Soru: Bir hadis-i şerifte, “Her kim inanarak ve karşılığını sırf Allah’tan bekleyerek Ramazan orucunu tutarsa, onun gecmiş gunahları bağışlanır.” buyurulurken “imanen ve’htisaben” kaydı konuluyor. Bu ifadeyi nasıl anlamalıyız?

Cevap: Rasûl-u Ekrem Efendimiz (aleyhi ekmeluttehÂyÂ) “Men sÂme RamadÂne îmÂnen ve’htisÂben gufira lehu ma tekaddeme min zenbihi” buyurmuş; Ramazan’la gelen berekete tam inanan, ihlas ve samimiyetle oruc tutup bu mubarek ayı ibadet u taatle değerlendiren ve sevabını da yalnızca Allah’tan bekleyen mu’minlerin gecmişte işledikleri gunahlarının affedileceğini mujdelemiştir.

“İmanen” kelimesi, inanılması gerekli olan her şeye ve orucla alÂkalı dinî hukumlere kalbden inanmayı; orucun farz olduğuna, karşılığında buyuk mukafat bulunduğuna ve her şeyden ote rıza-yı ilahiye bir vesile teşkil ettiğine hic tereddude duşmeksizin iman etmeyi vurgulamaktadır.

Evet, biz Allah’ın kullarıyız; Allah da bizim ma’budumuzdur. Ubudiyet duşuncesiyle O’na karşı yaptığımız ibadetler ve salih ameller O’nun hakkı, bizim de vazife ve sorumluluğumuzdur. Oruc da, O’nun emri ve bizim gorevimizdir. O, ibadetlerimizden her zaman haberdÂrdır ve yaptığımız her şeyi bilmektedir. CenÂb-ı Hakk’ın gorup bildiği o amellerimiz, mevsimi gelince nemalanmış olarak geriye donecektir. Ayrıca, ellerimizi O’na kaldırdığımızda, bir kudsî hadiste dendiği gibi; “O eller boş olarak aşağıya duşmeyecektir.”
CenÂb-ı Hakk’a karşı teveccuh ederken ve O’na yalvarıp yakarırken, her şeyden evvel O’nun kullarını gorduğune, duaları işittiğine ve istekleri yerine getirecek guce sahip bulunduğuna tam inanmak lazımdır. Yoksa inanmadan el acmak, “Verirse verir, vermezse vermez” gibi bir manaya gelir ki, bunun bir saygısızlık olduğu ve oyle birinin cağrısına icÂbet edilmeyeceği bellidir. O, lutfuyla, keremiyle, rahmetinin gazabının onunde olmasıyla ve merhametinin enginliğiyle oylelerine de verirse verir; biz “vermez” diye kestirip atamayız. Fakat, O’nun duaları kabul etmesinin vesilesi evvela O’na gonulden inanmaktır. İnanacaksın ki, samimiyetle ellerini kaldırdığın zaman Allah onları boş cevirmez, yuzunu kara cıkartmaz, seni mahcup etmez; aksine, o kapıya bir daha yonelmene vesile olacak şekilde lutuflarda bulunur. İşte, “imanen” kaydı boyle bir inanmayı ifade etmektedir.

“İhtisap” kelimesi de sevabın Allah’tan beklenmesi manasına gelmektedir; dunyevî beklentilere girmeme, sadece Allah’ın hoşnutluğunu gozetme ve mukÂfÂtı O’nun rahmetinden umma demektir. Hayır işlerinde ve ibadetlerde ihlas ve samimiyete aykırı hicbir husus olmamalı; riya ve sum’alara girilmemelidir. Hicbir amel insanların takdir ve teveccuhlerine bina edilmemeli; her şey Allah icin yapılmalı ve beklentiler de hep Allah’tan olmalıdır. O beklentilerde de yine himmet Âlî tutulmalı; yani, yapılan işler dunyevî faydalara bağlanmamalıdır. Gerci, Sahabe anlayışıyla, ayakkabımızın bağını bile kaybetsek biz onu da Allah’tan istemeliyiz.. arkasında olduğumuz her konuda gayret etmeli, iradenin hakkını vermeli ama neticede her şeyi MevlÂ-yı MuteÂl’den dilemeliyiz. Ancak, kulluğumuzu CenÂb-ı Hakk’a sunarken, O’nun Ma’bud, bizim de kul olduğumuzu hic hatırdan cıkarmamalı; ubudiyetimizi sadece O’nun hakkı olduğu icin yalnızca O’na tahsis etmeliyiz. Dolayısıyla, ibadetlerimizi ihtiyac ve isteklerimize bağlamamalı, onları vazifemiz olduğu mulahazasıyla eda etmeliyiz.

Haddizatında, CenÂb-ı Hak’tan bir şey isteme bizim zatî hakkımız değildir; O’nun lutfedip bize verdiği haklar turundendir. O oyle lutufkÂrdır ki, o hakları Kendisine karşı kullanmamıza musaade etmiş ve kullandırmıştır. Mesela, bir manada, “Siz Bana kullukta bulunun, ibadet u taatinizi yerine getirin –ki bu sizin vazifenizdir– Ben de, obur Âlemde nimetlerimle sizi sevindireyim” demiş ve bir mukavele yaparak bize bazı haklar vermiş; “Kulluğunuzu yaparsanız Benim uzerimde hakkınız olur” buyurmuştur. Demek ki, hakkı veren de, onu kullanma imkanı bahşeden de Allah’tır.

Yoksa, bizim mahiyetimizde ve rızık olarak bize verilen nimetlerde kac paralık kendi sermayemiz var ki, herhangi bir hakkımız olsun! Evet, biz mebdeden muntehaya kadar her şeyimizle O’na aidiz ve O’nun verdiği haklarımız olsa da her şeyden once birer kuluz. Oyleyse, bir kula yaraşır şekilde hareket etmeli ve sadece HÂlıkımızın, RÂzıkımızın ve Rabbimizin hoşnutluğunu dilemeli, ibadetlerimizi de bu niyetle yerine getirmeliyiz. İşte, “ihtisap” tabiri de bu hakikatlere bağlı kalarak, sadece Allah icin oruc tutmak gerektiğini ve mukÂfÂtı O’ndan beklemenin luzumunu belirtmektedir.

Soru: Bazı hadis-i şeriflerde, Ramazan ayı gelince “merede-i şeyÂtîn”in zincire vurulduğu ifade ediliyor? “Merede-i şeyÂtîn” ne demektir; onların zincire vurulmalarının tezahurleri nelerdir?

Cevap: Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) “Ramazan ayı girince Cennet kapıları acılır, Cehennemin kapıları kapanır ve merede-i şeyÂtîn zincire vurulur.” buyurmuştur. “Merede”, inatcılar, direnenler, saldırganlar demektir. Bu ifadeyle, şeytanların en azgınları, ipe-sapa gelmezleri, gozu donmuşleri kastedilmektedir. Evet, bu mubarek ayda, “merede-i şeyÂtîn” zincire vurulmaktadır.
Bununla beraber, Ramazan-ı şerifte de hatalar işlendiği, gunahlara girildiği ve buyuk yanlışlıklar yapıldığı bir gercektir. Fakat, bu Kur’an ayında mu’minlerin elde ettiği buyuk kÂr duşunulduğunde ve şeytanın buna razı olmayacağı, adeta hırsından deliye doneceği ve insanları gunahlara cekmek icin butun hilelerini kullanacağı goz onunde bulundurulduğunda merede-i şeyÂtînin elinin-kolunun bağlanmış olduğu anlaşılacaktır.
Şuphesiz, Ramazan’da yapılan ibadetler cok onemlidir. CenÂb-ı Allah oruc hakkında “Oruc Bana ait bir ibadettir; onu Nefsime izafe ediyorum. MukÂfatını da Ben vereceğim.” buyurmaktadır. Bu itibarla da onun genişliğini, derinliğini ve Hak indindeki değerini kavramak, ona bir kıymet takdir etmek mumkun değildir. Dolayısıyla, onun mukÂfÂtını vermeye CenÂb-ı Hak’tan başka kimsenin gucu yetmez. Allah TeÂlÂ, oruc sevabını bizzat takdir etmiş ve onu obur Âlemde bir surpriz olarak verme vaadinde bulunmuştur. Bu surpriz mukÂfÂtın en onemli vesilesine de “Cunku oruc tutan kulum, yemesini-icmesini Benim icin terk ediyor” sozuyle işaret buyurmuştur.

Bu kutlu zaman diliminde mu’minler oruc ibadetiyle beraber, teravih namazı da kılarlar. “O Ramazan ayı ki insanlara bir rehber olan, onları doğru yola goturen ve hakkı bÂtıldan ayıran en acık, en parlak delilleri ihtiva eden Kur’Ân o ayda indirildi.” (Bakara, 2/185) ilÂhi beyanı gereğince Ramazan’ı tam bir Kur’an ayı olarak değerlendirir ve bol bol Kur’an okurlar. Aynı zamanda, gonulleri acılır, semahatle ve engin bir comertlikle coşarlar; hayır ve hasenÂt hesabına butun fırsatları değerlendirirler. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, “Rasûlullah insanların en comerdi idi. Onun bu comertliği Ramazan ayı girip de Cebrail aleyhisselamla buluştuğu zaman daha da artardı. Hazreti Cebrail Ramazan ayı cıkıncaya kadar her gece Peygamber Efendimiz’e gelip Kur’an’ı arz ederdi. O gunlerde Allah Rasûlu (sallallahu aleyhi ve sellem) insanlara rahmet getiren ruzgardan daha comert olurdu.” Mu’minler de, Rehber-i Ekmel’e ittiba ederek, o gunlerde daha bir comertleşir; zekat, sadaka ve fıtır sadakası adı altında surekli ihsanda bulunurlar. Dahası, bazıları, Ramazan ayının son on gununde itikafa girer ve kendilerini butun butun ibadete verirler.

İşte, boyle bir hayır yarışı karşısında şeytanın cileden cıkması onun tabiatının gereğidir. Zira o, insanoğluna duşmanlığını ifade ederken, “ZÂtına kasem olsun, hepsini şirÂzeden cıkaracağım!” demiş ve surekli, ayakları kaydırma yolları arayıp durmuştur. Oyleyse, Ramazan’ın bereketi cıldırtır şeytanı ve şeytanlaşan bir kısım habis ruhları. Bu buyuk sevapları insanların ellerinden alabilmek icin, onlar arasında cok hır-gur cıkarma hırsıyla kıvrandırır insî-cinnî şeytanları.

Ne ki, gorulduğu gibi, insanlar bu huzur ikliminde buyuk olcude ramazanlaşıyor; daha dikkatli ve ahirete acık yaşıyorlar. Allah’ın izni ve inayetiyle, Ramazan’ı sukûnet icinde geciriyor ve gunahlardan biraz daha uzak kalıyorlar. Demek ki, merede-i şeyÂtîn diyebileceğimiz o azgınlar gercekten zincire vuruluyor. Bazı insî ve cinnî şeytanlar heva ve heves gibi yardımcıları vasıtasıyla tahribatlarına devam etmeye calışsalar da, CenÂb-ı Hak, azgın şeytanların onunu tıkıyor ve onlara faaliyet izni vermiyor.

Soru: Buyurduğunuz gibi, Ramazan ayının onemli bir şiarı da teravih namazıdır. Teravih namazında nelere dikkat etmeliyiz?

Cevap: Teravih, Arapca’daki “tervîha” kelimesinin cem’i (coğulu) olup “teneffus etmek, ruhu rahatlatmak, bedeni dinlendirmek” gibi manalara gelmektedir. Ramazan ayına mahsus olmak uzere yatsı namazından sonra kılınan sunnet namazın her dort rekÂtının sonundaki oturuş, “tervîha” olarak adlandırılmış; sonradan bu kelimenin coğulu olan “teravih” sozu, Ramazan gecelerinde kılınan bu nafile namazın ismi olmuştur. Teravih namazı, sunnet-i muekkededir; orucun değil Ramazan ayının ve vaktin sunnetidir. Onun icin, hasta ve yolcu gibi oruc tutmak zorunda olmayanlar icin de teravih namazını kılmak sunnettir.

Peygamber Efendimiz Ramazan’da birkac gece teravih namazı kıldırmış; daha sonra, teravihte cemaat farz kılınır da muslumanlar onu edaya guc yetiremezler endişesiyle yalnız kılmayı tercih etmiş; fakat, “Kim Ramazan namazını (teravih) inanarak ve sevabını Allah’tan umarak kılarsa onun gecmiş gunahları bağışlanır.” diyerek ashabını bu namaza teşvik etmiştir.

Rasûl-u Ekrem (aleyhissalatu vesselÂm) bir başka hadis-i şeriflerinde teravih namazı kılmanın onemini ve sunnet olduğunu şoyle ifade buyurmuştur; “Allah Ramazan ayında oruc tutmanızı farz kıldı. Ben de Ramazan gecelerinde kıyam etmenizi (teravih namazı kılmanızı) sunnetim olarak teşvik ettim. Kim inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek ihlas ile oruc tutar ve kıyam ederse (teravih namazı kılarsa) gunahlarından arınır, annesinden doğduğu gunku gibi tertemiz olur.”

Teravih namazının cemaatle kılınması kifaî sunnettir; yani, bir yerleşim yerinde en az bir mecliste cemaatle teravih namazının kılınması gerekir. İki rekÂtta bir selÂm vererek ikÂme etmek en faziletli olanıdır. Aralarda ceşitli salat u selÂmlar, EsmÂ-yı husn ile muzeyyen niyazlar, “hizbu’l-hasin” ve “hizbu’l-masun” gibi dualar okunabilir.
Gunumuzde bazıları Hazreti Aişe validemizden rivayet edilen bir hadisi esas alarak teravih namazının sekiz rekat olduğu uzerinde ısrarla durmaktadırlar. Ne var ki, İbn Abbas (radıyallahu anh) Peygamber Efendimiz’in Ramazan’da yirmi rekÂt ve vitir kıldırdığını rivayet etmiştir. Dahası, bu hususta sahabe efendilerimizin fiilî icması vardır. Nitekim, teravih namazı Hanefî, Şafiî, Hanbelî mezheplerine gore yirmi rekÂttır. Malikî mezhebinde ise yirmi ve otuz altı rekÂt olduğu şeklinde iki goruş vardır; yirmi rekÂt olduğu fikri daha yaygındır. Binaenaleyh, cok yaşlı ve hasta kimseler, sadece sekiz rekata guc yetirebiliyorlarsa, hic olmazsa o kadarını eda etmeli; ama gucu ve kuvveti yerinde olan mu’minler teravih namazını mutlaka yirmi rekat olarak ikame etmelidirler.

Ulema, teravih namazını Kur’an-ı Kerîm’i en az bir kere hatmederek kılmanın sunnet, birden fazla hatimle ikame etmenin ise bir fazilet olduğunu belirtmişlerdir. Selef-i salihin, Ramazan boyunca teravihte Kur’an’ın hepsini okumuş veya okuyan birinin arkasında namaz kılmışlardır. Ne var ki, daha sonraki donemlerde cemaatin durumu nazar-ı itibara alınarak, teravih namazını insanları camiden uzaklaştırmayacak bir şekilde kıldırmanın daha uygun olduğu goruşu ağırlık kazanmıştır.
Teravih namazı kılınırken, ister kısa sureler okunsun isterse de hatim takip edilsin, ayetlerin tertil uzere okunması ve namazın da ta’dîl-i erkana riayet edilerek kılınması/kıldırılması gerekir. Yoksa yarış yapar gibi cok suratli bir şekilde ayetleri okumak, ruku ve secdeleri verip veriştirmek kat’iyen doğru değildir. Maalesef, son senelerde halk arasında “jet imam” tabir edilen kimseler turemiştir; teravih namazının ciddiyetine ve sıhhatine dokunacak manzaralar sergilenmektedir. Mu’minler, bu hususta temkinli davranmalı; teravih namazında ayetlerin tertil uzere okunmasına ve ta’dîl-i erkanın gozetilmesine dikkat etmelidirler.

Soru: Kur’an ayında, Kur’an sayesinde yeniden hayat bulabilmemiz icin neler tavsiye edersiniz?

Cevap: Butun bir sene Kur’an’dan uzak kalmış olanlar bile Ramazan’ın nûrefşÃ‚n ikliminde ciddi bir susamışlık icinde Kelam-ı İlahi’den kevser yudumlamaya koşarlar. Cunku, bu gufran ayında, yaygın olarak her yerde yapılan bir Âdet de mukÂbeledir.
Kur’an’ın Allah tarafından indirildiği şekilde korunması, Âyet ve sûrelerin tertibinin doğru olarak tesbit edilmesi ve bunun kontrolu icin Hazreti Cibril (aleyhisselam) her sene Ramazan ayında, bir rivayete gore Ramazan ayının her gecesinde, Rasûl-u Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimiz’e gelirdi. Allah Rasûlu (aleyhi ekmeluttehaya) Kur’an Âyetlerini Cibril Aleyhisselam’a okurdu ve sonra da onun okuyuşunu dinlerdi.

İşte, Kainatın İftihar Tablosu ile Cibril-i Emin’in Kur’an-ı Kerim’i bu şekilde karşılıklı olarak okumalarına “mukabele” denilmiştir. Hem o mukaddes hatıraya saygının bir tezahuru olarak hem de Kur’an’ın Ramazan’da nazil olması ve ozellikle bu ayda Kur’an okumanın kat kat mukÂfatlandırılacağının mujdelenmesi sebebiyle, mu’minler Ramazan boyunca camilerde ve evlerde “mukabele” okumayı ve hatimler yapmayı guzel bir adet haline getirmişlerdir.
Selef-i salihin efendilerimiz Kur’an’ı her ay bir defa hatmetmeyi ona karşı vefanın alt sınırı kabul etmiş; ayda bir kez onu okumayanın ona karşı vefalı davranmamış ve onu terketmiş sayılacağını belirtmişlerdir. Bu acıdan, Ramazan’ın mubarek gunlerini değerlendirerek ayda en azından bir defa Kur’an’ı hatmetmeye kendimizi alıştırmalıyız ki, bu bizim icin bir başlangıc sayılsın ve hic değilse bundan sonra Kelam-ı ilahîye karşı vefalı olabilelim.

Aslında, bilmeyenler her zaman onu oğrenme ve anlama peşinde olmalı, bilenler de butun idrak ve ihsas guclerini onu doğru oğretip doğru ifade etmede kullanmalı ve onun okunup anlaşılmasını daha bir yaygınlaştırmalıdırlar. Zira o, anlaşılmak ve anlatılmak icin Allah rahmetinin insan akl u idrakine en buyuk armağanıdır. Onu okumayı oğrenip, manasını anlamak hem bir vazife hem de bir kadirşinaslık; anlatmaksa onun nuruna muhtac gonullere saygı ve vefanın ifadesidir.
Bu itibarla, Kur’an okumayı bilmiyorsak, Ramazan-ı Şerif’i vesile yaparak, hemen oğrenme yolları aramalı; KelÂm-ı ilahîyi okuyabiliyor ama anlayamıyorsak, bazı ayetlerin şerhlerini de ihtiva eden bir meale başvurmalı ya da daha da guzeli, ciddi bir tefsir kitabı mutalaa etmeli ve bu bir ayı gercekten bir Kur’an ayı olarak değerlendirmeliyiz. Selef-i salihin efendilerimize ittibÂen, can u gonulden Kur’an’a yonelmeli, KelÂm-ı ilahîye karşı kalb kapılarını sonuna kadar acmalı ve “CenÂb-ı Hakk’ın marziyÂtını kelÂmından anlama” hususunda Ramazan’ın kudsiyetine yaraşır bir cehd ortaya koymalıyız.

Soru: Birer disiplin insanı haline gelebilmemiz icin Ramazan ayının ne gibi katkıları olabilir? Ramazan-ı Şerif bizde ne turlu alışkanlıklar hasıl etmelidir?

Cevap: Disiplin, frenkce bir kelimedir; intizamın te’mini icin uyulması gereken emir ve yasaklar, dengeli bir insan olabilmek icin lazım gelen zihnî, ahlÂkî, ruhî terbiye ve “duzen ruhu” manalarına gelmektedir. Disiplin insanı ise, belli kaide ve prensipler cercevesinde yaşayan, tertip ve duzen hususunda hassas davranan insan demektir.
Aslında, bir mu’minin hayatı her zaman cok ahenkli olmalıdır. O, ne zaman ne yapması gerektiğini, nelerle meşgul olması ve hangi işlerle uğraşması lazım geldiğini onceden bilmeli ve ona gore davranmalıdır. Onun, hangi işi once yapacağını belirleme ve bir programa gore calışma niyeti haricinde “Acaba şimdi ne yapsam?” şeklinde bir duşuncesi olmamalıdır. O, hem CenÂb-ı Hakk’a karşı kulluk vazifelerini hem diğer insanlarla alÂkalı sorumluluklarını hem de kendi şahsî işlerini ve bunlardan hangisini ne zaman yapacağını mutlaka onceden tayin etmeli; her haliyle bir duzen ve intizam orneği sergilemelidir. Haddizatında, ibadetler iş tanzimi ve vakit taksimi icin cok onemli birer koşe taşıdır ve inanan insan coğu zaman işlerini o ibadet takvimine gore ayarlar: “Oğle namazından sonra; akşam namazından once..” diyerek gununu belli dilimlere ayırır ve hicbir anını boş gecirmemeye calışır.

Zamanın kıymetini bilen ve omru, değerlendirilmesi gereken cok onemli bir nimet olarak goren kimseler, yeme icmeden yatıp-kalkmaya kadar her şeyi zabt u rabt altına alırlar; hicbir meselelerini dağınıklık icinde ve suruncemede bırakmazlar. Onlar bilirler ki, hem insanların hem de kurumların en verimli oldukları anlar, en duzenli oldukları zamanlardır.
İşte, Ramazan ayı, yemek-icmek-uyumak gibi nefsin arzu ettiği şeylere karşı tavır belirleyerek, bunları ihtiyac olcusunde ve hamd u şukur duyguları icerisinde gidermek suretiyle hayatı disipline etmeyi oğretir. Nefsanî isteklere karşı, kalb ve ruh atmosferine sığınarak, vicdanı harekete gecirip iradeyi guclendirerek surekli istikamet uzere olabilmeyi ders verir.

Ramazan-ı şerif, insanın en zayıf damarlarından biri olan yeme-icme isteğini sınırlamayı ve kontrol altında tutmayı sağlar. Adeta bir beslenme disiplini talim eder. Evet, hayatı devam ettirebilmek icin mutlaka yemeye, icmeye ihtiyac vardır. Ne var ki, sağlık prensipleri hesaba katılmadan yenilip icilen her şey beden icin zararlı olduğu gibi; midenin, kalbi ezecek kadar guclenip insanı kalb ve ruhun derece-i hayatından hayvaniyet ve cismaniyet cukurlarına duşurmesi de bir felakettir. Evet, vakitli vakitsiz surekli bazı şeyler yiyip icmek ve mideyi hep dolu bulundurmak, hem bedene zarardır hem de CenÂb-ı Hakk’ın hoşlanmadığı bir davranıştır.

Bu mubarek ay boyunca tutulan oruc, yemek vakitlerini belirleme, israftan ve mideyi tıka-basa doldurmaktan kacınma, hem beden hem de ruh sağlığına zarar veren şeylerden uzak durma ve aynı zamanda mutlaka helÂl dairesinde kalarak harama asla el uzatmama hususlarında temrinat yaptırır; Ramazanlaşan insanlara bu konularda disiplin ruhu kazandırır.

Ramazan, ondan nasiplenmesini bilen her insanı, seviyesine gore bir sadÂkat eri haline getirir. Oruc tutan ve ondaki sırrı kavramaya calışan bir mu’min, hem Hakk’a teveccuhunde hem de halkla munasebetlerinde hep vefa ve sadÂkat peşinde olur. O, sadece belli vakitlerde ibadet eden bir insan olmakla yetinmeyip, ubudiyet ufkuna yurur ve butun gununu kulluk şuuruyla değerlendirir, her an ibadet ediyor olma duygusuyla yaşar. Dunyevî eğilimlerden ve cismanî temayullerden birazcık sıyrılınca, kendini CenÂb-ı Hakk’a adama ve bir hakikat eri olma hedefi belirir onunde. Bu hedefe ulaşmak maksadıyla, Bediuzzaman hazretlerinin ifadesiyle, hep Allah icin duşunme, Allah icin konuşma, Allah icin muhabbet duyma, “lillah, livechillah, lieclillÂh” dairesi icinde kalma ve her zaman Hakk’a muteveccih bulunma denemeleri yapar; bu denemeler neticesinde başarıyı yakalamaya her gun biraz daha yaklaşır. Derken, tam bir vefa ve sadÂkat insanı olur.
Zaten oruc, vefa duygusunun en guzel bir alÂmetidir. Zira o, Allah ile kul arasında yapılmış bir anlaşmadır: Kul, belirli sureler dahilinde, belirli şeylerden vazgecer ve bu suretle ahdinde vefalı olduğunu gosterir; CenÂb-ı Hak da onun mukafatını bizzat Kendisinin vereceğini va’deder. Allah’a karşı vefalı davranan bir insan, zamanla ailevî ve ictimaî hayatında da tam bir “vefa abidesi” durumuna yukselir. Bu duyguyla, sıla-yı rahimi gozetir, herkese yardım eli uzatır; zekatını odemekten asla kacmaz, hatta sadaka vermeye ve infak etmeye hic doymaz.

Hak’la munasebetin onemli bir şiarı da Kur’an okumak, dua dua CenÂb-ı Allah’a yalvarmak ve surekli O’na teveccuhte bulunmaktır. Ne var ki, Kur’an-ı Kerim’in işlemeli sandıklar ve ipekten kılıflar arasındaki hapsine son verip, onu dil ve gonullere şeker-şerbet yapmak da pek cokları icin bir manada ancak Ramazan-ı Şerifte mumkun olmaktadır. Bu kutlu ay, damaklara bir Kur’an tadı calmakta ve insanlara bir evrad u ezkar disiplini de aşılamaktadır.

İşte, bir ay boyunca, yeme-icmeden yatıp kalkmaya, ibadet u taatten evrad u ezkÂra kadar hayatın hemen her alanıyla alÂkalı bazı kaide ve kurallar cercevesinde davranan, bir olcude disiplin ruhuna kavuşan ve duzenli yaşamaya alışan insanlar, Ramazan’dan sonra da aynı nizam ve intizamı korumalı, devam ettirmelidirler. Mesela, bir ayın her gecesinde uykuyu bolup sahurun bereketinden istifade etmeye koşan, bu arada seccadeyle de bir vuslat yaşayan mu’minler, bu otuz geceyi bir temrinat suresi olarak değerlendirmeli ve artık senenin her gecesini bir vuslat koyu bilmeli, gecelerini hic olmazsa bir kac rekat teheccud namazıyla aydınlatmalıdırlar.
Evet, bir disiplin insanı, nasıl yaşayacağını ve nerede nasıl davranacağını onceden belirler; belli prensipler cercevesinde kendine bir rota cizer ve attığı her adımı bilerek atar. Bizim, tavır ve davranışlarımızın renk, desen ve cizgilerini de dinimiz cok onceden belirlemiştir. Mesela, Allah’a ve Rasûlu’ne iman bizim icin en onemli esastır. Bu esas, sonraki adımlarımızın yonunu de tayin eden bir yol işaretidir. Biz, inandığımız Rabbimizi, rehber bildiğimiz Rasûl-u Ekrem Efendimiz’i herkese anlatmakla mukellefiz. Dinimizi neşretmek bizim gorevimizdir. Dolayısıyla, gonullere girmeye calışırız; cok guzel olan İslam’ın guzelliklerini sergilemek icin onu guzelce temsil etmeye gayret gosteririz. Bu niyete matuf olarak, dinî kaynaklarımızın şekillendirdiği tavır ve davranışlarımızla insanların arasında bulunur; onlara kendi değerlerimizi tanıtırız. Gonul verdiğimiz hakikatleri herkese anlatmak icin, şer’an katî haram olan meselelere girmeme kaydıyla, o mevzuda kullanılmasına cevaz verilen butun vesileleri kullanır ve ne yapıp edip insanlarla iman hakikatleri arasındaki engelleri ortadan kaldırmak icin cabalarız. Aynı zamanda, disiplin insanı olmakla kuralcı olmak arasındaki farka da dikkat eder; icinde yaşadığımız zamanın şartlarını goz onunde bulundurma, kendi kultur ortamımızın gerceklerini gozetme ve devrin insanlarına onların anlayacağı bir dil ve uslupla hitap etme gibi hususlara da azami ozen gosteririz.
Şayet, kendimizi CenÂb-ı Hakk’ın rızasına adamış ve o rızayı da ZÂt-ı Ulûhiyeti duyurmaya bağlamışsak, artık nerede olursak olalım, hangi şartlar altında bulunursak bulunalım, bizim icin durmak, acizliğe duşmek ve mesuliyetten kacmak soz konusu değildir. Zira, “Bahar gelsin, hava ısınsın, cicekler acsın, bulbuller otmeye başlasın... işte o zaman ben de şakırım!” şeklindeki bir duşunce bir disiplin insanının mulahazası olamaz. O kışta da şakımalıdır yazda da; baharda da gule turkuler soylemelidir guzde de. O, her mevsime ve her doneme gore bir dil ve uslup tutturmalı, dilbeste olduğu hakikatleri terennum etmekten asla geri durmamalıdır.

Tabii ki, boyle bir gonul yuceliği ve bu denli bir disiplin ruhu –hususî bir inayet olmazsa– bir anda kazanılmaz. O ufka ulaşmak, uzun bir zaman ve ciddi temrinat ister. Şu kadar var ki, Ramazan bir başlangıctır ve o guzel hasletlere ulaşmak icin cok bereketli bir ekim mevsimidir.

Aslında, inananlar icin, insan omru bir Ramazan, buluğ cağı imsak vakti ve olum de iftar anıdır. Bir aylık Ramazan, bir omur suren kulluk orucunun alıştırması gibidir. Otuz gunde kazandığı guzel hasletleri hayat boyu devam ettirmesini bilenlerdir ki, onlar, burada biraz ac ve susuz kalmaya bedel, otede “Kullarım, cok defa sizi renginiz kacmış, benziniz sararmış-solmuş, gozleriniz icine cokmuş ve avurtlarınız cukurlaşmış olarak goruyordum. Buna Benim icin katlanıyordunuz. O gecmiş gunlerde takdim ettiklerinize bedel haydi bugun afiyetle yiyin, icin.” hitabını duyacak ve işte o gun asıl iftarı yapacaklardır.

(Not: Ramazan-ı şerifin teşrifi munasebetiyle, gecen sene yayınladığımız bu sohbeti, -bazı ilave ve tashihlerle- bir kere daha mutalaalarınıza arz etme gereğini duyduk. Dualarınızı istirham ederiz... B.B.)

Kaynak
__________________