
İnsanların merak ve dikkatini ceken en onemli konulardan birisi de Allah’ın zatıdır. Bircok insan kendi fikir ve hayal dunyasında, ama isteyerek, ama istemeyerek, Allah’ın Zatına bir boy, en ve derinlik vermeye calışır. Halbuki Allah zaman ve mekan boyutlarından temiz ve paktır. Zaman ve mekan icinde aklımıza ve hayalimize ne geliyor ise o şey Allah olamaz. Genel bir hastalık haline gelmiş bu fikri yanılgı uzerinde, bir fikir egzersizi yapmaya calışalım.
Allah’ı bilmek iki turludur.
Birisi; Allah’ın isim ve sıfatlarının kainat ve mevcudat ustundeki tecellilerini okuyarak marifet kazanmaktır. İslam bu tarz marifeti emrediyor. İnsan bu marifet yonunde ne kadar derinleşip terakki ederse o kadar iyidir.
Bu tarz marifetin insanlar arasında İlme-l Yakin, Ayne-l Yakin ve Hakke-l Yakin gibi cok derece ve mertebeleri vardır. İnsan Allah’ın her bir isminin tecellisini kainat aynasında okursa, marifeti de o oranda ziyadeleşir. Her bir isim ve sıfat, Allah’ı farklı acıdan insana tanıtır. Bu yuzden butun isimlerin penceresi ile Allah’a marifet kazanamayan birisinin marifeti nakıs ve eksiktir.
Allah’ı tanımaya calışmanın diğer turu ise; Zat-ı Akdesi muhakeme ve duygular vasıtası ile idrak etmeye calışmaktır. İslam bunu yasaklamıştır. Zira insanın muhakeme ve duyguları, Allah’ın Zat-ı Akdes’ini anlamakta aciz ve caresizdir. İnsan ne kadar kendini zorlasa da, Allah’ın Zat-ı Akdesini idrak edemez. Zira insan fani ve cuzi duygular ile donatılmıştır. Halbuki Allah’ın Zat-ı Akdesi ezeli ve ebedidir. Cuzi ve kayıtlı duygular ile sonsuz ve sınırsız bir varlığı idrak edip anlamak mumkun değildir. Bu yuzden insanın aklında ve duşuncesinde Allah’ın Zat-ı Akdesi hakkında ne varsa o Allah değildir hukmu, onemli bir hukum, onemli bir prensiptir. Ustad Hazretlerinin naklettiği ifade ile; İdrak-i maali bu kucuk akla gerekmez, Zira bu terazi o kadar sıkleti cekmez.
İnsanın zihni kayıtlı ve sınırlıdır. Duşunurken ve tefekkur ederken, bu kayıtlar altında hareket eder. Kendisini bu kayıtlardan kurtarıp sıyrılamaz. Bir şeyi anlamaya calıştığı zaman, once kendi nefsine kıyas eder. Şayet orada bir şey bulamaz ise, sair mevcudata kıyas eder. Orada da bir şey bulamaz ise, butun mumkinata kıyas eder. Yani anlama ve kıyas etme gucu, mahlukat ve mevcudatı aşamaz. Her şeyi mevcudat ve mahlukat kıstasları icinde muhakeme eder. Faraza Allah’ın Zatını duşunecek olsa, once nefsine kıyaslar, sonra etrafındaki şeylere kıyas eder, en sonunda mumkinata kıyas eder ve ondan otesine gidemez.
Bu durumda insan zihnini kısıtlayan ve cevreleyen uc temel zırh ortaya cıkıyor.
Birinci zırh; insanın nefis merkezli hususi alemidir ki, insanın duşunuşunde en kayıtlayıcı faktordur. İnsan her şeyi nefsine kıyaslayarak duşunur. Nefis ise kesif ve maddenin en aşağı derecesidir. Bundan dolayı insan zihnini kendine hapseder. İnsanların ekserisi bu kaydın icinde hapistir.
İkinci zırh; insanın etrafını cevreleyen hemcinsleridir. Yani insan nefsinden sonra, her şeyi, etrafını cevreleyen turleri ile mukayese eder. Şayet duşunduğu şey hakkında kendi nefsinde bir delil bulamaz ise, etrafında bulmaya calışır. İnsan etrafında halkalanan her şey insanın zihnini sarmalayan bir zırh gibidir. İnsanların orfu, adetleri, gelenekleri, inancları bu zırhın kaplamaları gibidir. Bu kaplamaları aşıp muteal (oteleri) alemleri duşunmesi insan icin cok zordur.
Ucuncusu ise; insan zihnini en geniş dairede sarmalayan imkan dairesidir. Bu daire artık Halik ile mahluk sınırının en uc noktasıdır. Ama bir yonu ile de insan zihni acısından son duraktır. İnsan zihni icin bundan otesi yoktur.
İşte insan tefekkuru ve duşuncesi en ileri nokta olarak, bu imkan dairesine yanaşabilir. Buna da her insan muvaffak olamaz. Ancak zihni melekeleri harikulade olan dahi insanlar nadiren cıkar. Bir insan nefis dairesini aşsa, onune hemcins dairesi cıkar, onu da aşsa onune en cetini olan imkan zırhı cıkar ve orada takılır kalır.
Bu sebepten dolayı insan zihni, mevcudat ve imkan dairesinden munezzeh olan Allah’ın Zatını idrak edemez. Allah’ın Zatı diye insanın aklına ve zihnine ne geliyor ise, bu uc zırhın dairesinde olan bir tasavvurdan, bir duşunceden ibarettir. Yani insanların ekserisi mahluk ve mevcut olan bir şeye şaşırıp Allah diyor. Bu da insan acısından bir şirk, bir dalalettir.
Ustad Hazretlerinin Cenab-ı Hakka malum ve maruf unvanıyla bakacak olursan, mechul ve menkur olur demesi bu mana icindir. Yani Allah’ın Zatına malum ve bilinen bir şey gibi bakarsan, senin malum ve bilinen dediğin şey aslında Allah değil, mahlukattan bir tasavvurdur. Bir mahluku ve mevcudu ilahlaştırmaktır ki, bu da Allah’ı inkar ve kaybetmek demektir.
Zihinde oluşan bu malum ve maruf manasının temeli, yukarıda izah edildiği uzere, ya nefis dairesinde bir tasavvurdur, ya etrafını cevreleyen hemcinsinden bir esinlenmedir ya da imkan dairesinde bir duşuncedir. Dolayısı ile bu tasavvurların hicbiri Allah’ın kendisi değildir. Ekser insanların ilah diye kabul ettikleri şeylerin cismani putlardan ibaret olması meseleye ışık tutar.
Bu hususta Ustad Hazretlerinin şu ifadeleri daima rehberimiz olmalıdır:
İ'lem eyyuhe'l-aziz! Cenab-ı Hakka malum ve maruf unvanıyla bakacak olursan, mechul ve menkur olur. Cunku, bu malumiyet, orfi bir ulfet, taklidi bir sema'dır. Hakikati ilam edecek bir ifade de değildir. Maahaza, o unvanla fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zat-ı Akdesi mulahaza icin bir nevi unvandır. Amma Cenab-ı Hakka mevcud-u mechul unvanıyla bakılırsa, marufiyet şuaları bir derece tebaruz eder. Ve kainatta tecelli eden sıfat-ı mutlaka-i muhita ile, bu mevsufun o unvandan tulu etmesi ağır gelmez. Mesnevi-i Nuriye - Habbe
Taklidi sema demek, insanların zihnini cevreleyen kayıt ve sınırlamalardır. Yani insan zihninin duşunce kapasitesini tespit ve tayin eden kayıt ve sınırlamaların hepsine taklidi sema denir. Yukarıda bu kayıt ve sınıflandırmaları uc sınıf şeklinde incelemiştik.
Maahaza, o unvanla fehme gelen mana, sıfat-ı mutlakayı beraberce alıp zihne ilka edemez. Ancak, Zat-ı Akdesi mulahaza icin bir nevi unvandır.
İnsanların zihninde ve tasavvurunda yerleşen İlah anlayışı, mahlukat ve mevcudat cinsinden olduğu icin, kainatta gorunen mutlak İlahlık sıfatlarını uzerine alıp kaldıramaz. Yani kainatta eserleri ile sabit olan ebedi ve ezeli İlahi sıfatlar, insanın zihninde yerleşmiş olan ilkel İlah anlayışını kabul etmiyor. Sıfat ilahi ama İlahın kendisi mahluk olduğu icin, aralarında bir uyumsuzluk oluşuyor. İlahi sıfatları ancak ve ancak hakiki bir İlah ustune alıp kaldırabilir. Bu da ancak İslam’ın emrettiği munezzeh ve mukaddes İlah anlayışı ile mumkundur. O zaman kainatta tezahur eden İlahi sıfatlar ile Allah’ın munezzeh Zatı arasında bir uyum ve ahenk olur. Bu yuzden İslam dini Allah’ın Zatını mevcud-u mechul olarak ilan ediyor. Allah mevcuttur, yani varlığı ve birliği katidir, lakin Zatı ve mahiyeti itibari ile mechuldur. Yani Zatının ve mahiyetinin insanlar tarafından bilinmesi imkansızdır. İşte boyle bir tasavvur neticesinde marifet pırıltıları acığa cıkar. Yoksa, zihnimizde mutasavver ve tasarlanmış bir İlah ile marifet pırıltıları değil, şirk karanlıkları başımıza uşuşur.
Ozet olarak, insan zihninde oluşmuş, yani tasavvur edilmiş bir Allah anlayışı, butun kainatı kuşatan ilahi sıfatları uzerine alıp kaldıramaz, onlara kaynaklık edemez. Ama mevcudat ve mahlukattan munezzeh ve mukaddes olan ve mevcut ama mechul bir Allah anlayışı kainatta tecelli eden İlahi sıfatları ustune alıp tam bir kaynak, tam bir medar olabilir. Bu yuzden Allah’ın Zatı hakkında bilincli ve kasıtlı bir şekilde tasavvurda bulunmak şirk olur. Ama gayr-ı ihtiyari, istemeden gelen tasavvurlardan da muaheze yoktur.
KAYNAK
__________________