
Yakınlık denilince insanın aklına, oncelikle, mesafe yakınlığı gelir. Halbuki, gunluk hayatımızda yakınlığı daha farklı şekilleriyle de kullanırız; yakın akrabam, cana yakın, gelmesi yakın gibi.
Butun mekanları yaratan Allah, mekandan munezzeh olduğuna gore, O’nun bize yakınlığı, yahut bizim O’nun yakınlığını talep etmemiz elbette mekan ve mesafe boyutunda duşunulemez.
İnsan Suresinin ilk iki ayetinde şoyle buyrulur:
“İnsanın uzerine uzun devirden oyle bir zaman gecti ki (o vakit) o, anılmaya değer bir şey bile değildi. Şuphe yok ki, biz insanı birbiriyle karışık bir damla sudan (nutfeden) yarattık. Onu imtihan ediyoruz. Bu sebeple onu işitici, gorucu yaptık.”
İşte biz henuz anılacak bir halde değilken, Allah’ın ilminde mevcut idik. Onun ilmi bize yakındı, biz ise henuz ortada yoktuk.
Sonra bizi karışık bir nutfeden yarattı, nutfe halinde iken de biz Rabbimizi bilmekten cok uzaktık, o ise bize bizden daha yakındı.
Bir sonraki kademede, ana rahminde dokuz aylık bir terbiyeden gectik. Gozumuz ve kulağımız o karanlık alemde bedenimize yerleştirildi. Diğer butun organlarımız da bizim icin en faydalı olacak bicimde ve ozellikte yaratıldılar ve bedenimizin en uygun yerine konuldular. Rabbimiz butun bunları yaratırken bize bizden yakın idi. Biz ise O’nu bilmekten ve tanımaktan henuz cok uzaktık.
Dunyaya geldik, iman ile şereflendik, bizi yaratan ve ana rahminde terbiye eden Rabbimizi tanımaya başladık. O’nun Rahman ve Rahim olduğunu, sıfatlarının sonsuz ve mutlak olduğunu, mahlukatına benzemekten munezzeh olduğunu oğrendik. Bu imanımız ve marifetimiz bizi Rabbimize yaklaştırdı. Ama, O’nun zatını bilmekten, sıfatlarının mahiyetini bilmekten yine sonsuz derece uzaktayız.
Bu alemi ve icindeki her şeyi yaratan Allah, bize bizden daha yakındır; zira biz henuz ortada yokken bu muhteşem ve harika alemi bizim icin ve bize gore yaratmış bulunuyor. Biz ise O’nun cemal ve kemalini hakkiyle idrakten cok uzağız.
Her varlığı yokluktan kurtarıp varlık alemine getiren Allah’tır. Bu varlıkların hicbiri ne zatıyla, ne sıfatlarıyla Allah’ın zatına ve sıfatlarına benzemezler. Zira, zatları da mahluktur, sıfatları da. “Hicbir şey O’nun misli gibi olmadı” ayetinin kati haberiyle, Allah hicbir mahlukuna benzemez. Oyle ise, hicbir varlık O’nun zat ve sıfatlarının mahiyetini hakkıyla bilemez. Bu noktada her varlık O’na sonsuz uzaktır. O ise, butun varlık aleminde İlahi sıfatlarıyla icraatta bulunduğu icin her şeye kendi varlıklarından daha yakındır.
Bu hakikatin kucuk bir misalini insanların eserlerinde de hayalen seyredebiliriz. Selimiye Sinan’ın eseridir. Selimiye’nin kendinden haberi yoktur, ama Sinan onu butun ozellikleriyle bilir, zira o eseri planlayan ve yapan odur. Selimiye, Sinan’ın mahiyetini bilmekten cok uzaktır, o ise eserine cok yakındır. Mimar ve eseri arasında boyle bir yakınlık ve uzaklık munasebeti olursa, yaratıcı ile yaratılanlar arasında bu hakikatin sonsuz derece ileri bir derecede hukmetmesi gerekmez mi?
Cenab-ı Hakk’ın varlığı butun varlıklardan oncedir, zira onları yaratan O’dur. Yine butun varlıklar olumu tattıklarında O’nun mukaddes varlığı yine devam eder. Nur Kulliyatında “Ve yumit” bahsinde verilen o harika misali hatırlayalım. Akan bir ırmakta kabarcıkların parlayıp gitmelerinden şu ders cıkarılıyordu: Kabarcıklar parlamalarıyla guneşin varlığını, sonup gitmeleriyle de onun devam ve bekasını ilan ediyorlardı.
İşte o parlayan ve sonup giden kabarcıklar guneşten cok uzaktırlar, guneş ise onlara ışık vermesi cihetiyle onlara kendilerinden daha yakındır.
Nur Kulliyatından konumuzu aydınlatan bir hakikat dersi:
“… Guneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun ayinesi olan gozbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed ve maddede mahpus olduğun icin ondan gayet uzaksın.” Sozler, On Altıncı Soz
Guneşin maddesi kayıtlıdır ve bize ulaşmaz; ama ışığı kayıtsızdır. İşte o kayıtsız nur, gozbebeğimize ulaşır, onda aksini gosterir; gormemizi sağlar. Biz parmağımızı gozumuze sokamadığımıza gore, guneş, ışığıyla bize bizden daha yakın demektir. İlahi sıfatların hucrelerimize, atomlarımıza kadar icraatta bulunması cihetiyle Allah bize bizden daha yakındır.
Mesnevi-i Nuriye’de insanın ancak “nebati cismaniyet ve hayvani nefis” mertebelerini aşıp “kalp ve ruhun derece-i hayatına” girmekle bu “geniş dunyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir alem-i nur” bulacağı beyan edilir.
İnsanın bitkilerle ortak olduğu cihet, torağa atılan bir cekirdek gibi onun da ana rahminde benzer bir gelişme gostermesi, oradaki gelişmesini tamamladığında dunyaya gelmesi ve buyumesini burada surdurmesidir. Hayvanlarla ortak yonleri ise yemesi, icmesi, gormesi, işitmesi ve onlara benzer bir şekilde coğalmasıdır.
İnsanın hayatta kaldığı surece bu iki tip faaliyetten tamamen kopması elbette duşunulemez. Ancak bu faaliyetleri kalp ve ruha hizmet ettirmek insanı Rabbine yaklaştırırken, aksini yapmak, yani ruh ve kalbini cismine hizmet ettirmek insanı O’nun marifetinden ve rahmetinden uzaklaştırır. Yani, insanın bu iki alt kademeyi aşıp, onlardan gecip kalp ve ruhun sahasında dolaşması, yemeyi, icmeyi ve şehvani arzularını değil anlamayı ve inanmayı on plana cıkararak manen terakki etmesi onu Rabbine yaklaştırır.
İlk iki cihette boğulup kalan insanların kalpleri nefislerine, ruhları cisimlerine mağlup olur ve bu gibi kimselerin Allah’a yakınlık kazanmaları cok zordur.
İman ve kufur birbirinin zıddıdır. Birine yakınlaşmak insanı diğerinden uzaklaştırır.
Tevhid ve şirk de birbirinin zıddıdır; aynı hukum bunlar icin de gecerlidir.
Keza, salih ameller insanı Rabbine yaklaştırırken, isyanlar O’nun rahmetinden uzaklaştırır.
Bir hadis-i kutsinin baş kısmının mealini naklederek konuyu noktalayalım:
“Kulum bana en fazla farzlarla yaklaşır, sonra nafilelerle….”
Demek ki, Allah’a yaklaşmanın yolu farzları tam olarak yerine getirmekle birlikte, sunnetlere ve sair nafile ibadetlere de elden geldiği kadar riayet etmekten geciyor.
Bu yolun zıddı olan gunahlar ve isyanlar insanı Allah’ın rahmetinden uzaklaştırır ve O’na yakınlık kazanmasına engel olurlar.
http://www.risaleajans.com/nur-alemi...l-yakin-oluyor
__________________