KANUN KOYUCU (EŞ-ŞÂRİ’) ANCAK ALLAH’TIR:



ŞÃ‚ri’ şeriat koyucu demektir. Bu kelime şer’ ve şerîat kelimelerinden gelmektedir, ism-i fÂildir. Lugatta şerîat, insanı bir ırmağa, bir su kaynağına goturen yol, izhar etmek, acıklamak ve kanun koymak anlamlarına gelmektedir. İslÂm terimi olarak şeriat, Allah’ın kulları icin koymuş olduğu dinî ve dunyevî hukumlerin hepsinin adıdır. Şerîat kelimesi din ile aynı anlamda olup, hem ahkÂm-ı asliyye denilen itikÂdiyyÂtı, hem de amelî, fer’î hukumleri, yani ibadet, muamelÂt ve ahlÂkî esasları kapsar.

Şerîat, Peygamber tarafından tebliğ edilmiş olan İlÂhî kanun demektir. Bu kanunun belirleyicisi ve gercek sahibi olan Allah’a, ŞÃ‚ri’-i Mubîn, ŞÃ‚ri’-i Mutlak ve ŞÃ‚ri’-i Hakikî denir. Şerîat’i Allah’tan aldığı gibi aynen, insanlara tebliğ eden Peygambere de ŞÃ‚ri’ denir. Ama Peygamber icin, ŞÃ‚ri’ kelimesi mecÂzen kullanılır. Peygamberimizin ŞÃ‚ri’ olması mutlak anlamda değildir. Peygamber, Allah’ın vahyettiği emir ve yasakları, Allah’ın kullarına bildirir. Bildirdikleri şeyler, vahiy ile olduğu icin, onun, Allah’ın iradesi istikametinde şerîat belirlemesi, aynen Kur’an hukumleri gibi, bağlayıcıdır. Kur’an’da acıkca gecmeyen pek cok hukumleri biz, Peygamberden oğreniriz. Kur’an Ayetlerinin ne anlamlar ifade ettiğini de yine onun Hadislerinden ve uygulamalı Sunnetinden oğrenmekteyiz. Bu nedenle Peygamberimize, ŞÃ‚ri’-i MecÂzî denir.

BÂtıl dinlerde olduğu gibi, Peygamberlere, ruhanilere, mukaddes addedilen bir takım kimselere, meleklere, cinlere yada başka şeylere, Allah yanında egemenlik ve hukum vaz’ etme hakkı verilmez. İslam’a gore hukum belirlemek mutlak olarak Allah’ındır [1]. Bu nedenle de ibadet ancak Allah’a yapılır. İbadet anlamına gelen hicbir davranış ne maksatla olursa olsun, Allah’tan başkasına sunulamaz. Ancak Allah’a yapılması gereken ibadetlerin birini yada bir kacını Allah dışında bir takım varlıklara sunmak, onları Allah’ın yanında ilÂhlar edinmektir ki, bu şirktir. O kimsenin, bu şirkine rağmen, ibadetlerin coğunu Allah’a sunuyor olması durumu değiştirmez. Ummet-i Muhammed’i diğer dinlerden, inanclardan ve felsefelerden ayıran en bariz nokta burasıdır. Burası, bÂtıl ile hakkın yol ayrımıdır. Şirk yoluna girenler muşrik; şirki, muşrikliği, kufru, tÂğutu, sahte ilÂhları, sahte dinleri ve beşerî fikir akımlarını reddedip sadece Allah’a bağlananlar da muvahhiddir. Tum dunya ve hatta kendisine “Musluman” ismi yada sıfatı verenler bilmelidirler ki, İslam’da ne Peygamberi ilÂhlaştırmak ve ona kulluk etmek vardır, ne de başka insanları. Cunku bu din Allah’ın dinidir ve Allah’tan gelmiştir. Her şey ve herkes mahluktur ve Allah’a muhtactır. Kula duşen de en guzel şekilde ona kulluk yapmak ve kul olmaktan daha buyuk bir şeref kabul etmemektir. Hristiyanlar’ın yada Yahudilerin Peygamberlerine ve ruhanilere taptıkları gibi, İslam Peygamberine tapmak ile Muslumanlık bir kalpte aynı anda yer edemez. Kendisine tapınılanın mubarek olması, şirki mubahlaştırmaz! Aksine sucu daha cok artırır. Bu sozlerimiz, Peygambere itaat konusunda kimseyi gevşekliğe suruklemesin. Zira uyardığımız konu, ona itaat etme konusunda değil, ona tapma konusundaki sapkınlıktır. Uyarımız, kendilerine şeyh yada veli denilen bir takım kimselere Allah yanında ilÂhlıktan pay bicen ve bazı hususlarda onlara da ibadet eden zihniyetler konusundadır. Acıklamalarımız, “Hz. Muhammed’in sıfatları da aynen Allah gibidir. Allah’tan tek farkı, eti, kemiği olmasıdır. Hz. Muhammed eşittir Allah’tır” diyenlerin akidelerinin İslam olmadığına işaret etmek ve bu tur bozuk inanclardan uzak durulması konusunda uyarıdır. “İnsan, hic Peygambere tapar mı?” diyerek geciştirmeyin! Evliya, eren, kutsal, mubarek yada ruhani denen bir cok canlılara tapan insan, bunlardan daha şerefli ve daha ustun olan Peygamberlere neden tapmasın? Tarih boyunca da insanlar ya Peygamberleri aşırı alcaltmışlar yada aşırı yuceltmişlerdir. Kendilerine kitap verilmiş olan Hristiyan ve Yahudilerin haline bakın! Kimi “Allah, Meryem oğlu Mesih’tir” [2] diyor, kimi “Mesih (İsa) Allah’ın oğludur” [3] diyor, bir diğeri de “Uzeyr Allah’ın oğludur” [4] diyor! Hz. İsa daha beşikte bir bebek iken, “ben Allah’ın kuluyum” [5] cumlesini soyleyerek, İlÂhî bir mucizeyle Hristiyanlara ilk uyarısını ve tebliğini yapıyordu.

Peygamberimiz, Âmir (emreden) ve NÂhî (nehyeden) sıfatlarına sahiptir. O Allah’ın kulu ve Rasûludur. Şu kadar var ki, Allah Rasûlunun emrettikleri ve yasakladıkları, Allah’ın emir ve yasaklarıdır. Bu konuda Yuce Rabbimiz şoyle buyurur: “Peygambere itaat eden gercekte Allah’a itaat etmiş olur. Kim de yuz cevirirse; zaten Biz seni onların uzerine bir koruyucu (gozetleyici) gondermedik.”[6]

Bir de şu Ayetleri okuyalım:
“Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah’a ve ahiret gunune iman etmeyen, Allah’ın ve Rasûlunun haram kıldığını haram saymayan ve hak dini din olarak kabul etmeyenlerle kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşınız.”[7]

“İşte o Peygamber onlara iyiliği emreder, onları kotulukten men eder, onlara temiz şeyleri helal, pis şeyleri haram kılar.” [8]

Yukarıdaki Ayetlerden de anlaşılacağı gibi, Rasûl-u Ekrem’in haram kıldığı dinde haram, helal kıldığı da helaldir. Ancak bu, dinde mustakil iki şÃ‚ri’ (kanun koyucu) olduğu anlamına gelmeyip, “O, arzusuna gore konuşmaz, bildirdikleri vahyedilenden başkası değildir” [9] Ayeti yanında, bizzat Hz. Peygamberin, “Ben ancak Allah’ın Kitabında helal kıldığı şeyi helal kılarım ve yine ancak Allah’ın Kitabında haram kıldığı şeyleri haram kılarım” [10] şeklinde ifade ettiği gibi, Kur’an’a ve dolayısıyla tek ve gercek şÃ‚ri’ olan Allah’ın iradesine tÂbi ve O’nun kontrolunde bir teşri’ faaliyetidir. Yukarıda da yeterince acıkladığımız gibi, Allah’ın Rasûlunun vahiyden gercek anlamda bağımsız ve mustakil olarak hukum koyma yetkisi bulunmamaktadır. O, Allah’ın buyruklarının insanlara ulaştırılmasında bir elcidir ve kendisi de bu buyruklara teslim olma noktasında bir kuldur. Peygamber bile din adına, Allah’tan bağımsız olarak hukum belirleyemiyorsa ve dine ilave ve cıkarma hakkına sahip değilse, diğer insanların her ne amacla olursa olsun, Allah’ın iradesine muhalif fikirler ortaya atmaları yada bunların dinden olduğunu iddia etmeleri asla doğru olamaz.

Şer’î kaynaklardan hukum cıkaran muctehidlerin ictihadları, İslam’da teşri’de bulunma ameliyesi değildir. Kanun koyma hakkı, Allah’tan başka kimsenin yetkisi dahilinde değildir. İctihad; muctehid kişinin herhangi bir şer’î hukum hakkında kendisi icin bir kanaat ve kuvvetli bir zann hasıl olana kadar butun gucunu kullanması ve elinden geleni yapmasıdır. Diğer bir ifadeyle, Nassların maksûdunu elde edene kadar elinden geleni son takatine kadar gercekleştirmesidir. Muctehid, bir konu hakkında ictihad ederken, o konuda elinden daha fazlası gelmediğine, daha fazlasını yapamayacağına dair kendisinde bir acz hisseder ve fetva verdiği meselenin zann-ı gÂlip ile doğru olduğunu duşunur. Muctehid’in ictihadıyla ortaya cıkan zannî şer’î hukme; yani hakkında kat’î delil bulunmayan o meseleye “muctehed’un fîh” denir.

Muctehidlerin şer’î kaynaklardan, hukmu acık olmayan meseleler hakkında hukum cıkarmaları faaliyeti, keyfî bir goruş belirtme şeklinde olmadığı gibi, Allah’ın sınırlarına bir tecavuz de değildir. İslam’da ictihad, fer’î meselelerde ve yalnızca muctehidler tarafından yapılır. Herkesin rastgele Kur’an ve Sunnet hakkında yorum yapması ve fetvalar vermeye cur’et etmesi İslam’la bağdaşmaz. Fetvaya salahiyeti olan alimlerin yaptıkları da zaten Hudûdullah’ı ve İslam’ın esaslarını muhafaza etmektir. Allah’ın belirlediği temel ve kesin hususlarda değiştirme ve tartışma asla soz konusu değildir. Durum boyleyken beşerî duzenlerde cahil ve ehliyetsiz insanların genelde coğunluk esasına gore keyfî olarak kanun belirlemeleri nasıl makul karşılanabilir? Ustelik de Allah’ın kanunlarını hice sayma pahasına..! Maalesef bu yontemin İslam’a uygun olduğunu soyleyerek, yazılar yazan, konferanslar ve demecler veren sozde ilim taifesinin mevcudiyeti herkesce bilinmektedir. Bir cok yazar, duşunur, profesor ve din (!) adamları halkın kendisini, kendi iradesine gore yonetmesinin yani kula kulluk yapmanın İslam’ın ruhuna uygun olduğunu soylemektedir. Herhalde bu iddialardan, onların kuruntularına yada ruhlarına uygunluğu anlamamız gerekmektedir. Ama bunu keşke aldattıkları insanlar da anlayabilse..!

Muhammed Kutub’a kulak verelim: “İslam Âleminde samimi, ama demokrasi hakkında aldatılmış bir takım yazar, duşunur ve davetciler vardır. Bunlar derler ki: ‘Biz demokraside bulunan iyilikleri alır, onda bulunan kotulukleri bırakırız.’ Yine derler ki: ‘Biz ateizmi, ahlakî cozulmeyi ve cinsel kargaşayı mubah saymayız.’ O zamn bu kesinlikle demokrasi olmaz.. İslam olur! Zira demokrasi, halkın aracılığıyla halkın hakimiyetidir. Demokrasi halka kanun cıkarma yetkisi verir. Bu durum ortadan kaldırılacak yada herhangi bir şekilde sınırlandırılacak olsa, bugun varolan ismiyle demokrasi olmayacaktır.” [11]

Kur’an bize, hukum ve hakimiyetin kime ait olduğunu bildiriyor:
“Hukum ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların coğu bunu bilmezler.” [12]

Bu Ayete gore, İslam dininin temel ilkesi, hakimiyetin Allah’a ait olmasıdır. Bu temel ilkeye teslimiyetten sonra Allah’ın belirlediği diğer hukumlere uygun bir hayat yaşamak; Allah’ın bizden istediği ibadetlerdir. İnsanların coğunun Allah’ın hakimiyeti esasına dayanan hak dini bilmedikleri, ‘her konuda Allah ve Rasûlu en iyi bilir’ diyerek boyun eğmedikleri, kendilerine de hakimiyetten bir pay istedikleri de bir gercektir. Allah bize başka bir Ayette de itaatin gercek merciini ve ihtilafların cozum şeklini oğretmektedir:

“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine (Musluman idarecilere) de itaat edin. Eğer Allah ve ahiret gunune inanıyorsanız, bir şey hakkında anlaşmazlığa duşerseniz, onu Allah ve Rasûlune goturunuz. Bu, hem daha hayırlı ve hem de sonuc itibariyle daha guzeldir.” [13]

İslam’da idarecilere itaatin olcusu ve fikir ozgurluğune dair birkac ornek sunmak istiyoruz. İslam’ın ilk halifesi Hz. Ebû Bekir, hilafeti ele aldığında ilk sozu şoyle olmuştu: “Ben sizin aranızda Allah’a itaat ettiğim surece siz de bana itaat ediniz. Şayet Allah’a ve Rasûlune karşı gelecek olursam, benim sizin uzerinizde itaat isteme hakkım kalmaz.” Diğer RÂşid halifeler de benzer cumleler soylemişlerdi. Hz. Omer bir gun: “Ben iyilik yaparsam bana yardımcı olunuz. Kotuluk yaparsam beni doğrultunuz” demişti de SelmÂn-i FÂrisi şoyle karşılık vermişti: “Allah’a yemin ederiz, eğer sende bir eğrilik gorecek olursak onu kılıclarımızla duzeltiriz.” Hz. SelmÂn’a, Hz. Omer karşısında konuşma hakkını imanı veriyordu. Cesaret ve adalet numunesi olan Hz. Omer bu sozden memnun kalarak şoyle dedi: “İdaresi altında Omer’i kılıclarıyla duzeltecek kimseler yaratan Allah’a hamdolsun.” İslam’da mutlak itaat ancak Allah’adır. İslam toplumlarında Musluman idarecilere Allah’a itaat ettikleri surece itaat edilir. Allah’ın buyruklarına karşı gelen, nefsine uyan hic kimseye itaat edilmez. Gunumuzde hangi demokrat idareci, yukarıdaki Hz. Omer’in soylediklerini tebaasına soylemeye cesaret edebilir? Hangi beşerî ideoloji, Hz. Omer’in o sozlerini temel yasa kabul edebilir?

Bir gun yine Hz. Omer hutbe verirken, evliliklerin kolaylaştırılması maksadıyla: “Mehirleri yuksek tutmayınız” der. Muslumanlar arasından bir kadın ayağa kalkarak şoyle karşılık verir: “Allah geniş tutarken sen mi daraltacaksın? Allah, ‘Onlardan birisine yuklerle mehir bile vermiş olsanız, ondan hicbir şey geri almayınız’ [14] diye buyuruyor.”Bu sefer Hz. Omer: “Omer hata etti ve kadın isabet etti” demiştir.

Allah’ın, insanların ictihad etmesi icin bazı hususları terk ettiği ve bu hususlarla ilgili olarak ortaya cıkan durumlara uygun duşen duzenlemelerde bulunabilecekleri doğrudur. Fakat bu her şeyden once Şeriat’in genel esaslarına bağlı olmak durumda olup, demokrasilerde gorulduğu gibi, beşerî hevÂlara terk edilmiş değildir. İşte İslam’da siyasi hurriyet boyledir. Bunun kaynağı, hicbir ortak soz konusu olmaksızın yalnızca Allah’a ibadet etmektir. İşte yeryuzu yoneticilerinin kutsallık niteliğinin olmaması, buradan kaynaklandığı gibi, ustu acık veya kapalı bir şekilde yoneticilere teşrî’ hakkının verilmemesi de buradan kaynaklanmaktadır. O bakımdan Allah’a hakkıyla ibadet eden mu’min, yoneticilere karşı başını dik tutan, ustunluk ve izzet duygusunun farkına varır. Oyleyse İslam ile demokrasiyi birlikte değerlendirmeye imkÂn yoktur. Bu ikisini birbirine karıştırmamak gerekir. İslam’ın demokratik bir duzen olduğunu veya onun demokratik duzeni kabul edebileceğini, yahut da onunla yan yana gelebileceğini ileri surmeye imkÂn yoktur. Sadece arızî bazı benzerliklerin varlığı yanıltmamalıdır. Hak ve teminatlar, şûra prensibi, fikir hurriyeti, ozgurluk gibi kavramlar muhtevaları ve amacları bakımından bu iki sistemde farklıdır. İslam’da, Allah’a ortak koşmaksızın ibadet ilkesi vardır. Allah’ın Şeriat’inin hakimiyeti, Tevhid’in varlığının işaretidir ve Tevhid’i pratikte gercekleştirmek anlamına gelir. Demokraside ise, Allah’tan başkasına ibadet edilir ve insanların ortaya koydukları şeraitler, Allah’tan başkasına ibadet edildiğinin işareti olup, pratikte de bu gerceğin teyididir. Yuce Allah şoyle buyuruyor:

وَإِن تُطِعْ أَكْثَرَ مَن فِي الأَرْضِ يُضِلُّوكَ عَن سَبِيلِ اللّهِ إِن يَتَّبِعُونَ إِلاَّ الظَّنَّ وَإِنْ هُمْ إِلاَّ يَخْرُصُونَ

“Eğer yeryuzunde bulunanların coğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir” [15]

İmam Şenkîtî rahmetullahi aleyh, bu Ayeti şoyle tefsir ediyor: “Allah TeÂlÂ, bu Ayet-i kerime’de dunya ehlinin coğuna itaatin sapıklık olduğunu zikretti. Başka yerlerde de dunya ehlinin coğunluğunun mu’minler olmadığını ifade etti. Bu durumun gecmiş ummetlerde de bir vakıa olduğunu ortaya koyan pek cok Ayet vardır. Allah TeÂlÂ’nın şu sozleri gibi: ‘Fakat insanların coğu iman etmezler.’ [16] “Sen ne kadar arzu etsen de insanların coğu iman edici değillerdir.” [17] ‘Andolsun ki, onlardan oncekilerin coğu da sapıtmış idi.’ [18] ‘Şuphesiz ki bunda elbet bir Ayet vardır. Halbuki onların coğu mu’min değillerdir.’ [19] Bu konuda başka Ayetler de vardır.” [20]

Bu Ayette bize, yeryuzundeki insanların coğuna uymanın sapıklık olduğu bildiriliyor. Zira insanlar, ilimsizce kendilerine tÂbi olanları saptırıyorlar. En’Âm: 116’nın son bolumunde bu saptırıcılığın nedeni haber veriliyor: “Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir.” İlÂhî vahye sırtını donen tum insanlığın yapacağı budur. Hicbir ilmî değeri olmayan tahmin ve kuruntularını hakikatin yerine koyarlar. Ve boylece insanlar, yalnızca yalan yanlış şeyler soylerler. Kendilerine itaat edenlerin de cehennem sebebi olurlar. İslam’ın butunuyle hakim olduğu toplumlar haric, Hz. Adem aleyhisselam’dan beri yeryuzundeki insanların coğunluğu sapıklık yolunu secmiştir. Bu acıdan bakarsak, Musluman olmak gercekten buyuk bir ayrıcalıktır. Hayat bir imtihan alanı olduğu icin, Yuce Rabbimiz hidayeti hak etmeyene imanı lutfetmiyor. Oyleyse, bu insanlar niye iman etmiyorlar, diye kendimizi helak edercesine perişan hale getirmemeliyiz. İnsanlara Allah’tan daha cok merhametli olamayız. Allah, sonsuz merhametine rağmen, bir takım kimselerin iman etmelerini istemiyorsa, bu durum, onların mu’min olmak istemediklerinden dolayıdır. Allah da adaleti gereği, onlar icin en munasip olanı yaratıyor. İnsan ozellikle ailesinin ve yakın akrabalarının iman etmelerini ziyadesiyle ister. Ama, Takdir-i İlÂhi’ye de teslim olmak zorundadır. Peygamberimiz de başta yakınları olmak uzere kufur icinde yuzenlerin iman etmelerini cok istemişti. Yuce Rabbimiz, Rasûlune, istediği kimselerin hidayetinde soz sahibi olmadığını bildirerek, hidayet etmenin ancak kendisine ait olduğunu haber verdi:

إِنَّكَ لاَ تَهْدِي مَنْ أَحْبَبْتَ وَلَكِنَّ اللَّهَ يَهْدِي مَنْ يَشَاءُ وَهُوَ أَعْلَمُ بِالْمُهْتَدِينَ

“Muhakkak sen sevdiğin kişiyi hidayete erdiremezsin. Fakat Allah dilediğine hidayet verir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilendir.” [21]

Başka bir Ayette de gorevimizin tebliğden ibaret olduğu acık ve kesin bir uslupla bildirilmektedir:

وَمَا عَلَيْنَا إِلاَّ الْبَلاَغُ الْمُبِينُ

“Bize duşen apacık tebliğden başkası değildir.” [22]

Bu konuda son olarak şunu soylemek gerekir ki; dunya insanları ne kadar bilgili ve kulturlu olurlarsa olsunlar, bilim ve teknikte ne kadar ilerlerlerse ilerlesinler, kendileri icin neyin hayırlı olacağını, Allah’a sormadıkca bilmelerine imkÂn yoktur. Kendi zanlarına uyarken, bir tarafı tamir ederlerken, diğer tarafı tahrip ederler. Bir de birbirlerine sorup duyduklarına uyarken, birbirlerini rab ittihaz etmiş olurlar. Allah TeÂl vahiy gondererek insana iltifat etmişken, insanın Allah’ın Kelam’ını dinlemeyerek O’ndan i’rÂz etmesi cok buyuk bir nankorluktur. Burada şoyle bir soru sorabiliriz. İnsanların idaresi gibi cok onemli bir konuda, soz sahibi kılınıp kendilerine velayet yetkisi tanınacak zumrenin tespitinin halkın genelinin arzularına terk edilmesi doğru mudur? Allah bildirmemiş olsaydı, belki de cevabı tartışmaya acık olacak boyle bir mesele, yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’an tarafından acıklığa kavuşturulmuştur:

“Eğer yeryuzunde bulunanların coğuna itaat edersen, seni Allah’ın yolundan saptırırlar. Onlar ancak zanna uyarlar. Onlar ancak yalan ve iftira edenlerdir.” [23]

Peki, Allah’ın Ayetlerine sırtını donen, zanna uyan, yalan soyleyen ve demagoji ile kendilerini aklamaya calışan bu kaypak karakterli kişilerin sıfatları nelerdir? Bu konuda da sozu Allah’a bırakalım:

“Gercekten insan Rabbine karşı cok nankordur.” [24]
“..Gercekten, insan cok zÂlim ve cok nankordur.” [25]
”..Doğrusu o, cok zÂlim, cok cÂhildir.” [26]
“..İnsan, tartışmaya her şeyden daha cok duşkundur.” [27]
“..İnsan pek acelecidir.” [28]
“Gercekten insan helû’(cok hırslı, sabrı kıt) [29] olarak yaratılmıştır.” [30]
“..Fakat insanların coğu şukretmezler.” [31]
“..Gercekten insanların coğu fÂsıktırlar.” [32]
“Onlardan pek cok kimsenin gunah işlemekte, duşmanlık yapmakta ve haram yemekte birbirleriyle yarıştıklarını gorursun..” [33]
“..Onların pek coğunun aklı ermez.” [34]
“..Fakat onların coğu cahillik ediyorlar.” [35]
“..Fakat insanların coğu bilmezler.”[36]
“..Onların coğu zandan başkasına uymazlar. Gercekte zan ise, haktan hicbir şeyin yerini tutmaz.” [37]
“İnsanların bir coğu Ayetlerimizden cidden gÂfildirler.” [38]
“..Fakat insanların coğu iman etmezler.” [39]
“Onların coğu, şirk koşmaksızın Allah’a iman etmezler.” [40]
“..Onların coğu kÂfir kimselerdir.” [41]
“..İnsanların coğu ancak kufurde ısrar ettiler.” [42]
“..Hayır, onların coğu hakkı bilmezler, bundan dolayı yuz ceviriyorlar.” [43]

İslam toplumlarında Musluman idarecilere bile kesinlikle kanun belirleme hakkı tanımayan Allah, yukarıdaki sıfatları taşıyan insanlığa yasama yetkisi verenlerden asla razı değildir. Ayrıca bu apacık delillerden sonra one surulecek hicbir mazeret huzur-u mahşerde kabul edilmeyecektir. Nitekim Kur’an, insanların bu bÂtıl yonelişlerini onlemek, onları sadece Allah’ın egemenliğini tanımaya davet etmek, sonucta da muşriklerin mazeretlerini iptal etmek icin gelmiştir. Demek ki yeryuzundeki insanların coğu sapmıştır ve saptırıcıdır. Kur’an-ı Kerim’de yeryuzu insanlığının coğu; Rabbine karşı nankor, zÂlim, tartışmacı, aceleci, hırslı, sabırsız, şukursuz, fÂsık, gunahkÂr, akılsız, cÂhil, bilgisiz, zanna uyan, gÂfil, imansız, muşrik, kÂfir, kufurde ısrarcı, hakkı bilmeyen ve ondan yuz cevirenler olarak tavsif edilmiştir. O halde, İslam tarafından boyle tanıtılan insanların kanun koyucu secmesi ve secildikten sonra teşrî’ (yasama) hakkını elde ettiğini savunması aklen ve ilmen cÂiz değildir. Teşrî’ yetkisini kazanmak icin caba sarf edenler ilÂhlık iddiasına kalkışan, onları secen ve sozde onlara yetki verenler de onları Allah’a ortak kılan kimselerdir. Aslı itibariyle bu ikilem cok karmaşık bir celişkidir. Cunku yetki elde edenler vekil, yetki verenler asıl olmasına rağmen; vekiller asıllara ilÂhlık yapmaktadırlar. BÂtılın te’vili olmaz! Bu konuyu Yuce Rabbimizin, konuyu acıklığa kavuşturan şu Ayetiyle bitirelim:

أَمْ لَهُمْ شُرَكَاءُ شَرَعُوا لَهُمْ مِنَ الدِّينِ مَا لَمْ يَأْذَنْ بِهِ اللَّهُ وَلَوْلاَ كَلِمَةُ الْفَصْلِ لَقُضِيَ بَيْنَهُمْ وَإِنَّ الظَّالِمِينَ لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ

“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri kendilerine dinden şeriat yapan (ŞÃ‚rî’/kanun koyan) ortakları mı vardır? Eğer o fasıl kelimesi [44] olmasaydı, elbette aralarında hukum verilirdi. Şuphesiz ki o zalimler icin can yakıcı bir azap vardır.” [45]



Yusuf Semmak


Dipnotlar:

[1] En’Âm: 57, Yûsuf: 40
[2] MÂide: 17
[3] Tevbe: 30
[4] Tevbe: 30
[5] Meryem: 30
[6] NisÂ: 80
[7] Tevbe: 29
[8] A’rÂf: 157
[9] Necm: 3, 4
[10] Muttaki el-Hindi, 1, 195-196
[11] Muhammed Kutub’un “MezÂhibu Fikriyyetun Muasıratun” isimli kitabının e-kitap formatından tercume edilmiştir. Muhammed Kutub’un acıklamalarının devamını, hatta kitabın tamamının tercume yada aslından okunmasını tavsiye ederiz.
[12] Yûsuf: 40
[13] NisÂ: 59
[14] NisÂ: 20
[15] En’Âm: 116
[16] Ra’d: 1
[17] Yûsuf: 103
[18] SÂffÂt: 71
[19] ŞuarÂ: 8
[20] EdvÂu’l BeyÂn, İmam Şenkîtî, Beyrût, C: 1, Sh: 366
[21] Kasas: 56
[22] YÂsîn: 17
[23] En’Âm: 116
[24] ÂdiyÂt: 6
[25] İbrahim: 34
[26] AhzÂb: 72
[27] Kehf: 54
[28] İsrÂ: 11
[29] EnvÂru’t Tenzîl ve EsrÂru’t Te’vîl, İmam BeydÂvî, Beyrût, C: 1, Sh: 567
[30] MeÂric: 19
[31] Bakara: 243, Yûsuf: 38, Mu’min: 61
[32] MÂide: 49
[33] MÂide: 62
[34] MÂide: 103
[35] En’Âm: 111
[36] A’rÂf: 187, Yûsuf: 21, 40, 68, Nahl: 38, Rûm: 6, 30, Sebe: 28, 36, Mu’min: 57, CÂsiye: 26
[37] Yûnus: 36
[38] Yûnus: 92
[39] Ra’d: 1, Mu’min: 59,
[40] Yûsuf: 106
[41] Nahl: 83
[42] İsrÂ: 89
[43] EnbiyÂ: 24
[44] KÂfirlerin azabının tehir edileceğine dair İlÂhî hukum. “..Eğer Rabbinden belirli bir sureye kadar bir soz gecmiş olmasaydı, elbette aralarında hukum olunurdu..” (ŞûrÂ: 14)
“..Eğer Rabbinden bir soz gecmiş olmasa idi, bunların da aralarında elbette hukum olunurdu..” (Fussilet: 45)
[45] ŞûrÂ: 21
__________________