Yirminci yuzyılda uc buyuk buluş gercekleştirilmiş ve trajik bir bicimde yitirilmişlerdi. Bunların ilki gorunmezlik sırrıdır.

Gorunmezliğin sırrı, 1909 yılında, Yedinci Edward'ın kraliyet meclisi tarafından, Osmanlı İmparatorluğuna gevşek bağlarla bağlı kucuk bir eyaletin hukumdarı olan Sultan Abdulkerim'in sarayına elci olarak gonderilen Archibald Praeter tarafından keşfedilmişti.

Amator ama pek hevesli bir biyolog olan Praeter, mutasyonlara yolacacak bir serum bulabilmek amacıyla farelere ceşitli sıvılar enjekte etmekteydi. 3019'uncu faresini de aşıladığında, hayvancağız ortadan kayboldu. Yaratık hala oradaydı; onu eliyle hissedebiliyor, ama ne bir kılını ne de bir tırnağını gorebiliyordu. Fareyi ozenle kafesine yerleştirdi ve iki saate kalmadan hayvan sapasağlam durumda yine gorunur hale geldi. Praeter deney yapmayı gittikce artan dozlarla surdurdu ve bir fareyi yirmidort saat boyunca gorunmez hale getirebileceğini keşfetti. Daha yuksek dozlar hayvanı uyuşturuyor ya da hasta ediyordu. Aynı zamanda, gorunmez haldeyken oldurulen bir farenin anında gorunur hale geldiğini de oğrendi.

Buluşunun taşıdığı onemi kavrayarak, istifasını telgrafla İngiltere'ye bildirdi, hizmetcilerine yol verdi ve dairesine kapanıp kendi uzerinde deneyler yapmaya girişti. Onu sadece birkac dakikalığına gorunmez hale getiren kucuk enjeksiyonlarla başlayıp, toleransı farelerinkiyle denk oluncaya dek dozu yavaş yavaş arttırdı; yirmidort saatten daha uzun bir sure gorunmez kalmasını sağlayacak doz onu da hasta ediyordu. Ayrıca, vucudunun heryeri, hatta ağzını kapalı tuttuğu zaman diş dolguları bile gozden kayboldukları halde, cıplaklığın elzem olduğunu da anlamıştı; giysileri onunla birlikte yoklara karışmıyorlardı.

Praeter durust ve iyi niyetli bir adamdı, dolayısıyla suc işlemek aklının ucundan bile gecmedi. İngiltere'ye donmeye ve buluşunu casusluk veya savaşta kullanılmak uzere Majestelerinin hukumetine sunmaya karar verdi.

Ama once kendine ufak bir kacamak hakkını tanımak istedi. Sarayına atandığı Sultanın cok sıkı korunan haremini merak etmişti hep. Şoyle yakından nicin bir goz atmasındı ki? Dahası, buluşu hakkında birşeyler -beynini surekli olarak kurcalayan ama bir turlu tanımlayamadığı bir kuşku- onu huzursuz edip duruyordu. İşin icinde bir bit yeniği vardı ama... Zihninde bu noktadan oteye bir turlu gecemiyordu. Onu son bir deneyin daha beklemekte olduğu kesindi. Cırılcıplak soyundu ve kendini en uzun sure icin gorunmez hale getirdi. Pursilah haremağalarının yanından gecip iceri dalmak işten bile olmamıştı. Butun bir oğleden sonrasını, gunlerini kendilerini daha da guzelleştirmekle, banyo yapmakla, vucutlarını kokulu yağ ve parfumlerle ovmakla geciren elli kusur dunya guzelini seyretmeye ayırdı.

İclerinden biri, bir Cerkez kızı, ozellikle ilgisini cekmişti. Her erkeğin de hemen akıl edeceği gibi, eğer geceyi orada gecirmeyi goze alırsa -obur gun oğle vaktine dek gorunmez kalacağına gore tamamen guvenlikteydi-hangi odada uyuduğunu oğreninceye dek kızı gozden kaybetmez ve ışıklar sondukten sonra yanına sızıverirdi; nasıl olsa kız Sultanın onu ziyaret ederek onurlandırmakta olduğunu sanacaktı.

Kızdan gozunu ayırmadı ve girdiği odayı mimledi. Perdeli kapının onunde, diğer yatak odalarının onlerinde de olduğu uzere, silahlı bir haremağası yerini almıştı. Kızın uyuduğundan emin oluncaya dek bekledi ve sonra, perdenin kımıldadığını farketmemesi icin, haremağasının ote yana baktığı bir anı fırsat bilerek iceri sızdı. Koridorun aydınlatması oldukca loştu, icerisi ise zifir karanlıktı. Ama cevresini dikkatle yoklayarak ilerledi ve yatağı bulmakta gecikmedi. Elini ozenle uzatarak uyumakta olan kadına dokundu. Aniden bir kadın cığlığı yukseliverdi. (Praeter'in habersiz olduğu nokta şuydu ki, Sultan geceleri hareme hicbir zaman gelmez, ama eşlerinden bazen bir, bazen ise birkacını yanına getirtirdi.) Dışarıdaki haremağası anında iceri dalmış ve onu kolundan yakalayıvermişti. Gorunmezlik hakkında zihnini meşgul edip duran endişenin ne olduğunu sonunda anlayabilmek kafasından gecen son duşuncesi oldu: Gorunmezlik, zifiri karanlıkta tamamen yararsız

2- YARALANMAZLIK

İkinci yitik buyuk keşif, yaralanmazlığın sırrıydı. Birleşik Devletler Donanmasında bir radar subayı olan Paul Hickendorf tarafından, 1952 yılında keşfedilmişti. Aygıt elektronikti ve rahatlıkla cepte taşınabilen kucuk bir kutudan ibaretti; kutunun uzerinde yeralan bir duğme cevrildiğinde aygıtı taşıyan kişi, Hickendorf'un mukemmel matematiğiyle olcebildiği kadarıyla, sonsuz dayanıklıktaki bir guc alanıyla cevreleniyordu. Ustelik, ısının her derecesi ve radyasyonun her miktarı da bu guc alanına vız geliyorlardı.

Teğmen Hickendorf, boyle bir alanla cevrelenmiş bir adamın -veya kadının veya cocuğun veya kopeğin- hemen dibinde patlayacak bir hidrojen bombasına bile dayanabileceğine ve en ufak bir yara dahi almayacağına inanmıştı. O vakitler henuz hic hidrojen bombası patlamamıştı ama teğmen, aygıtını tamamladığı sırada, Pasifik Okyanusu'ndaki Eniwetok adlı atole doğru yolalmakta olan bir kruvazorde gorevliydi ve ilk kez bir hidrojen bombası denemesinde yardımcı olmak uzere o bolgede bulundukları fısıltısı murettebat arasında yayılmıştı.

Teğmen Hickendorf ortadan kaybolmaya karar verdi. Hedef adada saklanarak bomba patlatıldığında orada bulunmak, sonra hic zarar gormemiş halde ortaya cıkıp keşfinin işe yaradığını, tum zamanların en guclu silÂhına karşı bile rahatlıkla kullanılabileceğini, hicbir kuşkuya yer bırakmayacak bicimde cumle aleme kanıtlamak niyetindeydi. Gerci biraz zor olmuştu ama adada saklanmayı başardı ve geri sayım boyunca yavaş yavaş emekleyerek, patladığı esnada H bombasının sadece birkac metre yakınına dek yaklaşabildi.

Hesapları tastamam doğru cıkmışlardı ve vucudunda en ufak bir yara, ya da bere, ya da cizik, ya da yanık dahi oluşmamıştı.

Ama Teğmen Hickendorf'un atladığı tek olasılık, tek şey gercekleşti. Yercekiminden kurtulma hızından cok daha buyuk bir suratle dunyanın yuzeyinden savrulmuştu.

Yorungeye bile değil, ama dosdoğru dışarıya. Kırkdokuz gun sonra, vucudu hala sapasağlam durumda, ama guc alanı ne yazık ki ona birkac saat yetecek kadar hava taşıyabildiği icin coktan kaskatı olmuş olarak guneşe duştu ve boylece bu buyuk buluşu da, en azından yirminci yuzyılın kalan kısmı boyunca, insanlık acısından yitirilmiş oldu.

3- OLUMSUZLUK

Yirminci yuzyılda bulunan ve yitirilen ucuncu buyuk buluş ise olumsuzluk sırrıydı. Ivan Ivanovitch Smetakovsky adlı Moskovalı silik bir kimyager tarafından 1978 yılında bulunmuştu. Smetakovsky, iki nedenden dolayı odu koptuğu icin, bu keşfini nasıl gercekleştirdiğine ya da denemezden once bile işe yarayacağını nasıl olupta bilebildiğine dair hicbir kayıt bırakmamıştı.

Buluşunu dunyaya acıklamaktan cekiniyordu ve eğer kendi hukumetine de bir kez iletirse, sırrının kacınılmaz olarak Demirperdeden sızacağına ve kaosa neden olacağına emindi. SSCB her durumun ustesinden gelebilirdi, ama daha barbar ve daha az disiplinli ulkelerde olumsuzluk ilacının kacınılmaz sonucunun ergec komunist ulkelere topyekun saldırıya yolacacak bir nufus patlaması olacağı su goturmez bir gercekti. Ve ilacı kendisine de uygulamak istemiyordu, cunku olumsuzluğu arzuladığından pek emin değildi. İşlerin SSCB'de olduğu kadarıyla bile -ki dışarda nasıl olduklarını duşunmek bile gereksizdi- bu hayat sonsuza dek ve hatta suresiz yaşanmaya değer miydi? Bu konuda karar verinceye dek, şimdilik, sırrını ne kendi kullanmak ne de başkalarına vermek şeklinde bir orta yol buldu.

Bu arada, ilacın imal ettiği tek dozunu da surekli yanında taşıyordu. Kucucuk, cozunmez bir kapsule sığacak kadar az bir miktardı ve ağzında taşıyabiliyordu. Onu kaplama dişlerinden birinin kenarına iliştirmişti ki kaplamayla yanağı arasında guvenlice dursun ve farkında olmaksızın yutmak tehlikesinden korunabilsin. Ama eğer oyle karar verirse, canı istediği zaman parmağını ağzının icine sokup kapsulu tırnağıyla ezer ve olumsuz oluverirdi.

Birgun zaturree nedeniyle yatağa duşup bir Moskova hastanesine goturulduğunde, yanlışlıkla onun uyuduğunu sanan bir doktorla hemşire arasında gecen konuşmaya kulak kabartıp, birkac saat icinde olumunun beklendiğini oğrendi ve kararını verdi.Olumsuzluk beraberinde her ne getirecek olursa olsun, olum korkusu olumsuzluk korkusuna ustun geldi ve boylece, doktorla hemşire odayı terkeder etmez, kapsulu ezerek icindekileri yuttu. Olumu pek yakın sayıldığına gore, ilacının hayatını kurtarmaya yetecek sureyi bulabileceğini umit ediyordu. Aslında buldu da, ama ilac etkisini gostermeye başladığında o coktan yarıkomaya ve deliriuma girmişti bile.

Uc yıl sonra, 1981'de, hala yarıkoma ve deliriumdaydı ve Rus doktorları sonunda tanısını koymuşlar ve bu vaka uzerinde kafa patlatmayı bırakmıştılar.

Smetakovsky'nin bir ceşit olumsuzluk ilacı -ayrıştırıp incelemeyi olanaksız buldukları bir tanesini- aldığı aşikÂrdı ve bu onu olmekten alıkoyuyordu ve sonsuza dek olmasa bile, suresiz boyle yapacağından kuşku yoktu.

Ama kor talihe bakın ki, ilac vucudundaki pnomokokları, işin başında zaturreye yolacan bakterileri de (diplococci pneumoniade) olumsuzleştirmişti ve bunu sonuna dek surdurecekti. Boylece doktorlar, gercekci insanlar olduklarından ve bitip tukenmek bilmeyen bir yoğun bakım meşakkatini de ustlenmek istemediklerinden, onu gomuverdiler.
__________________