Bir Asırlık Feryat

Beni anlamıyorlar veyahut anlamak istemiyorlar” der ve hıckıra hıckıra ağlar. Yan koğuşlardan ağlama sesini işitenler gelip sorarlar. O ise; “beni kendi halime bırakınız ve gidiniz” der. Ancak yine de bir kez daha anlatmayı ihmal etmez;

“Gecmiş zamanın elli sene evvelki hadisatı, sinema ile hal-i hazırda gosterildiği gibi, gelecek zamanın elli sene sonraki istikbal hadisatını gosteren bir sinema bulunsa idi belki beni anlardınız!.." Der.

Yani, Bizlerin televizyon ekranlarında gecmiş olayları izlediğiniz gibi, O da manevi bir sinema ile elli, yuz sene sonraki olayları izliyordu. İzlediği her tablo sinesine bir hancer gibi saplanıyor ve onu inletiyordu.

İnandırmak icin vurgu yapmayı da ihmal etmez:: “Evet, gorduğum hakikattır, hayal değil” der.

Kim bilir, belki, bu gun, butun bir vatanın ağladığı şehitlerine ağlıyordu, kardeşin kardeşi nasıl hunharca katlettiğine inliyordu. Bediuzzaman.

Cıkarıldığı hicbir mahkemede kendini savunmaz. İman der, vatan der, genclik der, birlik ve berberlik der. Başka bir şey demez.

Kendisine “nicin mahkemelerde kendini savunmuyorsun, her seferinde “ulkenin istikbali, milletin ahvalı” deyip inliyorsun ” diyenlere, şu anlamlı ve duygulu cevabı verir.
“Cunku evladım yoktur ki yalnız onu duşuneyim... Hususi bir hanem yoktur ki fikrimi yalnız ona hasredeyim. Belki bu memleketle ve belki alem-i İslamın kıtası'yla, hanem gibi, hamiyet-i İslamiye noktasında alakadarım. Ve o iki buyuk hanedeki vatandaşlarımın, dindaşlarımın elemleriyle muteellim ve firaklarıyla mahzun oluyorum.” der.

Ve yine mahkemenin birinde şoyle seslenir: “Beni serbest bırakınız, el ele verelim, komunizmin doğurduğu anarşi ve terorle zehirlenen genclerin ıslahına ve memleketin imanına, hizmet edelim” der. Ama dinleyen kim. Her haykırışı icin “bir irtica yaygarasıdır” derler ve Kulaklarını tıkarlar.

Ancak O, mahkeme koridorlarını inletircesine sesini yukseltir ve devam eder: Efendiler! Siz, nicin sebepsiz bizimle uğraşıyorsunuz? Katiyen size haber veriyorum ki: Ben, sizinle değil mucadele, belki sizi duşunmek dahi vazifemizin haricindedir.

Ben şimdikileri değil, elli sene sonra gelen nesl-i atiye(gelecek nesil) gayet buyuk bir hizmet ve onları buyuk bir ucurumdan ve millet ve vatanı buyuk bir tehlikeden kurtarmaya calışıyorum.

Yazdığım eserlerle, bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i atinin bicareler kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarma gayretindeyim. Cunku bir Musluman başkasına benzemez. Dini terk edip İslamiyet seciyesinden cıkan bir Musluman, dalalet-i mutlakaya duşer, anarşist olur, daha idare edilmez.

Elli sene sonra, genclerin buyuk bir coğunluğu şahsi ve nefsi menfaatlerine tabi olup, millet ve vatanı anarşiliğe sevk etmek ihtimalinin duşunulmesi ve o belaya karşı bir care arayışı, yirmi sene evvel beni siyasetten ve bu asırdaki insanlarla uğraşmaktan katiyen menetmiştir” der.

Fakat ne care, butun bu haykırışlar, hapishane duvarlarında yankı yapar ama muhataplarda en ufak bir etki yapmaz. Zira onlar, hukum ve kararlarını mahkemeden cok daha once vermişlerdi.

Evet Emirdağ Lahikası adlı eserinden yaptığımız bu alıntılar, icinde yaşadığımız milli problemleri televizyon ekranlarında izlemekten daha net ve doğru teşhislerin ifadesidir. İlmin ve alimin değerini bilmeyen toplumlar, problemleri ancak, yurekleri yakan acı manzaralı faturalarda okuyabilirler. İcinde yaşadığımız Milli felaketin ayak seslerini feraseti ile goren, acısını ise kalbinde hissedip inleyerek ve avazı cıktığı kadar bağıran bu adamın ikametgahı Afyon hapishanesi, verilmek istenen makam ise, idam sehpasıydı.
Ancak o butun bu tehditlerin farkında bile değildir. İsterseniz kendisinden dinleyelim: Bana, 'Sen şuna buna nicin sataştın?' diyorlar. Farkında değilim. Karşımda muthiş bir yangın var. Alevleri goklere yukseliyor. Icinde evladım yanıyor. O yangını sondurmeye koşuyorum. O muthiş yangın karşısında bu kucuk hadise(tutuklanması ve verilen sıkıntılar demektir) bir kıymet ifade eder mi? Dar duşunceler, dar goruşler!..

Evet Bediuzzaman, milli bir tehlikeyi tam zamanında fark etmişti. Ancak fark edileni, nasıl fark ettirecekti, zira O, Buyuk kafaları gaflet icinde goruyordu. Neden diye soranlara ise?

“Dunya, buyuk bir manevi buhran geciriyor. Manevi temelleri sarsılan Garb cemiyeti icinde doğan bir hastalık, bir veba, bir taun felaketi, gittikce yeryuzune dağılıyor. Ancak yetkililer, kendi medeniyetinin koklu ve sağlam dinamiklerini bir tarafa itip, garbın, curumuş, kokmuş ve tefessuh etmiş batıl formulleri ile karşı koymaya kalkışıyorlar” cevabını veriyordu.

Cumhuriyet yetkililerini bu şekilde değerlendiren Bediuzzaman, aslında bu milli tehlikenin ayak seslerini cok daha onceleri sezmişti. Sezmekle de kalmamış. Bu milli hastalığın recetesini de yazmış ve tedavi icin devlet desteğini almak uzere, Sultan II. Abdulhamid'e ve ardından da Sultan Mehmet Reşad'a sunmuştu. Kendisini cok iyi anlayan ve Bediuzzamanın projesini tam yerinde bulan Sultan Reşat, bu projenin maddi alt yapısını gercekleştirmek uzere yirmi bin altın tahsis eder.

Boylece, Van, Diyarbakır ve Bitlis ucgeninde yapmayı tasarladığı medresenin temelini Van Edremit'te atar. Ancak, Birinci Dunya Savaşı patlak verir. Bu kez, “şimdi bize vatanı savunmak duşer.” der ve talebelerini alır cepheye koşar. Bir cok talebesini şehit verdikten sonra, kendisi de Ruslara esir duşer. İki yıllık esaret hayatından sonra bir şekilde kurtulup İstanbul'a gelir.

Ankara'da meclisin acılmasından bir sure sonra Mustafa Kemal tarafından Ankara'ya davet edilir. Başkanlığa verilen bir teklif uzerine, butun meclis adına kendisine “hoş geldiniz” merasimi yapılır.

Ulkenin icinde bulunduğu durumla ilgili genel bir değerlendirme isteyen milletvekillerine, Mecliste yaptığı bir hitabede yine konuyu, ayak seslerini işittiği ve ancak meclisin gafil bulunduğu şark meselesine ve ulke birliğine yonelik tehlikeye getirir. Care olarak ta, daha once temeli atılıp, ancak patlak veren savaşla birlikte yarım kalmış olan universiteyi gosterir.

Yuz altmış uc milletvekili bu universite projesine destek icin yuzelli liranın verilmesine onay verir. Ancak arkasını dine ve maneviyata, yuzunu ise koru korune taklit ettiği Avrupa'ya donmuş olan diğer milletvekilleri, Bediuzzaman'ın endişelerini yersiz ve projelerini de gereksiz goruyorlardı.

Bediuzzaman ise projesini detaylı anlatma ihtiyacı hissetmiş ve meclise anlatmıştı. Cunku o, medenilere galebe calmanın ikna ile olabileceğine inanıyordu. Ancak mimsiz medeniyetin esiri olanların bu kaideden haric olacağını burada, acı bir tecrubeyle oğrenecekti ki, daha sonra yazdığı bir eserinde: “Mimsiz medeniyet: medeniyetteki maksudu hakiki olan istirahatı umumiyeyi ve saadet-i beşeriyeyi şahsi menfaatlere feda etmekle, insanlığın huzur ve saadetini bozmuştur” diyecektir.

Evet Bediuzzaman doğu hakkındaki projesini meclise anlatmaya başlar:
Birincisinin acilen, diğerlerinin ise onu takiben faaliyete gecmesini istediği universitelerin, eğitime başladıktan sonraki maddi gelirlerinden, ders verecek hocaların durumundan, derslerin muhtevasına ve oğretilmesi gereken lisanlara kadar, butun ayrıntılar tespit edilmişti. Biz bunlardan bazılarını buraya alalım:

BİRİNCİSİ: Kurulacak olan universitenin yeri olarak, oncelikle ve ozellikle: Van, Bitlis ve Diyarbakır ucgenini onerir. Ortadoğu, Asya ve Turkiye'nin doğusundaki farklı milletleri icine alan bir coğrafi konumu itibarıyla, kaynaştırma ve butunleştirme vazifesi yapacaktı. Zira bu bolgelerin oğrencileri aynı universite potasında eriyerek birleştirici rol oynayacaklardı.

İKİNCİSİ: Bu universitede, din ilimleri ile fen ilimleri birlikte okutulacaktı. Zira “Aklı aydınlatan fen ilimleridir. Kalbi ışıklandıran din ilimleridir. İkisinin birleşmesiyle hakikat ortaya cıkar. Birbirlerinden ayrıldıkları takdirde; birincisinden şuphe ve inkar, ikincisinden de taassup ve cehalet cıkar. ”

Boylece, birbiriyle duşman yapılmaya calışılan din ile fenni barıştırmakla buyuk bir kutuplaşmanın onune gecilecekti. Bu kutuplaşmanın, ileride nelere mal olduğunun acı tecrubelerini alen goruyoruz. Ve meğer ileri goruşluluk neymiş deyip kaybettiğimiz bu fırsata uzulmekle yetiniyoruz.

Yalnız din veya yalnız fen ilimlerinin nasıl kutuplaşmaya sebep olduğuna yakından şahit olmuş biri olarak duyduğum bir anekdotu aktarmadan gecemiyeceğim:
Doğu illerimizin birinde, Bir akşam vakti, koy odasında, bir duğun yemeğinde toplanan koylu, ilk kez koy oğretmeni ile koy imamını bir arada gorunce hayretlerini gizleyemezler ve sorarlar: Neden birinizin geldiği bir yere, diğeri gelmemek icin ozel bir gayret gosteriyor? diye.
Koy oğretmeni once cevap verir: “Sebebini anlamanız icin hocanıza bir soru sormam gerekiyor.” Der ve sorar hocaya: Ağrı dağının yuksekliği ne kadardır? Diye. Hoca bilemeyince, oğretmen, işte şimdi anladınız mı benim, bu cahil ve yobaz hocadan nicin kacındığımı? der.
Kızarıp moraran hoca, şimdi de musaade ederseniz ben bir soru sormak isterim der ve İslam'ın şartlarını sorar. Bu kez oğretmen bilemez. Ve Hoca lafı yapıştırır. İşte şimdi anladınız mı benim bu kafirden nicin kactığımı. Bu kez de oğretmen kızarıp morarır ve koyde kutuplaşmanın başını ceken iki lider olurlar.
Bediuzzaman'ın tahlilini bu tablo uzerinde daha iyi okuduk kanaatindeyim.

Din ve fen ilimlerinin birlikte okunmasına karşı cıkan bazı milletvekilleri, Bediuzzaman'a itiraz ederler. Hadisenin ayrıntılarını Bediuzzaman'dan dinleyelim:

“Bazı mebuslar dediler: "Yalnız sen medrese usuluyle sırf İslamiyet noktasında gidiyorsun. Halbuki şimdi Avrupalılara benzemek lazım."

Dedim: "O vilayat-ı şarkiye alem-i İslamın bir nevi merkezi hukmunde, fen ilimleri yanında ulum-u diniye de lazım ve elzemdir. Cunku ekser enbiya şarkta ve ekser hukema garpta gelmesi gosteriyor ki, Şarkın terakkiyatı din ile kaimdir.

Başka vilayetlerde sırf fen ilimlerini okutturursanız da, Şarkta herhalde millet, vatan maslahatı namına, ulum-u diniye esas olmalıdır. Yoksa Turk olmayan Muslumanlar, Turk'e hakiki kardeşliği hissedemeyecek. Şimdi bu kadar duşmanlara karşı yardımlaşma ve dayanışmaya mecburuz." diyen Bediuzzaman, eskiden, bir talebesi ile yaşadığı onemli bir olayı da delil getirir:

“Hatta o zamandan evvel Turk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde hamiyetli ve gayet zeki o talebem din ilimlerinden aldığı hamiyet dersiyle her vakit derdi: "Salih bir Turk elbette fasık kardeşimden, babamdan bana daha ziyade kardeş ve akrabadır."
Sonra aynı talebe talihsizliğinden sırf fen ilimlerini okumuş. Ben dort sene sonra tekrara onunla goruştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: "Ben şimdi dinsiz bir Kurdu, salih bir Turk hocasına tercih ederim." Ben de "Eyvah!" dedim. "Sen ne kadar bozulmuşsun." Bir hafta calıştım. Onu kurtardım. Eski hakikatli hamiyetine cevirdim.
Sonra Meclis-i Meb'usandaki bana muhalefet eden meb'uslara dedim: O talebenin evvelki hali Turk milletine ne kadar luzumu var. Ve ikinci halinin ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum.

Demek farz-ı muhal olarak siz başka yerde dunyayı dine tercih edip siyasetce dine ehemmiyet vermeseniz de herhalde şark vilayetlerinde din tedrisatına azami ehemmiyet vermek lazımdır.

Bu millet-i İslamın cemaatleri, cendan bir cemaat namazsız kalsa, fasık da olsa, yine başlarındakini mutedeyyin gormek ister. Hatta umum şarkta, umum memurlara dair en evvel sordukları sual bu imiş: "Acaba namaz kılıyor mu?" derler. Namaz kılarsa mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında suclu sayılır. diyen Bediuzzaman, yaşadığı bir anekdotu da şoyle anlatır:

Bir zaman, Beytuşşebab aşiretinde isyan vardı.
Ben gittim, sordum: "Sebep nedir?" Dediler ki:
"Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı iciyordu. Oyle dinsizlere nasıl itaat edeceğiz?"
Bu sozu soyleyenler de namazsız, hem de eşkıya idiler.

O vakit bana muhalif meb'uslar da cıkıp o layihamı 163 meb'us imza ettiler.”

Bu ifadelerden sonra, doğudaki teror olaylarının liderliğini yapanların, ulkemizin onemli universitelerinde okuduklarını hatırlayacak ve hayretle kendimize şunu soracağız. Bu universitelerde ne eksikti ki, universiteyi bitirenler, acımasızca, ulkenin bağrına, milletin kalbine hancer sapladılar. Ve saplıyorlar? diyecek ve ardın da “ne vicdansızlar varmış, ne kalpsizler varmış” ifadelerini soylemek isterken, “ Kalbi aydınlatan din ilimleridir” ifadelerini bir kez daha hatırlayıp, neyi ihmal ettiğimizin farkına varacak ve Bediuzzaman'a hak vereceğiz.

Hala bu gerceği gormezden gelenlerin ve gozlerini kapayanların da bu hancerin bir tarafından tuttuklarının bilmem farkındalar mı?

UCUNCUSU ise:”Lisan-ı Arabi vacib, Kurdi caiz, Turki lazım kılmak”
Devlet yetkililerinin ve sosyal bilimcilerin daha yeni yeni fark ettikleri ve hemen uygulamak lazım diyerek gec kalmanın zaman kaybı olacağını soyledikleri konuyu Bediuzzaman bir asır oncesinde fark etmişti. Ama ne yazık ki, istismar edilip ayrılık ve tahriklerin en onemli silahı olarak kullanıldıktan sonra.

O Ortadoğu ve Asya'nın ortak dili olan Arapca'yi mecburi, Turkce'yi gerekli ve Kurtce gibi etnik dilleri de serbest bırakmayı oneriyordu.

Bir makale hacmini aşmamak icin şimdilik bu uc onemli madde uzerinde durmuş olduk. Dini kisvesinden dolayı, diyar diyar surgun edilen, bir cani gibi muamele goren ve bir an once olsun gitsin diye yirmi bir kez zehirlenen Bediuzaman'ın bir vatan ve millet dertlisi olduğunu anlatmak gercekten cok zor.

Bediuzzaman'ın anlaşılması gerektiğini vicdani ve milli bir gorev bildiğimden bu yazıyı kaleme aldım. Zira Bediuzzaman'ın eserlerindeki tespitler sayesinde, gerek icinde bulunduğumuz ve gerekse gelecekte bizi bekleyen daha bircok milli meselenin rahatlıkla cozulebileceğine inanıyorum. Hakikatler er ya da gec, guneşin karanlıkları yarıp cıkması gibi oraya cıkarlar. Bediuzzaman da bu ulkenin kadirşinas gencliği ve ilim erbabı tarafından anlaşılmaya başlamıştır. Ve anlaşılacaktır.

Gonul ister ki, butun bir milleti ilgilendiren milli meseleler, acı ve yakıcı tecrubelerden değil de, ilmin ve alimin rehberliğinde daha kolay ve zararsız bir yoldan halledilsin. Unutulmamalı ki, zarara rızası ile girene merhamet edilmez.

KAYNAK

__________________