktan şikÂyet etmek mumkun mudur? Ve hele otelere inanan insanlar icin... Bir de bu insan, butun bir saadetin teminÂtı olan ebedî bahtiyarlığın tohumlarını nemÂlandırabiliyorsa, şikÂyet etmek şoyle dursun; mutlak saadete acılan menfezlerin sırlı anahtarlarını keşfettiğinden oturu cok cok memnun olacaktır.
Evet biz, butun bunları vicdanlarımızda duyuyor ve kÂinatı yaratan, bizi buraya getiren ZÂt’a, kalb dolusu şukranlarımızı arz ediyoruz.
Meselenin, kendi realitesi icinde izahına gelince: Bu kÂinatın, buyuk-kucuk, canlı-cansız, rengÂrenk sanat eserleriyle suslenmiş; bitip tukenme bilmeyen bir “manzaralar resmî gecidi” ve bir meşher mahiyetinde, herkesi seyr ve tenezzuhe sevk edecek cazibedÂrlık icinde hazırlanmış olduğu gorunuyor.
Bu guzel manzaralar, bu fevkalÂde sus ve ihtişamlar, bir sel gibi akıp giden hÂdiseler uzerinde, bir iş ve ameli, o iş ve amele hÂkim kudretli ve sevimli eli gosteriyor. Bizler, bu fiiller adesesiyle dalgalanan isimlere şÃ‚hit oluyor ve maşukuna visal aşkıyla koşan Âşıklar gibi, bu cakıp cakıp goz kırpmaların, parlayıp parlayıp işaret etmelerin arkasına duşuyor ve kendimizi bizim icin bir belirsizlik arz eden sıfatlar dairesi onunde buluyoruz. Şaşkın, yorgun ve alabildiğine arzulu... Kalbe acılan menfezlerle zÂtîşeinleri takibe calışıyor ve kendimizden geciyoruz. Bir yukseliş ve urûc icinde cereyan eden bu yolculuk, eşya ve hÂdiselerden tut t insan-kÂinat munasebetlerine; ondan insanın Allah’ın isimleri, sıfatları dairesiyle alÂkasına kadar cok geniş bir sahada cereyan etmektedir.
Şimdi, biraz da Yaratıcı’nın maksadı mevzuunda bir şeyler soylerken, bu idrak ve inkişÃ‚fı, bir avam anlayışı icinde takip edelim:
MeselÂ, pek cok işte cok mahir bir sanatkÂr duşunelim ki, bu sanatkÂrın mahir olduğu yonlerden bir tanesi de, guzel yazı yazma (husnuhat)dır. Bu maharetiyle O, objektifi aşıyor, subjektife başkaldırıyor ve inşa gucuyle kendini gosteriyor ve yine farzedelim ki, bu sanatkÂr, aynı zamanda fevkalÂde bir heykeltıraştır; birkac cekic darbesiyle en sert mermerlere Âdeta canlılık getiriyor, dudağına tebessum, yanağına gamze hÂkkettiği suretlerle ayrı bir maharet izhar ediyor. Husnuhat yonuyle alkışlanan sanatkÂrımız, heykeltıraşlığı ile de hakkında yazılan methiye ve takdirleri dinleyedursun, biz onun ucuncu bir kabiliyetini daha kurcalayalım:
MeselÂ, sanat dehÂmız aynı zamanda mahir bir dulger olsun.. cevize sanat ruhunu aksettiren, gurgene olumsuzluk kazandıran, abanozu sanat ruhuyla dirilten ustun bir dulger.. Sanat ve sanatkÂrdan anlayan eller bu hususta da onu alkışlaya dursun, biz onun maharetlerinin bir başka yonune daha bakalım:
MeselÂ, şimdi de aynı zÂtın mukemmel bir ressam olduğunu duşunelim. Fırcasının gectiği yerlerde en guzel motifler, en şahane kombinezonlar sıralansın dursun ve bir-iki el hareketiyle insanı kendinden gecirecek şeyleri resmetsin... Daha bir suru sanat sıralayabiliriz ki, ilÂve edilen her yeni sanat, sanat-dehÂmızın ayrı bir yonune aydınlık getirmekte ve onu o yonuyle de tanımamıza yardımcı olmaktadır.
Şimdi, boyle bir sanatkÂr, kabiliyetleriyle kendini gostermedikten sonra, onu bilmemiz mumkun olmayacağı gibi, bazı sanatlarını izhar etmemesiyle de, tam ve kusursuz bir tanımadan soz edilemeyecektir. Bu itibarladır ki, her istîdat, kendinde saklı kabiliyetleri izhar ve ilim planındaki varlıklara, haricî vucût giydirip teşhir etmek ister. Tohumdaki hayat ukdesinin uyanması, spermin var olma kavgasındaki aşk ve heyecanı, rutubet habbeciklerinin yağmur olmak icin bin bir gucluklere katlanmaları, hep bu gorunme ve gosterme şevkiyle yapılan şeylerden değil midir?
Bunlar, hem bizde, hem de butun varlıklarda bir zaafın, bir arzunun ve onune gecilmez bir iştiyakın ifadesidir ki, zaten, aslından aksetmiş golgeleri, bunun dışında da duşunemeyiz. Ama, asıl SanatkÂr’a gelince, O, kendi sanatlarında eksiklik ifade eden bu turlu ÂrÂzlardan munezzehtir. Şurası unutulmamalıdır ki, aslın ne cilvesi, ne de cilvenin tertibi, kat’iyen golgedeki gibi olmayacaktır.
Evet, butun kevn u mekÂnları dolduran rengÂrenk ve ceşit ceşit dalgalanmalar, bize bin bir isimden haber vermekte ve her isim bir sanat Âbidesi uzerinde aydınlatıcı bir nur gibi, hunerli bir ZÂt’ın sıfatlarını tanıtmaya rehberlik yapmakta ve o gizli ZÂt’ın mesajlarıyla kalbimizi uyarmaktadır.
Buyuk SanatkÂr, guzelliğin, envai ile kendi guzelliğini, nizam ve ahengin şiirimsi keyfiyetiyle irade ve kuvvetini, kalbin en gizli arzularına kadar her şeyi vermesi ile rahmet ve şefkatini ve daha bunlar gibi binlerce sıfat ve unvanlarıyla kendini bizlere tanıttırmak, hem de eksiksiz olarak tanıttırmak istemektedir.
Tabir-i diğerle O, geniş ilmindeki ilmî mahiyetleri, haricî vucutlarla sahneye surup, kudret ve iradesinin cilvesini gostermek; en hÂrika sanat eserlerini, şuurlu varlıkların idrak menşurundan gecirerek, zeminden semÂya kadar bir hayret ve hayranlık, bir idrak ve takdir velvelesi uyarmak istiyor.
Demek mahir, hem binlerce fende mahir bir SanatkÂr, sanatlarıyla hÂrika istîdat ve kabiliyetlerini gosterdiği gibi, en yuce mÂnÂsıyla, bu kÂinatın Sahibi de, kendi sanat şe’nini gostermek icin, bu muhteşem kÂinat sarayını yaratmış...
Şimdi de, “Daha once niye yaratmadı?” meselesine gelelim: Evvel “Daha once” ne demek? “Şu kadar zaman, şu kadar sene de, neden daha fazla değil” demek istiyorsak; zaman kaydına giren sonsuz “evvel’lere dahi aynı sual vÂrit olacaktır. MeselÂ, niye bir trilyon sene evvel yarattı da, yuz trilyon sene evvel yaratmadı? Bilmem ki, boyle bir sual ve itiraza, mÂkul bir sebep gostermek mumkun olabilecek midir?
Şayet, “Niye daha evvel yaratmadı?” sozuyle, ezeliyeti, yani zaman kaydı altına girmemeyi kasdediyorsak, o husus varlığı kendinden olan ZÂt-ı Ecell-i ÂlÂ’nın kendine has sıfatı ve ZÂtı’nın lÂzımıdır. Yani O, O’ndan başkasına ait olamaz, başkasında ezeliyet bulunmaz.
Ancak, mahlûkatın Allah’ın ilmi icinde bir ilmî vucûtları vardır ki; istersek ona tasavvufî ifade ile “sabit ayn’lar, zılÂl-i envÂr” diyelim; istersek O’nu sadece plÂn ve proje gibi sınırlı ve mahdut şeyler olarak ele alalım; lizÂtiha onlara ezeliyet atfetmek hata; bizim boyle bir hususu kurcalamamız da en azından; Allah’a karşı sû-i edep olacaktır.
Bizler, daracık kıstaslarımızla haricî vucut giymiş, şu cesetler ve ruhlar hakkında bir şeyler soylesek bile, bizim icin gayp sayılan hususlar hakkında soz soylemek, en hafif mÂnÂsıyla kendini bilmemezliktir.
Butun kevn u mekÂnlar, Kursî’sine nispeten cole atılmış bir halka mesabesinde kalan ve Arş’ına nispeten de, Kursîsi o hÂle gelen, Arş-ı Azîm’in SÂhibi’ni, insan nasıl bilecek ki; O’nun Daire-i Ulûhiyetinin sırlarına tercuman olsun!..
Evet, CenÂb-ı Hakk’ın kendine has işlerine ve ZÂt’ına ayna olacak pek cok şey vardır. EvvelÂ, mahlûkat yok iken de O, kendini bilir, eşyaya muhtac olmadan kendine has işleri bilir; isimlerinde Zatî şe’nlerini gorur, bilir isimler Âleminde esirde, partikuller dunyasında ve nihayet atom ve buyuk murekkeplerde, isimlerinin cilveleriyle kendini bilir, bildirir ve şuurlu mahlûkatlarına da gosterir..
İlm-i ezelisinde ayrı bir bilme, isimler Âleminde -bize gore- ayrı bir bilme; eterde ayrı bir bilme devam edip gider de, O’nda bir değişme olmaz. Zira O, İbrahim Hakkı’nın dediği gibi:
“Yemez icmez, zaman gecmez, beridir cumleden Allah, Tebeddulden, tegayyurden dahi elvan u eşkÂlden, Muhakkak ol muberrÂdır, budur Selb-i SıfÂtullah.” (1)
Biz bugun, O’nun neleri tertip edip sahneye surduğunu goruyoruz; ama, dun ne olduğumuzu ve yarın ne hÂle geleceğimizi bilemiyoruz ve kestiremiyoruz. İlmî varlık ne idi? AyÂn-ı sabite ne idi, ruhlar Âlemi neyin ifadesi ve nebulozla-rın helezonik keyfiyeti, varlığın hangi muzlim noktasını şiirleştirip Âhenge kavuşturuyor ve vuzuh getiriyordu? Butun bunları bilemediğimiz gibi, yarınki “ukb” hayatıyla yine onune ve sonuna bakacak, bu buyuk bilmece karşısında: ‘‘Seni de şuûnatını da hakkıyla bilemedik ey MÂruf!” diyeceğiz.
Şayet, sozu biraz uzattı isem, bu turlu meselelerde ihtiyatlı olmak gerektiği icin uzattım, hata etti isem, O’ndan bağışlanmamı dilerim.
Her şeyin en doğrusunu O bilir.
Cedel: Munakaşa. Galibiyet icin cekişme. Diyalektik
ZÂtî şe’n: ZÂta ait iş, hÂl ve tavır.
[1] İbrahim Hakkı, Ehl-i Sunnet İnancı, 5 ve 6. beyitler
Sızıntı, Nisan 1979, Cilt 1, Sayı 3
Fethullah Gulen

www.islambahcesi.com

__________________