Kaynak...: Tasavvufun Aslı Hakikat ve Marifetullah İncileri...

Ulvî olan ruh, bu karanlık cesetle birleşince yedi perde ile aslî hĂ‚linden perdelenmiştir. Bu perdelerden her birine nefsin dereceleri veya makamları denir.

Tam yedi perdeli hĂ‚li “Nefs-i emmĂ‚re”dir. Bir perdenin kalkmasıyla “LevvĂ‚me”, iki perdenin kalkmasıyla “Mulhime”, uc perdenin kalkmasıyla “Mutmainne” gibi isimler alır. Daha sonra “RĂ‚ziye”, “Mardiyye”, “SĂ‚fiye” gibi dereceler gelir.

Birinci nefisten yedinci nefse doğru gelindikce ve her perde kalktıkca; cismĂ‚niyet, zulmĂ‚niyet, kesafet azalırken, derece derece ruhĂ‚niyet, nûrĂ‚niyet ve letĂ‚fet artar, ruha mĂ‚nevî Ă‚lemden ışıklar sızar. Tam perdeli hĂ‚linde ise hic ışık sızmaz. Perde sayısı azaldığı nisbette nefis saflaşır.

Farz-ı muhal ki bir şeyin uzerine ortu ortulmuş. Bu ortuyu yağmur, ruzgar, guneş yıkıp yakıp yıpratıyor. Perde zayıfladıkca ortulen şey yavaş yavaş belirmeye başlıyor.

İşte kişinin kalbi de yedi kalın perde ile ortuludur. Butun perdelerin kalkması hĂ‚linde ise tamamen nur kesilir. Bu makam, Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin makamıdır.

Altı derecenin ismi Kur’an-ı kerim’de acık olarak zikrediliyorsa da, “Nefs-i sĂ‚fiye” Âyet-i kerîme’lerin işaretlerinden anlaşılmaktadır.

Her nefsin bir Ă‚lemi, bir seyri, bir hĂ‚li, bir vĂ‚ridi, bir yeri, bir muşĂ‚hedesi, bir ismi, bir nuru vardır.



1. Nefs-i EmmÂre:

İnsanı zorla kotuluğe surukleyen nefistir.

İnsĂ‚nî ruh, hayvĂ‚nî ruhun şehvĂ‚nî arzularına boyun eğerek ona itaat eder, butun hallerinde ona muvafakat edip hukmu altına girerse, onun bu hĂ‚line “Nefs-i emmĂ‚re” denir.

Nefs-i emmĂ‚re hĂ‚lindeki insanın kalbi, cisme Ă‚it nimetlerle şehvetlere dalar, hĂ‚lini değiştirir. MevlĂ‚’dan uzaklaşır. Daha once Ă‚mir iken, memur durumuna duşer. Eğer kalp, bu mertebede uzun muddet beklerse, onun artık gayb Ă‚lemine yonelmeye gucu de kalmaz. Zira gayb ayna gibidir. Toz ve pastan arınmış oldukca, insan onda şekilleri net ve berrak olarak gorur. Uzun zaman parlatılmazsa, pas onun cevherini busbutun kaplar. Parlatmak da korluğunu gidermez. Boylece aynalık ozelliğini kaybetmiş olur.

Resul-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz Hadis-i şerif’lerinde şoyle buyuruyorlar:

“Şuphesiz ki her şeye cilĂ‚ verecek bir Ă‚let vardır, kalbin cilĂ‚sı ise zikrullahtır.” (C. Sağir)

Kalp, gayb Ă‚lemine yonelerek mĂ‚siyetlerden kacarsa, zikirle-fikirle perdeler acılmaya gayret edilirse, pas ve bulanıklıklar tamamen silinir. Eşyanın hakikatlerine, ince mĂ‚nĂ‚lara ve ilĂ‚hî tecellîlere istidat kazanmış olur. İndiği makamlara tekrar yukselir.

Nitekim Allah-u TeĂ‚lĂ‚ bir Hadîs-i kudsî’de:

“Yere goğe sığmadım, mumin kulumun kalbine sığdım.” buyurmuştur. (K. HafĂ‚: 2256)

Mumin kulun kalbine sığmaktan maksat, “Kalbine tecellî eder.” demektir. Yoksa “Allah kulların kalbine girer.” demek değildir.

Birinci makamda insĂ‚nî ruh, şehvĂ‚nî nefse yenilip kotuluğu emredici olduğundan emmĂ‚re adını almıştı.

Âyet-i kerime’de:

“Nefis olanca şiddetiyle kotuluğu emreder.” buyuruluyor. (Yusuf: 53)

Cunku nefis iradeyi emer. Yuları taktığı zaman, bilse de bilmese de ceker goturur.

Beşerin nefsi aslında daima fenĂ‚lık tarafına meyleder, butun gucuyle kotuluğu telkin eder. Onun tabiatında şehvete, gunaha, her turlu kotuluğe meyil vardır. Nefis kendi gucunu ve emrindeki silahlarını o yonde kullanır. Bundan dolayıdır ki insan sırf kendi nefsinin arzularında kalırsa fenalığa suruklenir.

“Ancak Rabbimin merhamet edip koruduğu haric.” (Yusuf: 53)

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ rahmet edip hidayetini eriştirdiği vakit, RahmĂ‚nî kuvvet nefsĂ‚nî kuvvete galip gelir, onun emrini hukumsuz kılar ve gucunu kırar. Boylece nefis ilĂ‚hî emre uyar, kendi emrini terkeder, kotulukten uzak kalır.

“Şuphesiz ki Rabbim bağışlayandır, merhamet edendir.” (Yusuf: 53)

Bircok hallerde nefislerin tabiatları icabı uğradıkları meyil ve istekleri Allah-u TeĂ‚lĂ‚ kendi mağfiretiyle orter ve onler, onların fiiliyata cıkmasını engeller, gunahını itiraf edip bağışlanma dileyenleri de bağışlar.

Boyle bir kimse rehbere ulaştığı zaman, nefsin cektiği ipi koparır, onu nefisten sıyırır, lĂ‚zım gelen tĂ‚lim ve terbiyesini verir ve o kimse uyanır. Artık var gucuyle temizliğe girişir, nefis işgali altındaki kalp evini kurtarmaya calışır.



Bu nefsin seyri “İlĂ‚llah”tır, yani Allah’a doğrudur. Âlemi, bu gorunen şehĂ‚det Ă‚lemidir. Yer’i goğustur. HĂ‚li meyildir. Yolu şeriatın dış olculeridir.

Sıfatları: CehĂ‚let, cimrilik, hırs, kin, kibir, gadap, şehvet, tamah, hased, kotu huyluluk, boş ve faydasız şeylerle uğraşmak, istihzĂ‚, ahmaklık, unutkanlık, buğz, cabuk isyan, cok yemek, cok icmek, cok konuşmak, fazla neşe, Ă‚vĂ‚relik, şımarıklık, din ehlinin hĂ‚lini inkĂ‚r... ve benzerleridir.

Nefs-i emmĂ‚re de RabbĂ‚nî bir latîfedir. Şu kadar var ki, kotuluklere meyletmesi, şehvetlere duşkun olması sebebiyle pislenmiştir. Şehvet duşkunu hayvĂ‚nî nefsin hukmu altında kalıp ona uymakla hayvanların yoluna girmiştir. İnsan icin de en buyuk duşman hĂ‚line gelmiştir. Şeytan onun askerinden olup, ondan kuvvet bulmuştur.

HĂ‚dis-i şerif’te:

“En şiddetli duşmanın, iki yanın arasındaki nefsindir.” buyuruluyor. (Beyhak&#238

Cunku zĂ‚hirî duşman ikram ve ihsanlar karşısında dost olup sadĂ‚kat gosterebilirken, nefis lutuf ve ihsandan anlamayıp zararını daha da coğaltır.

Nefs-i emmĂ‚re’deki bir insan, kotuluk yapmaktan en ufak bir pişmanlık duymaz, yaptığından hicbir pişmanlık duymayan hayvana benzer.

FĂ‚sıklar, kĂ‚firler ve munĂ‚fıklar nefs-i emmĂ‚re grubuna girerler.



Nefs-i EmmĂ‚re Derecesinde Bulunan İnsanlar Uc Sınıftır:

1. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın emirlerini yerine getirmeye calışır, nehiylerinden kacınmaz.

“İstediğini yap olumu tadacaksın,

Dilediğin gibi yaşa sonunda ayrılacaksın.”

2. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın emirlerine itaat etmediği gibi, nehiylerinden de kacınmaz. Fakat itaat edenleri sever.

“DunyĂ‚nın muhabbeti Ă‚hiret saĂ‚deti,

Hangisini tercih edersen nefsini ona satmış olursun.”

3. İsmi İslĂ‚m’dır. Fakat İslĂ‚m’ın hicbir emrini yerine getirmediği gibi, İslĂ‚m’ı ve muslumanları sevmez.

“O ki tasdik etmez sunneti kitabı,

Susmak konuşmamaktır onun cevabı.”



Nefs-i emmĂ‚re derecesinde bulunup da oradan uzaklaşmak icin herhangi bir gayret sarfetmeyenler, kendilerinde ıslah alĂ‚metleri gorulmeyenler cehennemde bulunmaya devam edenlerdir.

İnsanın belli bir sureye kadar yaşama garantisi olmadığı gibi, nerede ve ne zaman ne şekilde oleceğini de hic kimse bilemez. Bunun icindir ki gelecek icin şimdiden hazırlık yapmalı ve insanoğlu bulunduğu yolun “Hidayet yolu” olup olmadığını enine boyuna tahkik etmelidir. Gittiği yolun “Allah yolu” olduğunu gosterecek sağlam delilleri olmalıdır. Kendisinden once, bulunduğu yola koyulmuş insanların hedeflerine emniyet icinde varabildiklerini muşahede etmiş olmalıdır.



2. Nefs-i LevvÂme:

İnsĂ‚nî ruh, emmĂ‚re iken işlediği gunahlardan ve kotuluklerden pişmanlık duyar ve kendisini kınamaya başlarsa, onun bu hĂ‚line “Nefs-i levvĂ‚me” denir.

İkinci makama yukselen sĂ‚likin artık kalbindeki yedi perdeden birisi kalkmıştır. İbĂ‚detlerini yapar, yasaklardan kacınmaya, emr-i ilĂ‚hi’yi yerine getirmeye calışır. Buna rağmen yine gunah işler, fakat hemen arkasından da pişman olup tevbe eder.

Bu gibi kimseler icin de iyi vaadler vardır:

“Onlar ki gunahın buyuklerinden ve hayĂ‚sızlıklardan kacınırlar, yalnız bazı kucuk kusurlar işleyebilirler. Şuphesiz ki Rabbinin mağfireti geniştir.” (Necm: 32)

Bu makamın seyri “İlallĂ‚h”tır. Âlemi, berzah Ă‚lemidir. Yeri gonuldur. HĂ‚li muhabbettir. Yolu tarikattır.

Sıfatları: Kınama, haset, kotu fikir, ucb, işret, halkla cekişme, kahır, temennĂ‚, koru korune tevekkul, gizli riyĂ‚, makam sevgisi ve şehvet tutkusudur.

Nefs-i emmĂ‚re’nin bir kısım sıfatları hĂ‚lĂ‚ mevcut olmasına rağmen hakkı hak, bĂ‚tılı bĂ‚tıl olarak gorur ve bilir. Şeriat ameli ve muhabbeti eksilmez. Kotu hallerinden dolayı uzulur. Fakat o kotu sıfatlardan kurtulması gucunun dışındadır.

ZÂhidler, nefsin emmÂre ve levvÂme derecesindedirler.

LevvĂ‚me olan nefis de kendisine zulmettiğinden dolayı ona “ZĂ‚lim” denilmiştir.

Nitekim Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerime’sinde:

“Onlardan kimi nefsine zulmedendir.” buyuruyor. (FĂ‚tır: 32)

Eğer tevbe ederse, Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın onların gunah ve kusurlarını bağışlayacağı, tevbelerini kabul buyuracağı umulur.

Nefs-i levvĂ‚me’de gizli bir riyĂ‚ ve kendini beğenme hastalığı vardır. İyi amellerini halkın bilmesini ister. Ovulmekten memnun olur. Başkalarına ustun gelip ezme arzusu duyar. Bu kotu huyundan hoşlanmamasına rağmen, kalbinden de sokup atamaz.

Nefs-i levvĂ‚me’de bulunan bir kimse takvĂ‚ ehlinden sayılır. Bu makamın en yuksek derecesi ihlĂ‚stır. Ancak amellerinde ihlĂ‚s da olsa, sĂ‚lik yine de tehlikeden kurtulmuş değildir.

Buna rağmen Allah katında kudsiyet ifĂ‚de eden bir makamdır.

Nitekim Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerîme’sinde:

“Kendisini alabildiğine kınayan nefse yemin ederim ki!” buyuruyor. (KıyĂ‚met: 2)

Bu kınama ovunulecek bir hususiyettir.



Bir insan Tarikat-ı aliye’ye kabul edildiği zaman nefs-i emmare ile girer. Bir taraftan ilim-irfan ile meşgul olurken, diğer taraftan da daimi surette nefisle mucadele halindedir. İlim cihad, ilim cihad... Ve bu suretle nefs-i emmare’yi yendiği zaman bir sıfatı kuculmuş ve bir perde kalkmış olur. Fakat Nefs-i emmare’nin buyuk arzuları kokleşmiş olduğu icin, bu arzuları birden sokup atamaz.

Tekrar mucadeleye mucahedeye devam eder. İlmiyle irfanıyle nefs-i levvame’yi de katettiği zaman bu perde de kalkar. İnsan nisbeten mulayimleşir, hilm sıfatına burunur, nefs-i mulhime halini alır.

Nefs-i emmare artık o kotu sıfatlarını kaybetmiştir. Bu kayıpların sebebi de şudur:

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ lutfuyla ona ezelden Murşid-i kĂ‚mil’i nasip ettiği icin, nasibini aldıkca ruhu kuvvet bulur. Elinden geldiği kadar hakikatı oğrenmeye gayret eder. Bir taraftan da nefsi ile mucadelesini ve mucahedesini devam ettirir.

Nefs-i levvĂ‚me’nin iki yuzu vardır. Bir yuzu nefs-i emmĂ‚reye, diğer yuzu de nefs-i mulhimeye bakar. Nefs-i emmĂ‚re’den bir bakıma yuzunu cevirmiştir, fakat tekrar meyletmesinden korkulur.



3. Nefs-i Mulhime:

İbĂ‚det, zikir ve riyĂ‚zetlerin artması, nefisle şiddetli bir mucĂ‚deleye girişilmesi neticesinde kalp uzerindeki perdelerden birisi daha kalkarsa, nefsin ucuncu makamına cıkılmış olur ki, bu makama “Nefs-i mulhime” denir.

Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın insĂ‚nî ruha isyan ve itaatını vasıtasız olarak ilham etmesinden dolayı bu dereceye “Mulhime” ismi verilmiştir.

Âyet-i kerime’de şoyle buyurulmaktadır:

“Hidayeti kabul edenlere gelince, Allah onların hidayetini artırmış ve onlara takvĂ‚ yollarını ilham etmiştir.” (Muhammed: 17)

Ruh terakki edip kuvvet buldukca nefse hĂ‚kim olmak ister. Bircok mucĂ‚hede ve mucĂ‚deleden sonra, bu mertebede nefis ıslah olmuştur. Artık vucutta hĂ‚kimiyet ruhun eline gecmiştir.

Muminle kĂ‚fir iki ordunun mutemadiyen birbirleriyle carpıştıkları gibi, vucutta da aynı şekilde ruhun ve nefsin yeri vardır ve bunlar zaman zaman iki ordu gibi carpışırlar. Fakat bu carpışmalardan kişinin haberi olmaz. Bu carpışmalar esnasında gercekten tutulanlar; manevî destekle, ruhanî terbiye ile nefsin arzularını bastırır. Bu noktada nefis mulayimleşir ve sakinleşir. Fakat hicbir zaman hile-i desiselerinden emin olunmaz.

Bir insan buraya kadar kendi ihlĂ‚s ve gayreti ile cıkabilirse de, buradan ileriye ancak bir Murşid-i kĂ‚mil’in kılavuzluğu ile gidebilir.

Bir subayın kurmay olabilmesi icin nasıl ki hususi bir eğitime ihtiyacı varsa, Nefs-i mulhime’den sonraki terakkiyat icin de mutlaka FenĂ‚fillah’a cıkmış bir kĂ‚mil murşide ve onun mĂ‚nevî terbiyesine ihtiyac vardır. Zira vuslat murşidsiz olmaz. Murşid onu şuphe karanlıklarından kurtarıp tecelli nurlarına cıkarır.

Bu makamda kalanların bazısı yarı deli yarı velidir, bunlara meczub denir.

Nefs-i mulhime’nin seyri “Alellah”tır. Bu makamda sĂ‚likin kĂ‚lbinde hakikat nurları doğduğundan, onları muşĂ‚hede etmekten dolayı icinde mĂ‚sivĂ‚ kalmaz. Âlemi, ruhlar Ă‚lemidir. Yeri ruhtur. HĂ‚li aşktır. Kendisine gelen mĂ‚nĂ‚ mĂ‚rifettir.

Sıfatları: İlim, comertlik, kanaat, tevĂ‚zu, sabır, ezĂ‚ya tahammul, ozurleri kabul, guzel zan, hoşgoru...

Bu makamda sĂ‚lik, butun varlıkların Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın kudret elinin altında olduğunu muşĂ‚hede ettiğinden, hicbir mahlûka itirazı olmaz. FĂ‚il-i mutlak’ın fiillerini seyreder. AslĂ‚ geri donmemeye gayret eder.

Nefs-i mulhime’nin diğer vasıfları da şunlardır:

Hayretle şaşkınlığa duşmek, makamlara ermek, kabz ve bastın gelişi, havf ve recĂ‚nın gidişi, zikrullahı sevmek, guler yuzluluk, hikmetle konuşmak, muşĂ‚hede ve murakaba...

Bu makamda murid zayıftır, Hakk’a gidemez. CelĂ‚l ve CemĂ‚l’i fark edemez. Beşeriyetin gereği haller ondan tamamen silinmediği icin, gafil olduğu bir anda nefsi hemen geriye donup aşağıların aşağısına iner ve eski kotu alışkanlıklarına devam eder. İtikadı bozulup ibĂ‚deti terkeder. ŞeytĂ‚ni hayalleri RahmĂ‚nî tecelliler sanır. Boylece helĂ‚ka gider.

Bu makamdaki sĂ‚like en muhim ve gerekli olan şey, bağlı bulunduğu Murşid-i kĂ‚mil’e oz irĂ‚desi ile ve titizlikle itaat edip, her emrine tam teslim olmaktır. Ayrıca nefsin istek ve arzularına şiddetle muhalefet etmelidir. Cunku bu makamda yukselmek mumkun olduğu gibi, her an duşmek tehlikesi de vardır.

Nefs-i mulhime Kur’an-ı kerim’de şu şekilde gecmektedir:

“Her bir nefse ve onu duzenleyene, sonra da ona isyanını ve itaatını ilham edene yemin ederim ki, nefsini temizleyen kurtulmuştur.” (Şems: 7-8-9)

Âyet-i kerime’lerde nefse iyilik ve kotuluklerin ilham edildiği bildirilerek, ilham alan nefse dikkat cekilmiştir.

Buradaki temizlenmekten maksat, ahlĂ‚k-ı zemime adı verilen “Şehvet, gadap, kin, kibir, riyĂ‚, hased...” gibi kotu huylardan temizlenmektir. “Temizlenen kurtulmuştur.” Beyan-ı ilĂ‚hi’si de bu mĂ‚nĂ‚dadır. Yoksa zĂ‚hiri temizlik, ya da “Oruc tuttum temizlendim.” gibi basit bir mĂ‚nĂ‚ cıkarılmamalıdır.



Bu makamda kalanların bazısının yarı deli yarı veli olduklarını soylemiştik. Bunun mĂ‚nĂ‚sını size uc noktada izah edelim:

1. FenĂ‚fillah’a ulaşmış bir Murşid-i kĂ‚mil muridi yurutur, yuru demez.

BinĂ‚enaleyh bir muridin ezelde boyle bir Murşid-i kĂ‚mil’de nasibi varsa; “EmmĂ‚re”yi ve “LevvĂ‚me”yi gecip “Mulhime”ye geldiği zaman “Fenafişşeyh” olur ve “FenĂ‚firresul” kalesine alınır, tahsile başlar. Bundan haberi bile olmaz, icabederse duyururlar, icabetmezse duyurmazlar. Kimisini acık kimisini kapalı gotururler.

2. FenĂ‚fillah’a cıkmamış bir murşid ise muridi yurutemez, ders verir yuru der. O da FenĂ‚firresul’e kadar gelir, onune koca bir kale cıkar ve burada durur. Onu iceriye alacak bir fert olmadığı icin oteye gecemez. İlim, amel ve ihlĂ‚sı nisbetinde ibadetine taatına devam eder ve Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın sevgilisi olabilir.

3. Bu ikinci sınıfta olan kimselerin bazıları da o kalenin onunde bocalar. Bocalayınca şeytan zaten onun peşindedir, hemen yuları ona takar. Evden eve, bayırdan bayıra, dağdan dağa dolaşır. Şeytan onu bu guc noktalara sokunca, bu sefer kufretmeye başlar. Şeytan bu hĂ‚li ona sevdirdiği icin, marifet yapıyormuş gibi hoşuna gider. İhlĂ‚sı da elinden alınır. Artık onun orada tutunması MevlĂ‚’ya kalmış. Kimisi de en aşağı dereceye kadar duşer. Allah’ımız cumlemizi muhafaza buyursun!

HulĂ‚sa edecek olursak; birisi FenĂ‚firresul kalesine giriyor ve tahsiline devam ediyor, otekiler kaleye gelince iceriye alınmadığı icin -cunku orası girme yeri değil, alınma yeridir- kimisi ihlĂ‚sıyla devam ediyor, kimisi de bocalayıp aşağıya kayıyor.



4. Nefs-i Mutmainne:

Şirkten, şupheden, isyan ve hatadan temizlenmiş, MevlĂ‚’nın hitĂ‚bıyla ıstıraplardan kurtulup huzura kavuşmuş nefis demektir. Kalp uzerindeki dorduncu perdenin kalkmasıyla, ruh mutmainne makamına yukselir.

Nitekim Allah-u TeĂ‚lĂ‚ bu dereceye yukselmiş nefse:

“Ey mutmainne olan nefs!” kelĂ‚mı ile hitap etmiştir. (Fecr: 27)

Nefs-i mutmainne’de muridin seyri “Seyr-i maallah”tır. Âlemi, hakikat-ı Muhammediye’dir. Yeri sırdır. HĂ‚li, sĂ‚dık bir tatmin hĂ‚lidir. Kendisine gelen mĂ‚nĂ‚ şeriatın bazı sırlarıdır.

Nitekim bir Âyet-i kerime’de şoyle buyurulmaktadır:

“Onları hidayete erdirecek ve hallerini duzeltecektir.” (Muhammed: 5)

Sıfatları: Comertlik, tevekkul, sabır, şukur, hilm, teslimiyet, rızĂ‚, sıdk, ibadet, rifk, guleryuzluluk, tam muşĂ‚hede, surekli huzur, buyuklere tĂ‚zim, kalp sevinci, tatlı dil, kusurları ortme, hataları bağışlama...

SĂ‚lik bu makamda Kur’an-ı kerim ve Sunnet-i seniye’ye tam olarak uyar. Bu makamda olan kişiyi gorenlerin gozleri, dinleyenlerin kulakları zevk duyar. Sozleri bıkkınlık değil, sıdk ve safĂ‚ verir. Dilleri şeriat hikmetlerine, hakikat sırlarına ve mĂ‚nĂ‚ inceliklerine tercumanlık eder. Oysa ki, ne bir kitap mutĂ‚lĂ‚a etmiş ne de kimseden bilgi istemiştir. Soyledikleri Kur’an-ı kerim’e ve Hadis-i şerif’lere uygun gelir. Cunku o “İlhĂ‚mĂ‚t-ı ilĂ‚hî”ye mazhar olmuştur. Bundan dolayı edep ve hayĂ‚ deryasına dalmıştır. Ona haşyet ve heybet hĂ‚li verilmiş, vakar elbisesi giydirilmiştir.

İnsanlarla ara sıra goruşup, ic Ă‚lemine doğan hikmetlerden onlara soyler. Dostlarını istidatları kadar irşad eder.

Coğu vakitlerini ibĂ‚detle gecirir. TĂ‚ ki daha yuksek derecelere ulaşmaktan mahrum kalmasın.

Nefsi terbiye ederek mutmainne derecesine kavuşturmak icin Allah-u TeĂ‚lĂ‚’ya niyazda bulunmalıdır.

Nitekim Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz bir duĂ‚larında şoyle buyurmuşlardır:

“Allah’ım! Senden itminana kavuşmuş bir nefs-i mutmainne dilerim ki, sana kavuşmaya iman etsin, takdirine rĂ‚zı olsun, verdiklerine kanaat etsin.” (TaberĂ‚n&#238

Bu mertebe, saĂ‚det ve bahtiyarlık mertebesidir.

Bu makamda duĂ‚ ve virdlere devamla, Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-in sevgisi bambaşka bir hĂ‚l alır.

Bu makama gelindiği zaman, nefis artık teslim bayrağını ceker.

Tevhidin; vucudî tevhid, şuhudî tevhid, meşhud tevhid olmak uzere uce ayrıldığı ve bunların izahları daha once yapılmıştı. Ancak nerede olduğu izah edilmemişti.

Şuhûdî tevhid Nefs-i mutmainne’de tecelli der. Artık teslim olduğu, itminan olduğu icin, Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın kudretini seyretmeye başlar.

Kor goz, şaşı goz, bir de goren goz var demiştik. Nefs-i emmĂ‚re’de olan bir insan zĂ‚lim ve cĂ‚hil olduğu icin, ancak zahiri ilimlerle yani satır ilimleri ile kulaktan duyduğunu alır. Zannı ile, dış duygusu ile icraatını yapar. Kendi ictihadı ile hareket eder. Bir muddet hakikata kordur.

Nefs-i mutmainne’ye gecen bir insan ise şaşıdır. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın azametini seyrederken, kendi varlığını da seyreder. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın ulûhiyet sırlarını her zerrede temĂ‚şĂ‚ ettiği gibi varlığı ile temĂ‚şĂ‚ ettiği icin biri cift goruyor, korlukten kurtulamamış, fakat şaşı olmuş.

Tasavvur buyurun Tarikat-ı aliye nasıl bir ilim-irfan mektebidir ki, korlukten kurtulup şaşı haline geliyor. Daha da cok calışabilirse, Allah-u TeĂ‚lĂ‚ onu goren goz de yapar. Binaenaleyh nefs-i mutmainne’de nefis ruha teslim olur, Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın hukumlerine rızĂ‚ gosterir.

Ârifler, nefsin mulhime ve mutmainne derecelerindedirler. Bu dereceler FenĂ‚fillĂ‚h makamında tecelli eder.

Burada ihlĂ‚sla ibadet ve taatına devam ederse, Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın butun emirlerine boyun buktuğu zaman; RĂ‚ziye’ye, Mardiyye’ye cıktığı gibi, Nefs-i sĂ‚fiye’ye dahi cıkabilir.

“Ey mutmainne nefis!” diye başlayan Âyet-i kerime’nin sonunda:

“Gir cennetime!” (Fecr: 30)

İfadesi yer almaktadır. İşte gercek saĂ‚det ve selĂ‚met bundan ibarettir.



5. Nefs-i RÂziye:

Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın butun imtihan ve ibtilĂ‚larına sadĂ‚kat gostermiş, gelmiş ve gelecek her şeye rĂ‚zı olmuş, butun gayret ve arzusu MevlĂ‚’nın hoşnutluğunu kazanmak olan nefsin haline “Nefs-i rĂ‚ziye” denir.

Bu makamda sĂ‚lik denize duşen cop gibi olmuştur. Deniz onu istediği tarafa calkaladığı gibi, o da hukm-i ilĂ‚hi’ye oylece teslim olmuştur. İrĂ‚desini Hakk’ın irĂ‚desine bağlamış, reyini de O’na vermiştir.

Bu nefsin seyri “FillĂ‚h”tır. Âlemi, lĂ‚hut Ă‚lemidir. Yeri, sırrın sırrıdır. HĂ‚li, fenĂ‚ya varmış olmaktır.

Sıfatları: VerĂ‚, ihlĂ‚s, muhabbet, MevlĂ‚ ile dostluk, ilĂ‚hi huzur, kerĂ‚met, mĂ‚sivĂ‚yı terk, teslimiyet, rızĂ‚, eziyetlere sabır, halkı irşad, en ince edeptir. DuĂ‚sı reddedilmez. Herkes tarafından saygıyla karşılanır.

RĂ‚ziye ile bundan sonra gelen Mardiyye makamlarında olan nefisler Kur’an-ı kerim’de şu hitĂ‚b-ı ilĂ‚hî ile taltif edilmişlerdir:

“Don Rabbine! Sen O’ndan rĂ‚zı, O senden rĂ‚zı olarak.” (Fecr: 28)

Oyle bir halde don ki, sen Rabbinden hoşnut, Rabbin de senden hoşnut.



6. Nefs-i Mardiyye:

Bu makama yukselen nefisten Hazret-i Allah rĂ‚zı olduğu icin “Nefs-i Mardiyye” adını almıştır. RĂ‚zı olunmuş nefis demektir.

Bunun seyri “Anillah”tır. Âlemi şu gorunen şehĂ‚det Ă‚lemidir. Yeri HafĂ‚’dır. HĂ‚li hayrettir. Yolu şeriattır.

Sıfatları: Allah ve Resul’unun ahlĂ‚kı ile ahlĂ‚klanmak, hataları bağışlamak, ayıpları ortmek, guzel zanda bulunmak, herkese lutuf ve şefkat gostermek, insanları karanlıklardan kurtarmak icin onlara meyl ve muhabbet...

Ancak bu meyl ve muhabbet sadece Allah icin olup, acıma ve şefkatten ibarettir. Gorunuşte insanlardan ayrılmaz, fakat bĂ‚tında Hakk iledir. Kalbi mĂ‚sivĂ‚dan kurtulmuştur.

Muhtac olduğu ilimleri Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın izniyle mĂ‚nĂ‚ Ă‚leminden madde Ă‚lemine taşır ki, insanlar istifade etsin.

İfrat ve tefritten kacınır, orta yolu takip eder.

“VĂ‚kıflar”, nefsin RĂ‚ziye ve Mardiyye derecelerindedirler. Bu dereceler FenĂ‚fillĂ‚h makamında tecelli eder.

Allah-u TeÂl o nefsi daha dunyada iken cennetle mujdeliyor.



7. Nefs-i SÂfiye:

Bu makamda nefis artık sĂ‚fileşmiş, suzulmuş, vucudun en kotu yeri iken en iyi yeri olmuş, yani taş iken elmas olmuştur.

Bu makamda sĂ‚lik Hakk’ın elindedir. Hakk’ı bilir ve her şeyini de Hakk’tan bilir. Ne kendisini ne de rızkını duşunur. “Neme lĂ‚zım, o SĂ‚hibime aittir.” der. Cunku o cok iyi bilir ve gorur ki Allah-u TeĂ‚lĂ‚ evin sĂ‚hibi, kendisi ise misafirdir. “Hû komşu!” denir ya, buradaki “Hû!..” bizzat ev sahibine seslenmektir.

Ondan başkasını tanımaz, her şeyini sadece O’ndan ister. Cıkacak hukm-i ilĂ‚hî’ye peşin olarak rĂ‚zıdır.

“Meşhud tevhid” nefsin sĂ‚fiye derecesinde tecelli eder.

Hic olduğu zaman, perdeler aralandığı zaman, O’nu gorduğu zaman, O’ndan başka bir şey gormediği zaman meşhud tevhid tecelli eder.

Fakat bu goz onun değildir. Bunu kor goz nasıl gorebilir?

Onların vasıfları kısaca şoyledir:

1. Onlar Hakk’ın kolesidir. İyi bilirler ki, MevlĂ‚ dilerse tutar, dilerse atar. Dilerse muhafaza eder, dilerse etmez.

2. Bir damla rahmet-i ilĂ‚hî’ye muhtac olduklarını bilirler.

3. Bildirilmedikce, bildirilmeyen hicbir şeyin bilinmeyeceğini bilirler.

4. MevlĂ‚ dilerse bunları dĂ‚ire-i saĂ‚detine alır ve dĂ‚ire-i saĂ‚detine ancak bunlar alınmışlardır.

Bunlar birer hakikat olcusudur. Hareketler buradan anlaşılır.

Herkes nefsinin derecesine gore bu ilmi anlar.

Âyet-i kerime’de:

“Her ilim sahibinin ustunde daha ustun bir bilen vardır.” buyuruluyor. (Yusuf: 76)



İlĂ‚hî Vaad:

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ nefsi ile cihad yapan kullarına yardımda bulunacağına dair Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Bizim uğrumuzda bizim icin mucahede edenlere elbette yollarımızı gosteririz.

Şuphesiz ki Allah ihsan erbabı ile beraberdir.” (Ankebut: 69)

Azami gayret mĂ‚nĂ‚sı cıkıyor. Allah-u TeĂ‚lĂ‚ azmi ve ihlĂ‚slı niyeti nisbetinde kulunu destekler, yolunu acar, hidayetini arttırır, imanını kemĂ‚lleştirir.

Bu Âyet-i kerime’nin icinde bircok ince sırlar vardır.

Yolunu actığı zaman onunu goruyorsun, hidayetini artırdığı zaman O’nu goruyorsun. Bu ise o hĂ‚le erdirdiği kimselere mahsustur.

O noktaya vardığın zaman sen artık bir robot, bir perde oluyorsun. Doğrudan doğruya: “Ben seninle beraberim.” buyuruyor. “Ben seni destekliyorum, yuru!” buyuruyor.

Yolunu acmazsa onunu goremezsin, hidayete erdirmezse bilemezsin, imanını kemĂ‚lleştirmezse goremezsin.

Bir Hadis-i kudsî’de şoyle buyuruluyor:

“Bana bir karış yaklaşan kimseye ben bir arşın yaklaşırım. Bana bir arşın yaklaşan kimseye ben bir kulac yaklaşırım. Bana yuruyerek gelene ben de koşarak gelirim.” (BuhĂ‚rî - Muslim)





NEFİS DERECELERİNİN

DAHA İYİ ANLAŞILABİLMESİ İCİN

BİR TEMSİL

Nefis derecelerinin daha iyi anlaşılabilmesi icin bir cevizi temsil olarak arzedeceğiz. Herkes kendisini olcsun.

“Ummetim benden sonra yetmişuc fırkaya ayrılacak, bir fırka mustesna, diğerleri hep ateştedir.

– Onlar kimlerdir YĂ‚ Resulellah?

Benim ve AshĂ‚bımın yolunda olanlardır.” (Ebu DĂ‚vud)

Yetmişuc fırkadan yetmişikisi cehennemlik olduğuna gore, yetmişuc cevizden yetmişikisinin curuk olduğu anlaşılıyor.

Bu kesin bir beyĂ‚n-ı Peygamberî’dir ve ne kadar korkunc bir şeydir!

Bunların hepsi onun ummetidir, amma yetmişikisi cehennemliktir, ancak bir tanesi kurtuluş fırkasıdır.

Bizim mevzumuz şimdi o sağlam bir ceviz uzerinedir. Bu sağlam olan cevizin de nasıl dokuleceğini dikkatle takip ederseniz oğrenmiş olursunuz.

Nefs-i EmmÂre:

Cevizin yeşil kabuğu Nefs-i emmare’dir. O yeşil kabuk da Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın yarattığı bir latîfedir. Fakat kotu işlere meyledip o kotu işleri işlediğinden oturu, cevizin kabuğu gibi, Nefs-i emmĂ‚re de acıdır. En kalın perde odur.

Nefs-i Levvame:

Cevizin yeşil kabuğundan sonraki sert kabuktur. İceriye nufuz etmediği icin hep benlik davasında bulunur. Nefsin arzularını o ceviz kabuğunu kırar gibi kırmadıkca, gercekten iceriye nufuz etmek mumkun değildir.

İşte butun benlikler burada toplanır. Cok muhim bir noktadır. “Ben!.. Ben!.. Ben!..” diyenlerin yeri ve durağı burasıdır.

Bu benliği cevize temsil ediyorum:

Kim ki duyarsanız “Ben, ben!..” diyor, onların hepsi kabukta kalmıştır, kendi icine nufuz edememiştir, icinden istifade edemiyorlar. Nefis iceride “Ben, ben!..” diyor, “Sen giremezsin buraya!..” diyor.

Nefs-i Mulhime:

Enelik kabuğunu kırmış, iceriye nufuz etmiştir. Ve fakat icten ice gecmek icin, arzu ve istekleri perde mesabesindedir. İcindeki haşaratı temizlemesi gerekmektedir.

Nefs-i Mutmainne:

Haşaratı temizlemiş, zarı kalmıştır. Hakk’a hayli yaklaşmıştır. O zarın da kalkması icin RĂ‚ziye merdivenine cıkması lĂ‚zımdır ki “Lub” yani cevizin ozu husule gelsin.

Daha once “Makam”dan bahsederken RĂ‚ziye’ye gelince “Merdiven” ismini verdik. Cunku insan buyudukce kuculur, kuculdukce buyur. O zaman kişi merdivenden hep aşağıya iner ve kuculur, azamet-i ilĂ‚hî’yi o zaman gormeye başlar.

Nefs-i Mardiyye:

Artık haşaratı temizlemiştir. Mutmainne’den sonra RĂ‚ziye’ye ermiştir, o zar kalkmıştır. Nefs-i mardiyye’de “Lub” kalır, o zaman cevizin ic tarafının ozu kalmıştır.

Mardiyye merdivenine cıkanların dahi dilediğini tutar, dilediğini atar.

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah dilediğini mağfiret eder, dilediğine azap eder.” (Bakara: 284)

Bunun boyle olduğunu bilmek gerekir. Mahlûkun hic hukmu yoktur. Hukum ve değer yalnız ve yalnız Zul-celĂ‚l vel-kemĂ‚l olan Allah-u TeĂ‚lĂ‚’ya mahsustur.

Nefs-i SÂfiye:

Ceviz burada boşalmış olur. Artık o zaman icinde yalnız Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın varlığını gorur.

Cok acık ifade ediyorum, kendisinin de, kĂ‚inatın da kabuktan ibaret olduğunu gorur. Kendisi de aslında boyledir, kĂ‚inat da boyledir.

İşte gercek mĂ‚nĂ‚da Kelime-i tevhid’i soyleyebilen bunlardır.



İkinci temsil:

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerime’sinde buyurur ki:

“Allah hic kimsenin goğsunde iki kalp yaratmamıştır.” (AhzĂ‚b: 4)

Ki, birini Muhabbet-i MevlĂ‚’ya, diğerini muhabbet-i mĂ‚sivĂ‚ya hasretsin. Bir kalpte iki sevgi yaşamaz.

Kimin kalbinde yalnız Allah-u TeĂ‚lĂ‚ var, o Hakk iledir. Kimin kalbinde mĂ‚siva var, o halk iledir.

Kelime-i tevhid’in cevizin uzerine ayrı bir temsili:

Bir insan “LĂ‚ ilahe illĂ‚llah” der, fakat yeşil kabuk var, kalbin uzerinde yedi perde var. Diyor amma ağızda kalıyor, boğazdan aşağıya inmiyor.

“Nefs-i LevvĂ‚me”de “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah” diyor amma, iceride nefis “Ben, ben!..” diyor, sert kabuğu delememiş.

“Nefs-i mulhime”de “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah” diyor, burada cevizin kabuğunu yani kalbi deliyor, amma icinde Hakk’tan gayrı bircok muhabbet var. Cok muhabbet olduğu icin cok uğraşıp ahlĂ‚k-ı zemimeleri temizlemesi gerekir.

“Nefs-i mutmainne”de “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah” diyor, bu noktada Kelime-i tevhid biraz daha rahat iniyor. Orada oyle bir iniş yapıyor ki, şirkten şupheden kalp artık kurtuluyor. Gercek iman sahibi olma vukûfiyetini kazanıyor.

“Nefs-i rĂ‚ziye” de oyle bir hale gelir ki, o artık Allah-u TeĂ‚lĂ‚’dan rĂ‚zı olmuştur. “Beni O yarattı.” diyor, “Beni O yaşatıyor, beni O yediriyor, beni O iciriyor.” diyor. Her haline rĂ‚zıdır. Acı da gelse, tatlı da gelse, O’nun her hukmune rĂ‚zıdır. Cunku artık iman kokleşmeye başlamıştır. Kelime-i tevhid tohumu artık kalbe duştu, yavaş yavaş cimleniyor, o cim butun vucuda yayılıyor, her Ă‚zĂ‚sına iman salınıyor ve artık onu yaratanı biliyor, şirkten şupheden kurtuluyor, Yaratan’dan memnun olduğu icin her şeyine rĂ‚zı oluyor.

Bu hĂ‚l uzun zaman devam eder, sonra ibadet ve taatlarını samimi bir şekilde yaptığından oturu Allah-u TeĂ‚lĂ‚ ondan hoşlanır.

Ve fakat “Nefs-i sĂ‚fiye”ye gelince, artık burada hicbir şey kalmamıştır. Kabuk kalmamış, haşarat kalmamış, cevizin uzerindeki zarı kalmamış, “Lub”u de kalmamış ve boşalmış olur.

O “LĂ‚ ilĂ‚he illĂ‚llah” dediği zaman Allah-u TeĂ‚lĂ‚’yı hem gorur, hem de icinde O’ndan başka bir mevcut olmadığını da gorur. Kelime-i tevhid’i gercek mĂ‚nĂ‚da soyleyen ancak bunlardır.

Bu sırr-ı ilĂ‚hî, yani Kelime-i tevhid’in sırrı acılmış oldu.



KURTULUŞ KAPISI

Tarikat-ı Ă‚liye bir ilim-irfan mektebidir. Bu yolun ilim-irfan mektebi olduğunu anlayabilmek icin “Nefis dereceleri”ni cok iyi tetkik etmek gerekmektedir.

Mektebe kaydını yaptıran bir insan, devam etmeyip sınıflarını gecmediği zaman, nasıl ki onun mektebe kaydını yaptırması bir mĂ‚nĂ‚ ifade etmediği gibi; Tarikat-ı Ă‚liye’ye intisap eden bir kişi de, sınıfları gecmediği muddetce, nefsini izale edemez, hayvanî sıfatlardan sıyrılamaz, dereceleri katedemez.

LetĂ‚ifleri bitirecek, dereceleri gececek ki, insan sıfatına burunsun.

EmmĂ‚re’nin ıslahından sonra LevvĂ‚me’ye gecildiği zaman buyuk carpışmalar olur. Mulhime’ye gecildiğinde insan sakinleşir, koyun sıfatına burunur, guzel ameller yapar, nisbeten rızĂ‚-i BĂ‚rî’ye kavuşur. Bu arada az da olsa bazı ilhamlar da gelir. O şimdi artık yolcudur. Nereye yolcu? Hakikata yolcu.

Bir mertebe daha gecerse Mutmainne olur. Kurtulanlar burada kurtulur. Vuslat-ı ilĂ‚hi buradan gelir.

O bir fırkaya Ă‚it kurtuluş kapısını tarif ediyoruz.



TERAKKİYÂT İLE HELÂKİYÂT NOKTASI

Bir kimse Tarikat-ı aliye’ye intisap ettikten sonra epey yol alır. Murşid-i kĂ‚mil muridin ruhunu yukseltir. Birinci tepeyi gecirir, orada yol ikiye ayrılır. CenĂ‚b-ı Hakk lutfuyla tecelli ettiği zaman murid yukarıdan aşağıya doğru kendisini kucultmeye, varlığını yok etmeye calışır. Mahviyet haline burunur.

Yani ihlĂ‚slı olanlar yurudukce varlıklarını yitirirler. O tepeden aşağıya doğru Allah’ın lutfuyla iner. Yani cıkar, cıkar, cıkar ve hicliğe iner. O hiclik onun Daire-i saadet’ine delĂ‚let eder. Bunlar Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın kurtardığı kimselerdir. Senelerden beri nazargĂ‚h-ı ilahi olan kalbine sardığı varlık tellerini, Allah yoluna duşmesiyle yavaş yavaş sermeye başlar. Diğer taraftan da hiclik tellerini toplar. Mahviyyet kısmına gecince artık yuku azalmıştır. Yapıcılık, bilicilik, onculuk gibi sıfatlar bir bir zĂ‚il olmaya başlar. Kendilerine şevk, teslimiyet, muhabbet, murakaba, tevekkul, vahdet ve hal gibi lutuflar ihsan olunur. Bunlar “Nuriye fırkası”na ayrılmış olanlardır.

Şimdi bir insan manen yukseldikce Allah-u TeĂ‚lĂ‚ dilediğini indirir, indirir, indirir, herşeyi yerde arar. Yerin altında arar.

İhlaslı kimsenin yuruyuşu boyledir. Nasibini aldıkca gider, terakki eder. Nasibi varsa bir gun muradına erer.

“Muradına ermek” ne demektir?

Uc noktada; FenĂ‚fişşeyh, FenĂ‚firresul ve FenĂ‚fillĂ‚h’ta olur. Bu merhalelerden gecenler benliklerini eritirler.

Yuz binler yola cıkar da, ancak murad olmaya namzet fertler kalır. Yani yurudukce azalırlar. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın lutfu eriştiği zaman murid de murad olur.

Âyet-i kerime’de:

“Kim inanır, nefsini ıslah ederse, onlara hicbir korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır.” buyuruluyor. (En’am: 48)

Bir de şeytana tutunanlar vardır.

O tepede ya, şeytan o anda onu kaydırmaya calışıyor ve kaydırıyor. “Herkesten daha ustunum.” demeye, herkese tepeden bakmaya başlar. Her şeyi kendisine maleder. Cok yukseldiğini zanneder. Herkesi kucuk kendisini buyuk gorur. “Ben yuruyorum, ben biliyorum, ben soyluyorum, ben calışıyorum.” diyerek sivrilmiştir, icine kurt duşmuştur. Bu gibi haller geldikce yanıbaşındakileri kucumsemeye başlar. Artık o yolunu değiştirmiştir. Sola kaymıştır. Kaydığı yetmez, orada plan cevirmeye calışır. “Ben bu işi daha iyi yurutebilirim, daha lĂ‚yıkım.” der. PlĂ‚nını tatbike koyarken Allah-u TeĂ‚lĂ‚ da onun kalbini cevirir. Kalbini cevirdiği anda mukallit sınıfına duşer. Artık o bir yıkıcıdır. Bunlar da NĂ‚r fırkası’dır. Onlarda şekavet, gadap, harislik, tûl-i emel, gonlu boş şeylere bağlamak gibi haller vardır.

Âyet-i kerime’de:

“Nefsini tertemiz yapıp arındıran felah bulmuş, kurtulmuştur, onu kirletip orten kişi elbette ziyana uğramıştır.” buyuruluyor. (Şems: 9-10)

Birisi mahviyyete doğru iniş yapıyor, birisi varlıktan kayıyor. Burası mihenk taşıdır.

Oyleyse alındıktan sonra Allah-u TeĂ‚lĂ‚’ya sığınmalı, ihlas ve samimiyetle yola devam etmelidir. İnsan manevi yolda yuruyup terakki ettikce kendisini kucuk gormeye, kuculmeye, suzulmeye başlar, davalardan gecer. Gayesi Hakk olup rıza icin hareket eder. Fakat terakki edemezse kendisini beğenme hali husule gelir ve eneye kapılır. Kendisine paye verdiği anda olduğu yerde cakılır, hem duşer hem helĂ‚k olur. Başkasını da helĂ‚k eder. Şoyle ki, curuyen bir meyvanın yanındaki meyveleri de curutmesi gibi o anda başkalarını hemen curutur. Niyetini bozmakla kendisini ihrac etmiştir, başka bir şey yapmamıştır. Cunku MevlĂ‚ her şeyi biliyor. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’dan başka onu kimse kurtaramaz. Ancak O murad ederse kurtarır. Bunların durumu ancak Âyet-i kerime ve Hadis-i şerif’lere dikkat etmekle ortaya cıkar.

Enes -radiyallahu anh- buyururlar ki:

“Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şu duĂ‚yı cok yapardı:

“Ey kalpleri ceviren Allah’ım! Kalbimi dinin uzerine sabit kıl.”

Ben bir gun kendisine:

“YĂ‚ Resulellah! Biz sana ve senin getirdiklerine inandık. Sen bizim hakkımızda korkuyor musun?’ dedim.

Bana şoyle cevap verdi:

“Evet! Kalpler, Rahman’ın iki parmağı arasındadır. Onları istediği tarafa cevirir.” (Tirmizi: 2141)

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ bir anda parmağıyla ceviriverir. Musluman iken munafık olur.

Hatta Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in:

“Ey kalpleri ceviren Allah’ım! Kalplerimizi senin taĂ‚tına cevir.” (Buhar&#238 diye niyazı vardır.

Şeytan iki yerden avlar.

Saf, cahil insanlar kısmına, “Sen artık oldun, tamam senin işin, cıktın.” der. O da: “Tamam” der. “Artık ben oldum.” İlmi olan okumuş insana da: “Senin ilmin var, sen her şeyi bildin, bunların icinde ne işin var.” der. O da: “Tamam” der. “Ben her şeyi bildim.” Ona da oltayı boyle takar. Bunlar şeytana kulak verdiklerinden gercekten şeytan fırkasından olurlar.

Bir kişinin kalbine nefis girdi mi, nefse uydu mu “Ben” dediği zaman, “Ben biliyorum” dediği zaman kaymıştır. Butun terakkiyat ve kaymalar bu hal uzeredir. Onun icin bakıyorsunuz, “Oldum, oldum, oldum.” Ne oldun? Helak oldun. Otekisi ise, yavaş yavaş hicliğe iner, yok olur.

İkinci bir sır daha var.

Hazret-i Allah’ın işine karışmayacaksın. Peygamber AleyhimusselĂ‚m Efendilerimizin işine karışmayacaksın. Murşid-i kĂ‚mil’lerin işine karışmayacaksın. Karıştın, gittin! Cunku bilmeyerek bir yere, duğmeye basarsın, berhava olur gidersin.

Murşid-i kamil’lerin işine nasıl karışılır?

Murşid-i kamil’in işini Hazret-i Allah gorur. Arzu ve irade yaşamaz. Bunu karşıdaki olcemez. Murşid-i kamil’in işine karışırken, bilmeyerek Hazret-i Allah’ın işine karışır. DuĂ‚ ederken: “Allah’ım hukmun arzumdur. Hakkımdaki hukmunu sevdir.” diye niyaz ederiz.

Murşid-i kamil’in muhim işlerine, hususi işlerine karışılmamalıdır. Sor, tarifini al, devam et, gec git, yuru...

Cunku: “Allah’ım iraden ustumdedir.” diyoruz.

Bunu karşıdaki bilmez, duğmeye basarsa helĂ‚k olur. Bilmeyerek Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın işine karışılmış olur.



Şeytanın Hileleri:

Ruyada Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz gorulurse o ruya doğrudur. Şeytanın aldatmasından korunmuştur. Cunku şeytan onun şekline giremez.

Bir Hadis-i şerif’te şoyle buyurulmaktadır:

“Ruyada beni goren hakikatta gormuştur. Cunku şeytan benim şeklime giremez.” (Camius-sağir)

Şeytan Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimizin sıfatına giremediği gibi vekili olan Murşid-i kĂ‚mil’in sıfatına da giremez. Cunku Resulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz ve onun vekili olan Murşid-i kĂ‚mil hidayete ermişlerdir. “HĂ‚di” ism-i şerif’inin mazharı olmuşlardır. Şeytan ise onun zıddı olan “Mudill” ism-i şerif’inin tecellisine uğradığı icin o nuru temsil edemez, o aynada gorunemez. Ateş suya giremiyor daha doğrusu.

Şu kadar var ki, onun kendi şekline, aynı suretine giremez, fakat oyum diye gorunur, ona benzemeye calışır. Bu ise aynı sahte paraya benzer. Aynı para gibidir, fakat bir yeri noksandır. O bir yeri noksan olmazsa cesazı cok ağırdır. Şeytan sûret-i haktan gorunerek insanları yoldan cevirmeye, bunun icin de her surete girmeye calışır. Fakat aynı surete girmesi mumkun değildir. Cunku o sıfat sadece ona verilmiş, şeytana verilmemiştir.

Bu noktada cok dikkatli ve uyanık olmak gerekmektedir. İnsanların aldandığı nokta işte budur.

Cinler ceşit ceşit suretlere giriyorlar, kendilerine birer isim takıyorlar ve kendilerini boyle tanıtıyorlar: “Ben Resulullah AleyhisselĂ‚m’ı gordum!” diyor. “Bana boyle soyledi!” diyor. Artık ona hicbir soz fayda vermez. Halk boylece cok rahat bir şekilde goz gore gore yolunu şaşırıyor.

Şeytan rahmĂ‚nî surete girer, o şekilde gorunur. Olmayan şeyi olmuş gibi gosterir. Kendi sozlerini ve işaretlerini rahmĂ‚nî imiş gibi gosterir. Ruya goreni şaşırtır, zehirini eker gider. O kimse o zehirden ya kurtulur hayat bulur, veyahut olume mahkum olur. Artık onun murşidi şeytan olur.

Ruya ile iş bitseydi, ruyada gorulenlere guvenilseydi, muridlerin murşidlere hic ihtiyacları olmazdı. Allah yolunu bulmak, mĂ‚rifetullaha ulaşmak icin Tarikat-ı aliye’ye bağlanmak lĂ‚zım gelmezdi. Herkes ruyada gorduğune gore hareketlerine yon verirdi. Her cĂ‚hil, her ahmak kendi goruşune gore hareket ederdi.

SĂ‚dık bir murid, başında murşidi varken binlerce ruyĂ‚ya on paralık değer vermez. Akıllı ve uyanık bir tĂ‚lip, boyle bir nimete kavuşmuş iken ruyĂ‚ları hayĂ‚l sayar, hicbirini hatırına bile getirmez.

Şeytan guclu ve kuvvetli bir duşmandır. İnsanları cehenneme cağıran simsar ve tellĂ‚ldır.

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerime’sinde:

“Şeytan şuphesiz ki sizin amansız bir duşmanınızdır, siz de onu duşman tutun. O kendi taraftarlarını, cılgın alevli cehennem halkından olmaya cağırır.” buyurmaktadır. (FĂ‚tır: 6)

Sona varanlar bile onun hile ve desiselerinden, aldatmasından korkusuz değildirler. Durum boyle olunca yolun başlangıcında olanlar ne olur? Halbuki Allah-u TeĂ‚lĂ‚ sondakileri korumaktadır. Şeytan bunları aldatamaz.

İmam-ı GazĂ‚lî -kuddise sırruh- Hazretleri buyurur ki:

“Kişinin kalbi nur haline geldiğinde, butun mĂ‚nĂ‚ları idrĂ‚k eder, kendisine geniş ufuklar acılır. (.....) Melekten gelen ilham ile şeytanın vesvesesini ayırdedecek hassayı elde eder.” (İhyĂ‚-u Ulûm’id-dîn)

Bu ise mĂ‚rifeullah ehlinin hass’ul-has’larına Ă‚ittir. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın kalbini nur ettiği kimseleri O idare ettiği icin, şeytanın o andaki sızıntısını bilir, Allah-u TeĂ‚lĂ‚’ya sığınarak o sızıntıdan kurtulur.

Başlangıctakiler ise boyle değildir. Bunun icindir ki onların ruyĂ‚larına guvenilmez. Duşmanın aldatmasından korunmuş değillerdir.



Daha evvelki sozlerimize dikkat edin. “Ruyalara ve ruyacılara itibar etmeyin, aksi halde şeytanın askeri olursunuz.” demiştik. Hatta size bir temsil vereyim. Bu mevzunun bir kısmını bir kardeşe izah ediyorduk. O meyanda sanki birisi ucarak geldi. O kadar heyecanlı idi ki: “Efendim dedi, bir ruya gordum, arabayı durdurttunuz ve bana validanımı getirin dediniz.!”

O anda kardeşe dedim ki: “İşte şeytanın ucurduğunu gorun, ruyĂ‚ya ve ruyacılara suret-i katiyede inanmayın.”

Cunku şeytanın hilesi coktur. Onun hilelerinden bazılarını size izah etmiştim. Hatta bir defasında Makam-ı İbrahim’de bulunuyordum, baktım sol tarafımda oturuyor. Şeytan olduğunu biliyorum, Allah’ım tanıtıyor. Kac defa gordumse yine tanıdım. Bu defa para istedi, vermedim. Bir daha istedi, bir daha istedi. Orada hem para verilmez, hem de ona itibar edilmez. Fakat gayesi beni meşgul etmek, huzurdan alıkoymak. Artık o huzursuzluktan kurtulmak icin ufak bir para verdim. Sonra kendi kendime hayret ettim. Tanıdığım halde niye ilgi gosterdim diye. Şeytanın hileleri o kadar coktur.

Bunlardan bir tanesi kitapta da var, tekrar arzedeyim.

Bir gece ibadet ediyordum. Kıyamda iken bir ses geldi. “Sen artık en yuksek makama cıktın!” O anda bu sesin şeytandan geldiği bilindi. Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın lutf-u ihsanı, ikramı yetişirse, herşey kolaylaşıyor. Bir an tereddut ettiğin zaman helĂ‚k olursun. Fakat Allah-u TeĂ‚lĂ‚ daha evvel lutfettiği icin, bu sesin şeytana ait olduğunda bir an bile tereddut edilmedi. Meğer insan ibadet esnasında cok yukseklerde imiş, bundan kimsenin haberi yok. Gayr-i ihtiyari iniş yapmak istedik. Fakat o kadar bilgi sahibi ki, belki inişe gecer diye hesaplamış, ayağımın altına yuvarlakca bir masa hazırlamış. İndiğim zaman ayaklarım o masaya değdi. Daha ucları değer değmez Allah-u TeĂ‚lĂ‚ onun şeytana ait olduğunu duyurdu. O anda Allah-u TeĂ‚lĂ‚’ya sığındım, istediğim yere iniş yaptırdı. Eğer Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın lutfu olmasaydı kurtuluş imkĂ‚nsızdı. Bunların hepsi bir an icinde oluyor. Bu kadar hilekĂ‚rdır.

Bunun icindir ki “Şu ruyĂ‚, bu ruyĂ‚!...” diyerek kimseye itibar edilmemelidir. Cunku şeytĂ‚nî ruyĂ‚ ile RahmĂ‚nî ruyĂ‚yı ayırmak gercekten zordur. Peygamber AleyhimusselĂ‚m Efendilerimiz dahi ruyĂ‚ gordukleri zaman RahmĂ‚nî mi şeytĂ‚nî mi diye tereddut ettiler. İşte İbrahim AleyhisselĂ‚m’ın ruyĂ‚sı meydanda.

Kişi ancak Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın kurtarmasıyla kurtulur. Ancak Allah icin hareket edenleri, Allah-u TeĂ‚lĂ‚ uyandırır, ikaz eder, yolunu gosterir. Onlara hakikatı bildirir ve duyurur. Onları nefsin ve şeytanın hilelerinden kurtarır. Nefsin ayrı hilesi vardır tukenmez, şeytanın ayrı tuzakları vardır bitmez.

Fakat Allah-u TeĂ‚lĂ‚ bir kula lutfu ile tecelli ederse, butun bu hileler ve tuzaklar hukumsuzdur. Yemin ederim ki kişi ancak Allah-u TeĂ‚lĂ‚’nın kurtarmasıyla kurtulur.

Allah-u TeĂ‚lĂ‚ Âyet-i kerime’sinde buyurdu ki:

“Allah’ın hidayet edip doğru yola sevk ettiği kimse doğru yolu bulmuştur. Kimi de sapıtırsa, işte onlar mahvolanlardır.” (A’raf: 178)

Benim bildiğimi siz bilseniz kurtulamayacağınızı anlarsınız. Bu hakikatların bircoklarını Allah-u TeĂ‚lĂ‚ bize gosterir. Onun icin cok iyi biliyorum ki, ancak ve ancak Allah-u TeĂ‚lĂ‚ murad ettiğini kurtarıyor. Diğerleri bir fırtınaya tutuluyor ve ebedi hayatı gidiyor. Artık onun şeyhi şeytan oluyor, onu artık o irşad ediyor, o kendisinin Hakk yolunda olduğunu zannediyor.

“Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola hidayet ettikten sonra, kalplerimizi saptırıp dondurme.” (Âl-i imran: 8)
__________________