AKIL BİR MAHLUKTUR, HALIKINI İHATA EDEMEZ

Nerede sorusu bir mekanı yani yeri akla getiriyor. Oysa mekan, maddi varlıklar icin soz konusudur. Allah nerede, şeklindeki bir soru Allah da diğer varlıklar gibidir, onların bir mekanı vardır, şu halde Allah’ın da bir mekanı olmalıdır mantığının urunudur. Eğer Rabbimizi bir maddi varlık gibi duşunursek daha baştan yanlış yapar ve cıkmaza gireriz.
İnsanın hayaline gelen ne olursa olsun, o Allah değildir.! Cunku insanın hayali sınırlıdır. Sınırlı olan sonsuz olanı icine alamaz. İnsan ancak yaratılmış olanları hayal veya tasavvur edebilir. Allah ise, yarattıklarına benzemez. Butun varlıklar Allah tarafından var edilmiştir. Oysa Allah ezelidir, yani varlığının başlangıcı ve sonu yoktur. Bir kudsi hadiste “Allah vardı ve beraberinde hicbir şey yoktu” deniliyor. Ne madde, ne cisim, ne hareket, ne zaman, ne mekan... Maddi ve cismani olmayan icin yer tasavvuru batıldır, anlamsızdır.
Kainatın bir sınırı var değil mi? “Elbette” Peki kainatın bittiği sınırın otesinde ne var? “Bizce hic bir şey”. Allah kainatın icinde mi? “Hayır. Ustayı eserin icinde aramamalı. Yaradan, yaratılanın icinde olamaz.” “Ama Allah ne kainatın icindedir, ne de sınırın otesinde bir yerde.” Hem Allah var diyorum, hem de ne kainatın icinde, ne de dışında olmadığını soyluyorum. Tezat gibi gorunuyor değil mi? Halbuki Allah ne maddedir, ne de cisimdir ve ne de yer tutar. Bizi yanıltan nokta şudur: Aklımız her varlığın mutlaka bir mekanda olması gerektiğini duşunuyor. Cunku, daima bir mekanda olan, yer tutan varlıklarla karşılaşmış. Mekanı olmayan bir varlığı tasavvur edemiyor.
Allah mekandan munezzeh olmakla beraber isimlerinin ve sıfatlarının tecellileri, yani gorunumleriyle her yerdedir. Akıl O'nun zatını kavrayamaz, ancak varlığını anlayabilir. İsimlerini, sıfatlarını ve şuunatını(haller-keyfiyeti) kuşatamaz, fakat onların var olduğunu bilebilir. "Nerden bilecek?" Eserlerinden... Her varlık sanatlı bir eserdir. her eser gibi sanatkarını gosterir. Kainat da bir buyuk eserdir ve o da ustasının şahididir. Cevremizde gorduğumuz her varlık olculu, duzenli ve suslu haliyle bize Rabbimizi anlatan birer mektuptur. Yeter ki okumayı bilelim...
Şu halde biz bu eserlere bakarak O’nun isimlerini ve sıfatlarını istediğimiz kadar duşunebiliriz, ama zatını duşunmemiz mumkun değildir.

Bu konu da Bediuzzaman Said Nursi Hz ne diyor bir Bakalım:
Ey nefs-i nÂdan! Diyorsun ki: "Ehadiyet-i ZÂt-ı İlahiye ile kulliyet-i ef'ali ve vahdet-i şahsiyesiyle muinsiz umumiyet-i rububiyeti ve ferdaniyeti ile şeriksiz şumul-u tasarrufatı ve mekÂndan munezzehi yetiyle her yerde hazır bulunması ve nihayetsiz ulviyetiyle her şeye yakın olması ve birliği ile her işi bizzÂt elinde tutması; hakaik-i Kur'an'iyedendir. Kur'an ise hakîmdir. Hakîm ise, akıl kabul etmeyen şeyleri akla tahmil etmez. Akıl ise, zahirî bir munafatı goruyor. Aklı teslime sevk edecek bir izah isterim."
Elcevab: Madem oyledir, itminan icin istersen, biz de Kur'an'ın feyzine istinaden diyoruz: İsm-i Nur, cok muşkilatımızı halletmiş; inşÃ‚allah bunu da halleder. Akla vÂzıh, kalbe nuranî olacak temsil yolunu ihtiyar ile İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi deriz:
(Ben ne geceyim, ne de geceye kulluk ederim. Ben bir hakikat guneşinin hadimiyim ki, size ondan haber getiriyorum)
Temsil, i'caz-ı Kur'an'ın en parlak bir Âyinesi olduğundan, biz dahi bir temsil ile şu sırra bakacağız. Şoyle ki:
Bir tek zÂt, muhtelif meraya vasıtasıyla kulliyet kesbeder. Cuz'î-yi hakikî iken, umumî şuunata mÂlik bir kullî hukmune gecer. MeselÂ: Şems bir cuz'î-yi muşahhas iken, eşya-yı şeffafe vasıtasıyla oyle bir kullî hukmune gecer ki, rûy-i zemini timsalleriyle, akisleriyle dolduruyor. Hatt katarat ve parlak zerrat adedince cilveleri bulunuyor. Guneşin harareti ve ziyası ve ziyanın icinde olan yedi renkli elvan-ı seb'ası, herbirisi mukabilindeki eşyaya muhit, Âmm ve şamil oldukları halde; her bir şeffaf şey dahi guneşin timsaliyle beraber harareti, hem ziyayı, hem elvan-ı seb'ayı goz bebeğinde saklıyor. Ve safi kalbini ona bir taht yapıyor. Demek Şems, vÂhidiyet haysiyetiyle ona mukabil umum eşyaya muhit olduğu gibi, ehadiyet cihetiyle her bir şeyde Guneş cok vasıflarıyla beraber bir nevi cilve-i zÂtıyla bulunur. Madem temsilden temessul bahsine gectik. Temessulun cok enva'ından şu mes'eleye medar olacak uc nev'ine işaret ederiz.
Birincisi: Kesif, maddî şeylerin akisleridir. O akisler hem gayrdır, ayn değil. Hem mevattır, oludur. Huviyet-i suriyesinden başka hicbir hasiyete mÂlik değil. Mesel sen Âyineler mahzenine girsen, bir Said binler Said olur. Fakat zîhayat yalnız sensin, otekiler oludurler. Hayat hassaları onlarda yoktur.
İkincisi: Maddî nuraninin akisleridir. Şu akis ayn değil, fakat gayr da değil. Mahiyeti tutmuyor, fakat o nuraninin ekser hasiyetlerine mÂliktir. Onun gibi hayy sayılıyor. MeselÂ: Şems dunyaya girdi. Her bir Âyinede aksini gosterdi. O akislerin her birinde, Guneş'in hassaları hukmunde olan ziya ve ziyadaki elvan-ı seb'a bulunuyor. Eğer faraza Guneş zîşuur olsa idi, harareti ayn-ı kudreti, ziyası ayn-ı ilmi, elvan-ı seb'ası sıfat-ı seb'ası olsa idi; o vakit o tek ve yekta bir guneş, bir anda her bir Âyinede bulunur, herbirisini kendine bir arş ve bir ceşit telefon yapabilirdi. Birbirine mani olmazdı. Herbirimizle Âyinemiz vasıtasıyla goruşebilirdi. Biz ondan uzak iken, o bize bizden daha yakın olurdu.
Ucuncusu: Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. Fakat Âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahur ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ul emriyesini tamamen tutmuyor. MeselÂ: Hazret-i Cebrail AleyhisselÂm, Dıhye suretinde huzur-u Nebevîde bulunduğu bir anda, huzur-u İlahîde haşmetli kanatlarıyla Arş-ı A'zam'ın onunde secdeye gider. Hem o anda hesabsız yerlerde bulunur, evamir-i İlahiyeyi tebliğ ederdi. Bir iş bir işe mani olmazdı. İşte şu sırdandır ki; mahiyeti nur ve huviyeti nuraniye olan Hazret-i Peygamber AleyhissalÂtu VesselÂm, dunyada butun ummetinin salavatlarını birden işitir ve kıyamette butun asfiya ile bir anda goruşur. Birbirisine mani olmaz. Hatt evliyadan, ziyade nuraniyet kesbeden ve ebdal denilen bir kısmı, bir anda bircok yerlerde muşahede ediliyormuş. Aynı zÂt, ayrı ayrı cok işleri goruyormuş. Evet nasıl cismaniyata cam ve su gibi şeyler Âyine olur. Oyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve Âlem-i misalin bazı mevcudatı Âyine hukmunde ve berk ve hayal sur'atinde bir vasıta-i seyr u seyahat suretine gecerler ve o ruhanîler hayal sur'atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler. Bir anda binler yerlere girerler. Madem Guneş gibi Âciz ve musahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu'lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pek cok yerlerde bulunabilirler. Mukayyed bir cuz'î iken, mutlak bir kullî hukmunu alırlar. Bir anda cuz'î bir ihtiyar ile pek cok işleri yapabilirler.
Acaba, maddeden mucerred ve muall ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten munezzeh ve muberra ve şu umum envÂr ve butun nuraniyat onun envÂr-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vucud ve butun hayat ve Âlem-i ervah ve Âlem-i misal nim-şeffaf bir Âyine-i cemali ve sıfÂtı muhita ve şuunatı kulliye olan bir ZÂt-ı Akdes'in irade-i kulliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfÂtı ve cilve-i ef'ali icindeki teveccuh-u ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet kulliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?
Evet nasıl Guneş kayıdsız nuru, maddesiz aksi vasıtasıyla sana, senin goz bebeğinden daha yakın olduğu halde; sen mukayyed olduğun icin ondan gayet uzaksın. Ona yanaşmak icin, cok kayıdlardan tecerrud etmek, cok meratib-i kulliyeden gecmek lÂzım gelir. Âdeta manen yer kadar buyuyup, Kamer kadar yukselip, sonra doğrudan doğruya Guneşin mertebe-i asliyesine bir derece yanaşabilir ve perdesiz goruşebilirsin. Oyle de: Celil-i Zulcemal, Cemil-i Zulkemal sana gayet yakındır, sen ondan gayet uzaksın. Kalbin kuvveti, aklın ulviyeti varsa; temsildeki noktaları, hakikata tatbike calış.

(Sozler 16. soz 1.şua)


[IMG]http://img248.**************/img248/2776/islamtr5rr.jpg[/IMG]
__________________