Oğutuluyor muyuz?




Solmuş ve dalından kopmuş bir yaprak... Araba altında kalmış bir kedi... Sokumune başlanılmış bir eski bina... Kutuphanede tozlanmaya terkedilmiş bir şaheser... Miras masasına oturtulmuş bir omur... Ve daha niceleri...

İşin garibi, bu dunyaya yeni ayak basanlar, mÂzinin bu değişken manzarasını gormez, goremez, yahut gormezlikten gelirler. Ve yeni bir devranı surmeye başlarlar... Bu kervan da boylece gider durur.

Cicekler, oncekilerin solduğunu bilmez, yine acar. Bebekler, evvelkilerin olduğunden habersiz, yine doğar. Gencler, birgun ayrılacaklarını duşunmez, yine evlenir. Muellifler, gunun birinde unutulacaklarını dikkate almaz, yine yazar. Kazananlar, sonunda bırakıp gideceklerinden gafil, yine calışır...

Bir kudret, kÂinatı boyle cevirir; bir hikmet, canlıları boyle sevkeder ve bir sır insanları boyle calıştırır...

Arz kuresi.. Misafir oğuten sofra.. Hem misafirler, hem de rızıkları o sofradan cıkıyor.. Sonunda her ikisi de ona donuyorlar. Toprak ana, meyveleriyle beslediği insanoğlunu sonunda bağrına basıyor. Ve onu element hÂline getirinceye kadar oğutuyor.

İnsan, daha dun sofrasının başındayken, bugun bir sofra olarak toprağa gomuluyor ve yeraltı dunyasının istifadesine sunuluyor..

Dun, koyunlar onun icin otluyordu, ağaclar meyvelerini ona uzatıyorlardı. Guneş onun icin doğuyor, dunya onun icin donuyordu. Toprak onun icin mahsûl veriyor, sular onun icin akıyordu... Ama şimdi o aziz misafir, hayattayken tırnağının ucuyla ezebildiği kucuk hayvanların esiri olmuş. Onların onunde bir sofra gibi serilmiş. Bugun onunla beslenen bocekler de, bir sure sonra, olumu tadıyorlar ve sonunda insan, t ilk noktasına, toprağa varıyor. Toprakta başlayan hayat, yine onda son buluyor...

Garip bir sır, acip bir muamma... İnsan bu bilmeceyi cozemedikce, neden zevk alabilir? Onu ne tatmin edebilir?... Madem ki oğutuleceğiz, ilk hÂlimize doneceğiz; o halde bu Âleme nicin geldik? İnsan bu sorunun cevabını bulamadan doyasıya yiyememeli, gonlunce giyememeli, keyfince gulup eğlenememeli...

Butun bu duşunceler, mÂzide, bir ahbabımın vefatı ile ic Âlemime hucum eden ve beni kararsız kılan suallerden bir kısmı...

Ben bu duşuncelerle, caresizlik icinde kıvranırken, aradığımı bir şaheserin şu cumlesinde buldum. Dunya hayatı icin:
“Başka bir Âlemin mahsûlÂtının tezgÂhı hukmunde carkları donuyor” deniliyordu.

Dunya bir tezgÂha benzetilmişti. Bu tezgÂhta dokunan mahsûller bir başka Âlem hesabınaydı. Ama gorunuşte, mahsuller yine tezgÂhın icinde yok oluyor, oğutulup gidiyorlardı. Oyleyse bu mahsûl manevî olmalıydı... Maddî olsa, o da oğutulur giderdi.

İnsan ruhunu duşundum. Onu zaman yıpratabiliyor muydu? Dunya onu eskitebilmiş miydi?.. Hayır! Tam aksine o, zaman gectikce olgunlaşıyor, bilmediklerini oğreniyor, daha da terakki ediyordu... Yıpranan beden idi. Toprağın oğuttuğu de beden idi. Ruh bu tezgÂhta dokunmamıştı ki onda oğutulebilsin. O, Allah’ın şuurlu bir kanunuydu... Sahifeler kanunu eskitebilir miydi? Onlar ancak yazıyı misafir edebilir, dolayısıyla onlardan ancak yazılar silinebilirdi. Yazıda ifadesini bulan ve kendisini okutturan kanun ise, yazının silinmesiyle yururlukten kalkmazdı. Onu ancak koyan kaldırabilirdi...

Oğretmenleri duşundum.. Onlar imtihan evrakını belli bir donem beklettikten sonra imha etmiyorlar mıydı?.. Cunku gecen gecmiş, kalan kalmıştı.

Mezun olanlar ayrı bir Âlemde, yÂni okul otesi bir başka hayat devresinde gorev almış, hayatlarını saadetle surdurmeye devam etmekteydiler. Mezun olamayanlar ise, ya işsizlikle sokaklarda, kahve koşelerinde perişan olmuşlardı, yahut cok guc şartlar altında hayatlarını surdurmeye calışıyorlardı..

Artık her iki gurubun da okuldan alacakları bir şey yoktu. İmtihan evrÂkının parcalanması, imh edilmesi, onlar icin bir mÂn ifade etmiyordu...

İnsan da, bu dunya imtihanında, ruhuna iyi veya kotu neyi mal etmişse, onlarla bu dunyadan gocup gidiyordu.

Bu değirmenin taşları, ruhu ve ona mal olanları oğutecek guce sahip değildi...

Bu duşuncelerle ruhum rahatladı, gonlum sururla doldu. İyiden iyiye anladım ki: Bu dunyaya Allah’ın iradesiyle gelen, O’nun lutfuyla hayat suren insan, yine O’nun sevkiyle olumu tadacak, mahşere cıkacak, O’na rucû edecektir...

O’na mu’min, mutî, salih olarak rucû edenler, ebedî saadet menzili olan Cennete sevk edilecekler..

Cennet guzeller ve guzellikler diyarı... Âmirin de guzeli oraya girecek, memurun da; zenginin de guzeli oraya gidecek, fakirin de... İceriye sadece guzelliklerini goturecekler. Dunyevî makamları, rutbeleri ise dışarıda kalacak.

Hz. Ebubekir’in (R.A.), Hz. BilÂl’i azat etmek uzere, efendisinden satın alırken yaptığı pazarlık, Cennetin en guzel bir ciceğinin, bir başka ciceğe muşteri olmasından başka birşey miydi?...



Alaaddin Başar (Prof.Dr.)

__________________