KIRMIZI AYAKKABILAR
BİR CİFT KIRMIZI AYAKKABI
Kurban bayramına cok az kalmıştı. Ama Pınar’ın hala giyecek bir cift ayakkabısı yoktu. Aslında vardı da yoktu. Ramazan bayramından kalma ayakkabılarını giyemezdi. Cunku arkadaşlarına rezil olurdu. Bugune kadar her bayram mutlaka yenisi alınmıştı.Bu ayrıntı arkadaşlarının gozunden kacmayacaktı. Pek coğu ne yazık ki bu şansa sahip değildi. Bir kere giyerlerdi ve gozden kaybolurdu o guzelim kıyafetler. Cunku maddi durumlar her seferinde yenisini almak icin musait olmazdı. Ama Pınar oylemiydi. O bir evin bir kızıydı. Dort tane dikenin (pardon erkeğin) icindeki tek guldu . Ne olursa olsun alınmalıydı, başka yolu yoktu….
Hava oldukca sıcaktı. Guneş tam tepedeydi ve bunaltıyordu insanı… Sıkıntısından evin tum odalarını arşınlamıştı. En sonunda evden dışarı cıkmaya karar verdi. Duvarlar ustune ustune geliyor, sıkıntısı daha bir artıyordu sanki… Merdivenlerde duran terliklerini giyer giymez bir cığlık attı. Guneşte ısınan terlikler ayaklarını yakmıştı. Can havliyle merdivenlerden seke seke inerken, evin kucuk bahcesinin bir koşesinde calışan babasına ilişti gozu. Pınar’ın babası Mustafa Bey , bahcedeki kucuk otları koparıyordu. Bir muddet izledi babasını. Daha sonra anladı ki, onun da kendisi gibi bir sıkıntısı vardı. En az beş dakikadır hep aynı yeri kazıyordu ve oldukca duşunceli gorunuyordu. Oyle ki, kucuk kızının geldiğini bile fark etmemişti…
İstediği bir cift ayakkabıya sahip olabilmek icin kafasında bin turlu senaryo yazan kucuk kızın cesareti kırılmıştı nedense. Mustafa Bey’ in duşunceli hali, kendisine duşkun olan kucuk kızına geri adım attırmıştı. Az onceki kararlı halinden eser kalmayan Pınar, sessizce sokağa cıktı. Evleri dortyol kenarındaydı. Yolun sağ tarafındaki sıra evlerin duvar diplerinde metrelerce uzunlukta beton setler vardı. Akşam serinliği coktuğunde mahallenin yaşlıları bu setlere dizilir, genclik anılarını anlatmaya başlarlardı. Kendisini anılarına kaptıran yaşlıların dilleri ve damakları kurur, Pınar’dan su isterlerdi. Karşılığı ise ya ceplerinin bir koşesinde unutulmuş ve naftalin kokan eski bir şeker parcası, ya da elden ele geze geze yıpranmış, kirinden kac para olduğunu anlamak mumkun olmayan kağıt on lira olurdu.
Sağına ve soluna şoyle bir goz gezdiren kucuk kız, ortalıkta kimseciklerin olmadığını fark ederek beton setin ustune oturdu. Kafası karmakarışıktı. Bir taraftan isteğini sunmak icin en uygun anı kollamak gerektiğini duşunuyordu, diğer taraftan ise babasının duşunceli hali kafasına takılmıştı. Bu boyle olmayacaktı. Bekleyerek sadece vakit kaybediyor, dukkandaki ceşitler azalıyordu. Yaşadıkları yer kucuk bir kasabaydı. Sadece bir tane bakkal dukkanı, bir tane de hem tup satan hem de ayakkabı satan bir dukkan vardı. Butun kasaba tek bir yerden alışveriş yaptığı icin, zaman gectikce şansı biraz daha azalıyordu. En sonunda tum cesaretini topladı ve ayağa kalktı. Az once duşunceli ve sıkıntılı bir haldeyken cıktığı kapıdan, kesin bir kararlılıkla iceriye girdi. Babası, hala bıraktığı koşede, bıraktığı yerdeydi. Yumuşak adımlarla yanına doğru ilerledi .
- Baba burada ne yapıyorsun?
Mustafa Bey dalgın bakışlarını yerden cekip kızına doğru kaldırdı kafasını
- Hic kızım. Yabani otları ayıklıyordum.
- Babacığım, bugun oğleden sonra işin yoksa Nevzat amcanın dukkanına gidip bana bayramlık bişiyler bakalım mı? Orada cok guzel bir cift kırmızı ayakkabı gordum. Eğer satılmadıysa onları bana alırmısın?
Ne diyeceğini bilemedi Mustafa Bey. Sanki kactığı şey en sonunda yakalamıştı onu. Dalgın bakışlarını yere indirdi. Cunku gozunden akmasına engel olamadığı gozyaşlarını kızının gorup de uzulmesini hic istemiyordu. Avuclarıyla actığı cukura, toprakla birlikte gozyaşlarını da gomdu. Boğazına duğum atmışlar, ağzı kilitlenmişti sanki…. Kucuk kızına hic cevap veremedi. Pınar babasının dalgın olduğunu bildiği icin, duymamış olacağını duşunerek sorusunu tekrarladı. Fakat gene o canı sıkıcı sessizlik…. Oylece kalakaldı Pınar. Geri donemezdi cunku o ayakkabılardan vazgecmeye hic niyeti yoktu, devam da edemezdi cunku sorusunu ucuncu kez tekrarlamaya da cesareti yoktu. Hem alacağı cevabın hoşuna gitmeyeceğini az cok kestirmişti sanki…Taş kesilmiş gibi dikildiği bahcenin ortasında, yanında dikildiği fasulye sırığından hicbir farkı yoktu. Tıpkı onun gibi sessiz ve hareketsizdi. Mustafa Bey, kızının bir yanıt beklediğini biliyor fakat ne cevap vereceğini de bilmiyordu.
Mustafa Bey, belediyede zabıta memuruydu. Aynı zamanda ek iş olarak ciftcilik yapıyordu. Babasından yadigar 40 donumluk tarladan başka hicbir mal varlığı yoktu onceleri. Memur maaşıyla beş cocuğunu okutması imkansızdı. Mecburen ciftcilik yapmaya başlamıştı. İlk once elden duşme iyi kotu calışan bir traktor aldı. Daha sonra pulluk, capa, mimzer derken bir ciftciye lazım olabilecek butun aletleri toparladı. Hatice teyzenin sattığı bademliği temizlemiş tarla haline donuşturmuştu. İki parca bağ, meyve bahcesi, babadan kalma 40 donumluk arazi ve Hatice teyzeden alınan bademlik, bugune kadar idare etmişti onları. Bu yuzden cocukları hic yokluk hissetmemişti. Ama bu sefer durum farklıydı. Kucuk kızının bilmediği bir şey vardı. Yaklaşık 4 aydır maaşını alamıyordu. Belediye başkanı butceden kendine cıkar sağlıyor, memurlarını ise mağdur durumda bırakıyordu. Kasada kuruş yoktu, bu bekleyişin ise daha ne kadar sureceği belirsizdi. Başkanın dolandırıcı olduğu ise cok sonraları cıkacaktı ortaya…Şimdi yokluk kavramını hic tanımayan bu masum yavruya nasıl acıklanırdı bu durum? Kendisi 5 yaşındayken , 33 yaşında veremden olen annesinin adını koyduğu kucuk kızına nasıl anlatacaktı? Onun boynunu bukup arkasını donerek gitmesini gormeye dayanabilirmiydi acaba?
Bu sıkıntılı bekleyiş en sonunda Pınar’ın sabrını taşırmıştı. Koşarak bahceyi terk etti . Hic duşunmeden gene o duvar dibindeki setin ustune oturdu. Guneş etkisini iyice arttırmış, cevredeki tablodan değişen bir şey olmamıştı. Tıpkı bıraktığı gibiydi… İn cin top oynuyordu boş sokaklarda… Kimsecikler yoktu. Kafasını bacaklarının arasına sıkıştırıp ellerini de kafasının iki tarafına dayayıp guneşe karşı siper olarak kullandı. Onların yerine , kırmızı ayakkabıları giydiğini hayal ettiği terliklerine bakarken iki damla yaş suzuldu gozlerinden. Bir şeyi bu kadar cok isteyip de alamamak ne kadar da kotu bir duyguydu. Guneş ışıklarıyla buluşan gozyaşları birer yıldız gibi parlayarak pıt pıt duştuler ayak uclarına.Fakat bu ışıltı, toprakla buluştuğu halde etkisini azaltacağı yerde daha da artırıyordu sanki. Ellerinin tersiyle sildi yanaklarını ve daha cok eğilerek baktı yere. Aman Allahım! Bu bir şakamıydı! Tam orada, sağ ayağının dibinde bir avuc dolusu altın duruyordu. Fermuarı acık kalmış el orgusu , kilim desenli cuzdanın dışına gelişiguzel dağılmış altınlar goz kırpıyordu sanki Pınar’a . Neler yoktu ki icinde… Altın zincir, kupe, bilezikler… Pınar’ın az onceki uzuntulu ve duşunceli halinden eser kalmamıştı. Yerde duran altınları toprakla karışık doldurdu cuzdanın icine . Sağına ve soluna bakınarak kimsenin gormediğinden emin olmak istedi. Babasına surpriz yapacaktı ve onun karşılaşacağı manzara karşısında sevineceğinden adı kadar emindi. Sevincle babasının yanına koştu. Cuzdanı iki eliyle arkasın saklayıp :
- Baba, hadi gel seninle Nevzat amcanın dukkanına gidelim,
dedi. Mustafa Bey can sıkıntısının vermiş olduğu kızgınlıkla sert cıktı kucuk kızına:
- Yok kızım, paramız yok, Ne o dukkana gidebiliriz, ne de sana ayakkabı alabiliriz. Paramız yok kızım. Hangi parayla alacaksın ayakkabıları?
- İşte bunlarla!
Pınar iki elinin ayalarını birleştirdi, avuclarında tuttuğu altınları babasına doğru uzatmış sırıtıyordu. Cocuk aklı işte! Babasının da bu habere en az onun kadar sevineceğini duşunmuştu. Fakat aldığı tepki pek de umduğu gibi olmamıştı. Mustafa bey sevineceği yerde , sanki suc işlemiş gibi baktı kızına.
- Kızım nereden buldun bunları, calmadın değil mi? Bak doğruyu soyle, tamam alacağım sana istediğin ayakkabıları ama ne olur doğruyu soyle
- Ne calması baba! Dışarıdaki beton setin ustune oturmuştum, ayağımın dibinde buldum. Valla yalan soylemiyorum baba, valla calmadım!
Mustafa Bey kızına inanmak istiyordu. Calmış olamazdı. Cocuklarının hicbiri yapmazdı. Gozuyle gorse inanmazdı zaten… Pınar icin ise bu durum ikinci bir yıkım oldu. Babasının bakışlarındaki şuphe onu kahretmişti. Bir anda tum hevesi kactı, inadı kırıldı. Artık ayakkabı da istemiyordu, bayram da. Az once onun icin vazgecilmez olan maddi değer, yerini babasının bakışlarından sızan manevi değerle yer değiştirmişti. Babasının, onun calmış olabileceği ihtimalini duşunebilmiş olması bile cok kırıcıydı onun icin. Bayrama ait kurduğu tum hayalleri, babasıyla birlikte bahcenin tam ortasında oylece bırakıp eve koştu. Evde ondan başka hic kimse yoktu. Yer minderlerinin ustune attı kendini . Bu sefer hıckıra hıckıra ağlıyordu. Ses tonundaki isyan, kucuk yaşına rağmen oğrendiği kadere değil, Allah’a idi. Ne kadar cok bağırırsa o kadar cok iyi duyar belki sesimi diye var gucuyle ağlıyordu.
Tam o sırada, yer yer dokulen mavi boyaların acıkta bıraktığı alanların kuf tuttuğu demir kapının gıcırtısıyla irkildi. Bu gelen annesi olabilirdi. Ağlamasına kısa bir mola verdi, pur dikkat annesi ile babasının az sonra yapacakları konuşmayı dinlemek icin , sinek girmesin diye yarı acık bırakılmış pencerenin yanına comeldi. Yanılmamıştı, gelen annesiydi. Onun gelişine hic kimse Mustafa Bey kadar sevinmiş olamazdı. Cunku kafasındaki soru işaretlerini gidermek icin Cennet hanıma cok ihtiyacı vardı.
- Hayrola Bey, bitiremedin mi hala işini. Bıraktığım gibi kalmışsın. Sabahtan beri ne yapıyorsun o bahcede Allah aşkına?
- Bırak şimdi bahceyi filan. Gel bak sana ne gostereceğim. Bunları az once
Pınar getirdi. Guya bulmuş. Sabahtan beri başımın etini yiyor. Bizim Nevzat’ın dukkanında bir cift kırmızı ayakkabı gormuş. Baba illa bana onu al diye yalvarıyor. Ben de paramız yok kızım dedim. O da elinde bu cuzdanla geri dondu. Sen olsan ne duşunurdun?
- Ben de sana onu diyecektim. Komşumuz Nazife hanımın yanından geliyorum. Oğlu vardı ya. Mithat. Hatice Teyzenin kızı Nazmiye’yle soz keseceklerdi bugun yarın. Ama altınları kaybetmişler. Evinin bahcesinde dovunup duruyor garibim. Bizim kızın bulduğu altınlar onların olmalı. Dur ben hemen goturup gostereyim, bakalım onların mı?
Cennet hanım kilim desenli cuzdanı kaptığı gibi kaşla goz arası ortadan kayboldu. Şimdi bekleme zamanıydı. En az hastahane kapısında doğacak cocuğunu bekleyen bir babanın bekleyişi kadar terleten ve endişeli bir bekleyişti bu! Cennet Hanım izinin ustune geri dondu. Bu erken donuşu ummayan Mustafa Bey alacağı haber icin ayağa kalktı. Mahkeme heyetinden cıkan olumlu cevabı elinde taşıyan bir juri uyesi edasıyla iceriye giren Cennet Hanım, gururla eşinin beklediği cevabı sundu. Altınlar gercekten de Nazife Hanımındı. Hani derler ya, *altın bulmuş gibi sevindi* derler ya, durum tam olarak bunu anlatıyordu. Nazife hanım ise tam bir duşuncesizlik orneği sergilemiş, kuru bir teşekkurle yetinmişti. En azından Pınar icin ucbeş kuruş sıkıştırabilirdi Cennet Hanımın eline …Derin bir *oh*ceken Mustafa Bey, o an kararını verdi. Zaten olan olmuştu. Kızına alacağı bir cift ayakkabı onu ne oldurur, ne de diriltirdi. Hem kızının ne kadar cok istekli olduğunu daha iyi kavramıştı. Kirlenmesin diye kıvırdığı gomleğinin kollarını indirdi, pantolonunun pacalarındaki tozu silkeleyip, saatlerdir bir arpa boyu bile yol alamadığı bahceden cıkıp evin acık olan camına doğru unledi:
- Pınaaaaaaaar! Kızım neredesin? Hadi giyin de gel. Nevzat amcanın dukkanına gidiyoruz
Pencerenin altında taş kesilmiş olan Pınar, yaşasın diye zıplayarak hızla giyinmek icin yatak odasının yolunu tuttu.Babası anlamasın diye de gozlerini sildi. Bir cırpıda ustunu değiştiren kucuk kız , babasının eline yapıştığında ise, o anda dunyada ondan daha mutlu hicbir cocuğun olamayacağını duşunuyordu. Yol boyunca kafasında bayramlık elbiselerini ve ayakkabılarını hayal ederek tatlı ruyalara daldı. Nevzat amcanın dukkanına girdiklerinde sevinci daha bir arttı. Cunku kırmızı ayakkabılar hala olduğu yerde duruyorlardı. Cok şukur alan olmamıştı. Kalın apartman topuk, yandan ince kırmızı bantlı, tabanı lastik, oldukca ağır pırılı pırıl parlayan bir cift rugan ayakkabı….Her ne kadar babası seciminin onun yaşına uygun olmadığı konusunda uyarmışsa da, dinlememişti. Gunlerdir hayallerini susleyen bu pırıltıdan nasıl vazgecebilirdi ki….
Eve geldiklerinde akşam yaklaşıyordu artık. Gun batmış, guneş cekilmiş, sessiz yollar akşam telaşına duşmuş insan sesleriyle kalabalıklaşmış, yaşlılar her zamanki yerlerini almış, gunduz uykularını uyuyan cocuklar, neşe icinde mahalle aralarını doldurmuşlardı. Kasabanın cıkışında, Hasanbaba dağının eteklerinde yer altından cıktığı varsayılan tatlı bir su kaynağı vardı. Pınar ve arkadaşları, haftada iki-uc kez , ellerine kucuk bidonlar, ıbrıklar alıp oraya su doldurmaya giderlerdi.Boylece hem vakit gecirmiş olurlar, hem de yol boyu gulup eğlenirlerdi. Anneleri cocuklarının emekleri ziyan olmasın diye, bu kaynaktan getirilen suyla pişen cayın daha lezzetli olduğunu anlatırlar, cocuklar da her seferinde daha bir iştahla koşarlardı Hasanbaba dağının eteklerine… Evde bırakılan kucuk kardeşler bende gidicem diye ağlamaktan kendilerini yerlere atar, burunlarından akan sumukleri toza toprağa bulanan kollarına surerlerdi. Onlar tepinirken, ablaları coktan yolu yarılamış olurlardı ….
Pınar elindeki poşetle yaşlıların oturduğu setin bir ucuna ilişti. Kazım dede, kel Mahmut amca, cıbırların Hikmet, Gecekli, tum kadro eksiksiz oradalardı. Sevincten ici icine sığmıyor, poşetin ağzını acıp aldığı şeyi herkese gostermek istiyordu. Kendilerini koyu bir sohbetin icinde kaybeden ekip ise Pınar’ın geldiğini fark etmedi bile…
Pınar gozunu Hasanbaba dağının eteklerine dikmişti. Arkadaşlarının su doldurmaya gittiğini biliyordu. Bayramı bekleyemezdi. Aldığı şeyi mutlaka gosterip havasını atmalıydı oracıkta. Kasaba dağın hemen dibine kurulmuştu. Bu yuzden goruş mesafesi yakındı. Surusunu otlatmaya cıkan cobanın azılı kopekleri bile cok rahat gorulurdu. Az sonra karınca sırasını andıran cocuklar, ellerindeki bidonlarla ipe dizilmiş boncuklar gibi dağın yamacından kasabaya doğru yol aldılar. Pınar’ın ici icine sığmıyor, kalbi kut kut atıyordu. Sokağın alt başından Şerife’nin geldiğini gorunce hic duşunmeden poşetin ağzını actı , kırmızı ruganlarını ayağına gecirdi, yandaki tokayı da ilikledikten sonra o koca tabanlı ayakkabılarla bayır aşağı koşmaya başladı. Ona sorsan koşmuyor da ucuyordu sanki. Kucuk ayaklarına hic yakışmamış ayakkabılarla yere attığı her adım pat pat ses cıkarıyor, yerden avuc dolusu toz kaldırıyordu. Her şey silinmişti gozunden. Bayram, altınlar, babası, her şey…
Tam arkadaşlarıyla arasında beş-altı adımlık bir mesafe kalmıştı ki, bir anda ayaklarının altında bir boşluk hissetti. Yol kayıp gitmiş, yok olmuştu sanki. Sağ baş parmağına batan taşın acısıyla durakladı, eğildi ve ayaklarına baktı. Gozlerine inanamadı. Ayakları cıplak, ayakkabıları ise birkac adım gerisindeydi.
Ne olduğunu anlamak o kadar da guc değildi aslında… Cunku aylardır Nevzat amcanın kohne dukkanının camından iceriye sızan keskin gun ışığı ayakkabıların ozunu almış, bayır aşağıya koşarken yuk ayak parmaklarına binince de, buna daha fazla dayanamayan ince bağcıklar tek tek kopuvermişti…
__________________
AL ayakkabılar
Bilim ve Teknoloji0 Mesaj
●27 Görüntüleme
- ReadBull.net
- Teknoloji Forumları
- Bilim ve Teknoloji
- AL ayakkabılar