
Modern zamanların belki en buyuk ve en kuşatıcı musibeti, ‘arzuların ihtiyaca donuşmesi’ gerceğidir. Arzuların ‘olmazsa mutlu olmam’ derecesinde insanların gonullerine ve zihinlerine yer ettiği bir zeminde, gercekte zaruri olmayan şeyler dahi insan icin ‘zaruri ihtiyac’ haline gelir; bu ise insanı bitmek bilmez bir ‘uyandırılmış arzular’ girdabında, bir dipsiz kuyuda boğar, oldurur.
Hz. Peygamber’in (a.s.m.) hadislerinden oğrendiğimiz bir derstir oysa. Canının her cektiğinin peşine duşmek, insana israf olarak yeter.
Canının her cektiğinin peşine duşen, yani arzusunu ‘ihtiyac’ gibi algılayan insan ise, gozunu ulaşmak istediği hedefe diker, zaten elinde olan nimetlere karşı korleşir. O hedefe ulaştığında, canı yeni bir şey daha ceker ve yeni bir hedef belirir gozunde. Bu defa onun peşinde derken, sonuc, hadiste bildirildiği uzere, ‘yiyen ama doyamayan adam’a donuşmektir!
Yine Hz. Peygamber (a.s.m.) şukrun geniş kapısına girmenin de yolunu bize gostermiştir: Varlıkta bizden daha geride olana, musibette bizden daha onde olana bakmak. İnsanın eldeki nimetlerin farkına varması icin nebevi formul, işte budur.
Gelin gorun ki, modern zamanlar, bunun tam aksini oğretiyor insanlara. Reklamlar, habire, ihtiyac olmayan nice nice şeyi ihtiyac gibi gostermenin derdinde. Boylece, reklamların ağında ‘fizyolojik’ acıdan bakarsak o olmadan pekala yaşayabileceğimiz halde, ‘psikolojik’ olarak o olmadan yapamam, yaşayamam noktasına surukluyor bizi. Televizyon dizileri, filmler derken, ‘gorduğune imrenme’de bir adım daha ilerliyoruz ustelik. Hele bizde olmayan o şeyi yanıbaşımızdaki komşunun, işyerindeki arkadaşımızın elinde gorduğumuzde, butun dunyamızı o şey meşgul eder hale geliyor artık.
Gorenek belası
Bediuzzaman’ın ‘gorenek belası’ dediği şey gercekleşiyor işte. Reklamlarda gorduğumuz, filmlerde-dizilerde gorduğumuz, arkadaşımızın-komşumuzun elinde gorduğumuz derken, canımızın cektiği şey bizim icin psikolojik anlamda bir ‘zorunluluğa’ donuşuyor ve bu sarmal başka başka urunler icin habire tekrarlanırken, insan aslolanı, elinde olanı unutuyor. Dunyasını henuz elde edemediği şey doldurmuşken, elinde olan o kadar şeye karşı şukursuz ve kor bir ‘elde var sıfır’ psikolojisi kuşatıyor insanı.
Halbuki, elde olan o kadar cok şey var ki… İnsanın, farkına varması gereken o kadar cok şey var ki…
Mesela, tek taş yuzuğun hayali ve hasretiyle dolu bir insan, hakikat-ı halde en ala elmastan daha değerli halde her gun o kadar su damlasına muhatap olunuyor ki… Elmas ve altın yuklu devesiyle colde susuz kalmış olmek uzere olan bir adamı duşunelim. Bu adam, yol uzerinde rastgeldiği, yanında suyu olan adama o su karşılığı butun yukunu de vermeye razı olur. Cunku ya elmaslardan vazgececektir, ya hayatından. İşte oyle bir sınanmada cıkar insanın karşısına, elmasın mı, suyun mu daha aziz ve daha değerli olduğu. Gelin gorun ki, bu karşılaştırmaları yapmadan, elde olanların kıymetini asla bilmeden ve şukrunu asla eda edemeden, akılsız ve iz’ansız bir hırsla yaşıyor insanoğlu.
Farkındalık eğitimi
Bizi şukurden alıkoyup israfa, kanaatten alıkoyup israfa surukleyen bu hale karşı, elimizde olan nimetlerin farkına varabilmeyi mumkun kılacak; israflı ve hırslı bir hayata bedel, iktisatlı ve şukurlu bir hayata yoneltecek bir adres sunuyor bize Bediuzzaman Said Nursi. Bir ‘farkındalık eğitimi’ne bizi davet ediyor: Ozgurluğun kıymetini anlamak icin, git, hapishanelere bak. Sağlığın kıymetini bilmek icin, git, hastanelere gor. Hayatın kıymetini anlayıp aldığın her nefes icin şukur borclu olduğunu anlaman icin ise, git, kabristanları, mezarlıkları ziyaret et!
Bir yapabilsek bunu; gitsek bu diyarlara, gitmesek bile hayalen gidebilsek, goreceğiz alemler Rabbinin bizi hangi nimetlerle donatmış ve yaşatıyor olduğunu.
Bir başparmağı, insanı hayvanların yapamadığı nice nice şeyi yapar hale getirirken; bir el icin, bir goz icin, dil icin, damak icin, ayak icin, her biri ayrı vazifeler yuklu nice nice azalarımız ve ayrı ayrı hucrelerimiz icin; ve her birinin ihtiyacına cevap vermek uzere yaratılıp elimize verilen sayısız gıdalar icin ne cok şukre borcluyuz oysa.
Hastanede ancak solunum cihazına bağlı halde zorlukla nefes alabilen bir insan, farkına bile varmadan, rahatca alıp verdiğimiz her nefes icin ne kadar da şukretmemiz gerektiğini gosteriyor oysa…
Bir yapabilsek Hz. Peygamber’in oğrettiğini; nimet noktasında bizden geride olana, musibette ise bizden ileride olana bakabilsek…
Bir yapabilsek bu nebevi dersten ilhamla Bediuzzaman’ın teklif ettiğini; hapistekilere bakıp hurriyetin, hastanelere bakıp sıhhatin, kabristanlara bakıp hayatın bir nimet olarak farkına varabilsek…
O zaman goreceğiz ki, ‘ne var ki elimde?’ gibisinden bir soruyu asla soramaz insan. Bilakis, ‘elde var sonsuz’ idrakiyle ve buna mukabil sonsuz şukurler ederek yaşamaktır her insana yakışan…
Metin Karabaşoğlu
Kaynak
__________________