[B]
KURAN'I KERİM TEFSİRİ
(ELMALILI MUHAMMED HAMDİ YAZIR)


9-TEVBE:

"BerĂ‚et" bu kelimenin asıl kok mĂ‚nĂ‚sı, "Mufredat" ve "Basair"de acıklandığına gore herhangi bir cirkin şeyden kurtulmak ve uzaklaşmak demektir. Kadî Beydavî Bakara Sûresi'nde (Ă‚yet 54) Ă‚yetinin tefsirinde der ki; bu terkibin aslı bir şeyin kendisinden olmayan şeylerden arınıp saf hale gelmesi, halis olması mĂ‚nĂ‚sınadır. "Hasta hastalığından, borclu borcundan beri oldu." denildiği zaman kurtulmak anlamına soylenmiş olur. "Allah Âdem'i balcıktan berĂ‚e eyledi." denildiği zaman saflaştırmak şeklinde inşa etmek anlamına kullanılmış olur. Bu iki mĂ‚nĂ‚ ile de kelime dilimizde kullanılmaktadır: Mesela "BerĂ‚at-i zimmet asıldır." denildiği zaman, başından itibaren inşa suretiyle olan hulus, yani halislik ve selamet mĂ‚nĂ‚sı kastedilmiş olur. Cezada suctan berĂ‚et etmek de boyledir. LĂ‚kin borctan berĂ‚et yine aynı anlama gelebildiği gibi, daha ziyade ibra veya arınma şeklinde olur ki, bu da tafassi denilen kurtulma yoludur. Hukuk terimi olarak kelimenin anlamı boyle olduğu gibi, bir de bundan alınarak kelimenin siyasette ve ozellikle diplomaside kullanılan mĂ‚nĂ‚sı vardır ki, Ă‚yette asıl gozetilmiş olan mĂ‚nĂ‚ da budur. Nitekim Ebu Bekri Razi bunu acıklayarak "Ahkam-ı Kur'Ă‚n"da der ki; "BerĂ‚et, dostluk antlaşmasının kesilmesi, dokunulmazlığın kaldırılması ve sağlanmış olan eman (guvence)ın sona erdirilmesidir". Fahreddin Razî de tefsirinde der ki; "Beraetin mĂ‚nĂ‚sı dokunulmazlığın kaldırılmasıdır". denilir ki, "Aramızda dokunulmazlık kesildi, aramızda ilişki kalmadı." demektir. İşte burada berĂ‚et herhangi bir cirkinlikten ve noksanlıktan salim olmak ve uzaklaşmak demek olan aslî mĂ‚nĂ‚sını korumakla birlikte bilhassa siyaset hukuku ve milletler arası hukuk dilindeki ıstılahî anlamı gecerlidir: "Savaş cıkmasını gerektiren bir ilişki kesme" demektir. İşte boylece sûrenin ilk Ă‚yeti bir ultimatom ve ondan sonrası da bunun gerekcesi ve bu gerekcenin herkese duyurulması ve acıklanmasıdır. Şoyle ki:

Bu bir berĂ‚ettir, yani bu oyle onemli ve kesin bir ilişki kesmedir, saldırmazlığın sona erdirilmesidir, oyle bir ultimatomdur ki, Allah'tan ve Resulu'nden o antlaşma yapmış olduğunuz muşriklere.

Goruluyor ki, bu Ă‚yet, "falandan falana mektuptur" denilmesi gibi bir başlık uslubundadır. Fakat burada herhangi bir mektup veya sıradan bir yazının değil, muntazam bir resmî tebliğin, ozellikle diplomasi edebiyatının uslubu, bir akit feshinin, bir ultimatom başlığının butun gerekli unsurlarını iceren gayet acık bir yazışmanın orneği vardır. Bundan once tebliğin mahiyeti, yani ne iduğu ortaya konmuş, ikinci olarak gonderen ve gonderme aracı, ucuncu olarak kime gonderildiği ve onların kimler olduğu, dorduncu olarak da ilgililer tamamıyla belirtilerek gayet veciz ve aynı zamanda acık ve etkili bir ifadeyle tarif edilmiş ve gosterilmiştir. Bununla kısaca şu anlatılmıştır ki, bu tebliğin sebebi şirk ve muslumanlarla onceden yapılmış olan antlaşmalardır. Demek oluyor ki, muslumanlarla onceden yapılmış antlaşması olmayanlara, esasen boyle bir ilişki kesme ihbarının yapılmasına luzum yoktur. Ancak muslumanların ahitleşme yapmış oldukları muşriklere karşı doğrudan doğruya antlaşmayı bozmaksızın, işin başında antlaşmanın feshini ve ilişkisinin kesildiğini bildirmeleri lazım gelmiştir. Cunku aşağıda sebepleri acıklanacağı uzere, Allah ve Resulu o ahitlerden beridirler. Bilindiği gibi, muahade ahitleşmek demektir. Ahit ise mutlak anlamda akit ve sozleşme demek ise de asıl mĂ‚nĂ‚sı karşılıklı yemin ile yapılmış olan akit demektir. En kuvvetli ve en gecerli yemin ise Allah'a yapılan yemindir. Her muslumanın yapacağı yemin de boyle bir yemindir. Muşrikler ise muşrik oldukları icin onların gozunde Allah'a yapılan bir yeminin hicbir hukmu ve kıymeti yoktur. Bundan dolayı yaptıkları ahdin hakkına Allah icin riayet etmezler, inancları gereği olarak herhangi bir şekilde ahitlerini bozmaktan kacınmazlar. Ve boylesine menfaat uzerine kurulu bir ahit de zaten hakiki ve samimi bir ahit olmaz. Bununla beraber muslumanlar icin, her kiminle olursa olsun bir ahit yapılmış ise onu sonradan karşı tarafa haber vermeden bozmaya kalkışmak zulum ve hıyanet olur.

Bu haksızlığı yapmak da muslumana haram kılınmıştır. Boyle bir ahitten kurtulmak icin uc yol vardır: Birincisi; ahit belli bir sureye bağlı olarak yapılmış ise o surenin dolmasını beklemektir.

İkincisi; istenildiği zaman feshedilebileceği şartına bağlı olarak yapılmışsa, o şarta gore hareket etmektir.

Ucuncusu; "Her hangi bir kavimden bir hıyanet endişe edersen, hemen ahidlerini reddettiğini dupeduz kendilerine bildir." (EnfĂ‚l, 8/58) Ă‚yeti gereğince karşı taraftan bir hıyanet tehlikesi belirmesi karşısında o sozleşmeyi yuzlerine calmak (nebz) şekliyle yapılacak olan fesihtir ki, bu suretle aldatıp baskın etkisi yapılmamış ve acıktan acığa durustluk cercevesinde davranılmış olacağından hıyanet edilmiş olmaz .Ve bu şekilde bu berĂ‚et bir onceki sûrede, EnfĂ‚l Sûresi'nde gecen "nebiz" emrinin ayrıntılı bir tatbikatı demektir ki, bu Ă‚yette boyle bir başlık altında bu hususlar kısaca yer aldıktan sonra, bu ultimatomun iceriği de şu Ă‚yette ozetlenmiştir:

2- İmdi şu andan itibaren yeryuzunde dort ay daha seyahat ediniz, gezip dolaşınız.

"Seyahat", suyun akması gibi, kolayına geldiği şekilde yeryuzunde gezip dolaşmaktır, şehirlerden ve beldelerden uzaklara varıncaya kadar istediği yere gitmek ve seyr u sefer etmektir. Bu suretle seyahat anlamı icinde serbestce dolaşmak ve genişce hareket etmek mĂ‚nĂ‚sı vardır. Sonra alışılmış şartların dışına cıkılacağından seyahat sırasında yemek icmek konularında da bir nevi imsak ve perhiz gerekeceğinden, bir bakıma oruclunun seyahat edene benzetilmesi de onun onemli bir hazırlığı icap ettirmesinden dolayıdır. Bu da gecim sıkıntısı olmamaya ve refaha bağlı bulunur. Bunun icin "seyahat ediniz" sozunde "gidiniz veya seyr u sefer ediniz" sozunden daha fazla bir genişlik ve musaade mĂ‚nĂ‚sı ve daha ziyade hazırlıklı bulunmak ihtarı vardır. Emir şeklinde yapılmış olan bu ihtar ve uyarıdan maksat, mutlaka seyahata cıkınız şeklinde bir emir değildir. Bu mutlak anlamda bir ibahadır ki, şoyle demek olur:

Ey bu haberin kendilerine eriştiği ahit yapmış olan muşrikler, birdenbire ve habersiz bir şekilde muĂ‚hedenizin feshiyle haksızlığa uğratılacağınızı sanmayın, şu andan itibaren size dort ay daha muhlet var. Bu sure icinde katil ve savaş gibi saldırılardan uzak olarak, dilediğiniz gibi, geniş geniş hazırlanmakta serbestsiniz ve hursunuz. Ondan sonra ilişkilerimiz tamamen kesilmiş ve savaş durumu başlamış olacağından bu muddet icinde kendi can ve mal guvenliğinizi iyice duşununuz, her turlu ihtiyat tedbirini alınız, harp hazırlıkları yapmak, savunmaya hazırlanmak, kacacak veya sığınacak bir yer bulmak gibi kendiniz icin uygun gorup arzu edeceğiniz hususların yerine getirilmesi konularında gerek İslĂ‚m diyarında, gerek yeryuzunun başka bolgelerinde bir seyyah durumunda dilediğiniz gibi iyice hazırlanınız.

Bu suretle Ă‚yetten maksadın boylesine bir serbestliği bildirmek ve uyarıda bulunmak olduğu halde, bunun "dort ay daha seyahat edebilirsiniz" şeklinde bildirilmeyip de "seyahat ediniz" şeklinde bir emir kipiyle acıklanması iki nukteyi icine alır:

Birisi, bu seyahat ve hazırlığın onlardan istenen bir şey gibi olduğuna işarettir.

İkincisi; her ne yaparlarsa yapsınlar, her nereye giderlerse gitsinler, Allah'ın hukmune mahkum bulunduklarını ifade etmektir. Hatta cok onemli olan bu husus ayrıca ve acıkca ortaya konularak buyuruluyor ki:

Dort ay daha seyahat ediniz ve bununla beraber şunu da biliniz ki, siz oyle seyahat ve hazırlıklarla Allah'ı aciz bırakacak değilsiniz. O'ndan kacıp kurtulacak değilsiniz. Ve şurası kesindir ki, Allah kĂ‚firleri hor ve hakir bir hale getirecek ve perişan edecektir.

Bundan sonra eski itibarlı halinizi surdurmenize imkĂ‚n yoktur. Ya kufurden ve şirkten vazgecip Allah'ın emrine boyun eğer, teslim olursunuz, ya da dunya ve ahirette perişan olursunuz.

Bu dort ayın Şevval'dan itibaren Muharrem sonuna kadar olan dort ay olduğu hakkında Zuhrî'den bir kavil varsa da, diğer tefsir Ă‚limleri, bu tebliğin yapıldığı Zilhicce'nin onuncu gununden itibaren Rebîu'l-Ă‚hir'in onuna kadar gecen dort aylık sure olduğunu soylemişlerdir ki, doğrusu da budur. Zira Cessas'ın da hatırlattığı ve uzerinde durduğu şekilde raviler, bu sûrenin, Hz. Ebu Bekir'in hac emiri olarak Medine'den hareketinden sonra nazil olduğu konusunda ihtilaf etmemişlerdir. Şu da var ki, o sene henuz muşriklerin Ă‚deti olan "nesî' " kalkmamış olduğundan Zilhicce'nin onu sayılan hac gunu, gercekte Zilka'de'nin onu demek olduğu icin soz konusu dort ayın sonu da Rebîu'l-evvel ayının onuncu gunu demek olduğu da, Ebu Hayyan'ın nakline gore Mucahid gibi bazı mufessirler tarafından zikredilmiştir. Şu halde Muharrem sonu sadece onceden antlaşması olmayan muşrikler hesabına goz onunde bulundurulmuş olabilir. Bunun da başlangıc tarihinin Şevval'in başından değil, yine Ă‚yetin ilan gunu olan Zilhicce'nin onundan itibaren hesap edilmesi gerekir. Nitekim İbnu Abbas'dan boyle rivayet de bulunmaktadır.

3- Velhasıl bu, oylesine kesin bir berĂ‚ettir ki, Hacc-ı ekber gunu, Allah ve Resulu tarafından butun insanlara bir ezan, bir duyurudur, yani mumin veya mumin olmayan, ahit yapmış ve yapmamış olan herkese bir ezan, her sınıf insanın kulağına sokulacak olan ve aşağıda bildirildiği şekilde bir ilan, bir ilamdır: ki Allah muşriklerden kesinlikle beridir, Resulu de, aynı şekilde muşriklerden beridir. Ve bunun icindir ki, Allah Resulu, bu sene muşriklerin de bulunabileceği hacda bulunmamıştır.

Burada o seneki haccın "ekber" diye vasıflandırılmasında bir kac mĂ‚nĂ‚ vardır.

1- Umreye "hacc-ı asgar" yani "kucuk hac" denildiğinden ona gore asıl hac da buyuk hac, yani "hacc-ı ekber" olmuş olur. Hudeybiye antlaşmasından sonra hicretin yedinci senesinde kaza Umresi yapılmış idi. (Bakara Sûresi'nde "Haccı ve umreyi Allah icin tamamlayın." (Bakara 2/196) Ă‚yetinin tefsirine bakınız). Bu şekilde o gun "hacc-ı asgar" olmuş idi. Hicretin sekizinci senesinde Mekke fethi gercekleşmiş ve İslĂ‚m'da ilk hac işte bu dokuzuncu sene başlamış idi. Şu halde bu mĂ‚nĂ‚ ile bundan boyle "hacc-ı ekber" her sene yapılacak demektir. Cunku bu anlamda "hacc-ı ekber" demek, asıl anlamıyla hac gunu demektir.

2- Bir hac işini meydana getiren fiil ve hareketlerin en buyuk kısmı, en esaslı menasiki demek olur ki, bu da her sene yapılan her hacda mevcuttur. Buradaki buyukluk, bir haccın diğer haclara veya diğer ibadetlere nisbetle buyukluğu değil, aynı haccın kendi rukunleri arasındaki nisbet bakımındadır. Gerci bu "zikr-i cuz irade-i kul" gibi bir mecazdır. Fakat bu mĂ‚nĂ‚nın Ă‚yetteki buyuk hac gununu tayin bakımından ozel bir değeri ve anlamı vardır.

3- Muslumanlarla muşriklerin toplandığı pek buyuk bir topluluk ve İslĂ‚m diyarında ilk ve son kere olarak yapılan ve bu berĂ‚eti ilan etmekle fevkalade onem kazanan muhteşem ve azametli hac demek olur ki, bu ifadede, işte bu dokuzuncu senede ve Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan haccı, mutlak anlamda ekber ozelliğiyle tanıtmaya yonelik bir tahsis vardır. Yani bu suretle ve bu ozellikte bir hac, ne bundan evvel olmuş, ne de olacaktır. Fakat haccın bu mĂ‚nĂ‚ ile buyukluğu biraz izaha muhtac gorulmuştur.

4- İslĂ‚m'ın şanını ve izzetini, şirkin de duşukluğunu acıklayan hac demektir ki, bu mĂ‚nĂ‚ o seneki hacca uygun duştuğu gibi, ertesi sene Hz. Peygamber'in yaptığı veda haccına da oncelikle uygun duşmektedir. Zira bu ilan ve beraetin asıl hukmu o zaman yerine getirilmiş ve "Bu gun size dininizi kemale erdirdim." (MĂ‚ide 5/3) Ă‚yetinin nuzulu ile İslĂ‚m'ın kemaliyle ilgili tecelli asıl o gun meydana gelmiş ve "Hac menasikini benden alıp oğrenin." hadisi şerifi uyarınca İslĂ‚mi anlamda hac asıl veda haccında gercekleşmiştir.

Gercekten de ilk olarak Hz. Ebu Bekir'in emirliğinde yapılan birinci hac, yukarıda acıklanan bazı ozellikleriyle o zamana kadar gorulmemiş bir hac ise de yine de buyukluğu bir bakıma izafi bir buyukluk sayılır. Cunku Hz. Peygamber'in bilfiil bulunmaması ve muşriklerin katılmış olması, cıplak tavaf ve "nesî" gibi bazı muşrik Ă‚detlerinin henuz ortadan kaldırılmamış olması dolayısıyla "berĂ‚e"nin tam anlamıyla gercekleşememesinden dolayı o hac birtakım noksanlıklar icermekteydi. Ve butun bunlardan dolayı o haccın butun değeri, ertesi sene yapılacak olan Hz. Peygamber'in de bulunduğu hacca bir başlangıc olmasındaydı. Hic şuphe yok ki, bu saydığımız sebeplerden dolayı mutlak mĂ‚nĂ‚da ekber olan hac, Hz. Peygamber'in haccıdır. Ve "İşte buyuk hac gunu budur" hadisi şerifi de bunda zahirdir. Bununla beraber Ă‚yetin yalnızca Peygamber'in haccına tahsisi de apacık değildir. Zira veda haccında bu ilanın kendisi değil, hukmunun gercekleşmiş olması soz konusudur. Âyette bahsedilen şey ise ilanın kendisidir. Bunun icin "Taberi Tefsiri", İbnu Sîrin'in "Yevmu'l-haccıl-ekberden muradın, Resulullah'ın bulunduğu ve kendisiyle birlikte ummetinden de bircoklarının katıldığı veda haccıdır." dediğini naklettikten sonra, demiştir ki; bu mĂ‚nĂ‚ Ă‚yetteki "ezan" hukmunun gercekleştiği buyuk hac gunudur ki, o da Hz. Peygamber"in hac yaptığı senedir". Bu da dolaylı ve kapalı bir istidlale muhtactır.

Şu halde Ă‚yetteki "hacc-ı ekber" tabiri, yalnızca Ebu Bekir'in haccına munhasır olmayıp, Hz. Peygamber'in haccına da oncelikle delalet etmekte ise de bunu burada yalnızca Resul'un haccına tahsis etmek de doğru değildir.

Şu halde gelelim "gun" meselesine: Yevm, gun demek olduğu gibi, genel olarak "vakit" mĂ‚nĂ‚sına gelebilir. Buna gore "Hac gunu", hac vakti, hac zamanı anlamına gelebilirse de Ă‚yetin zahirine gore, bunun hac zamanından bir gun olmasıdır. Ustelik oyle bir gun ki, dort aylık yasağın başlangıcını belirleyen bir gun olabilsin. Halbuki yukarıda verilen birinci, ucuncu ve dorduncu mĂ‚nĂ‚lara gore, "hacc-ı ekber gunu" demek, hacc-ı ekber vakti demekten fazla birşey ifade etmez. Bu ise seneye ve aya ihtimali olsa da cok cok Arefe gununden başlayarak Mina gunlerinin sonuna kadar olan hac gunlerinin icine alır. Nitekim bazı mufessirler bu goruşteler. İbnu Atıyye, tefsirinde demiştir ki, hadislerden anlaşıldığına gore Hz. Ali, bu Ă‚yetleri Arefe gunu Hz. Ebu Bekir'in hac hutbesinden hemen sonra okumuş, fakat insanların hepsinin işitmediğini gormuş, bir kere de Bayram gunu Mina'da okumuştur. Hatta Hz. Ebu Bekir, o gun Ebu Hureyre ve daha başkalarını Hz. Ali'ye yardımcı olmaları icin gorevlendirmiş, bunlar da Zulmecaz v.s. Arap carşılarında bu işi takip etmişlerdir. Buna gore, Sufyan b. Uyeyne'nin de dediği gibi, bu gunun hac gunlerinin butunune şĂ‚mil olması acıklık kazanıyor. Mucahid'in de hacc-ı ekber gunu, butun Mina gunleridir, muşriklerin Zulmecaz, Ukaz ve Mecenne'de bulundukları sırada iclerinde "Bu seneden sonra muşrikler muslumanlarla birlikte hac yapamayacaklardır!" diye nida ettirilinceye kadar olan toplantı zamanlarıdır, dediği naklediliyor.

Gercekten de Ebu Hureyre (r.a.)nin kendisinden de rivayet edilmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Ali'yi, BerĂ‚e Sûresi ile muşriklere gonderdiği zaman ben de Ali ile beraberdim. Ben de nida ediyordum, hatta sesim kısıldı ve şoyle soylemekle emrolunmuştuk: Bu seneden sonra bir muşrik haccetmeyecek ve Beyti uryan (cırılcıplak) tavaf etmeyecek, Cennete ancak mumin olan girecek. Her kimin Resulullah ile arasında bir ahit varsa onun da dort aylık suresi vardır. Dort ay gectikten sonra Allah, muşriklerden uzaktır, Resulu de." demiştir. Fakat bu arada soz konusu dort aya başlangıc teşkil edecek belli bir gunun de belirlenmesi lazım gelir ki, "Buyuk hac gunu" deyiminden acıkca ortaya cıkacak mĂ‚nĂ‚nın sozkonusu hac gunlerinden bir teki olması gerekir. Bundan dolayıdır ki, butun mufessirler bunu genel anlamda "hac gunleri" şeklinde değil de, hac gunlerinden belli bir gun olarak gostermişlerdir. Bu da ancak "hacc-ı ekber" deyiminin ikinci mĂ‚nĂ‚sını gozetmekle mumkundur. Boylece bu gun "hacc-ı ekber"in en buyuk bir gunu demek olacaktır. Bu da ya Arefe gunu veya bayramın birinci gunu olabilecektir. "Hac Arefedir." hadisi şerifine bakınca bu gun Arefe gunu olarak gorulur. Ve bu hadisi şerife gore, bazıları bunun Arefe gunu olduğuna kail olmuşlardır ki, nakledildiğine gore Hz. Omer, Abdullah b. Zubeyr, Ebu Cuhayfe, TĂ‚vus, Ata, Abdullah b. Museyyeb bunlar arasındadır. LĂ‚kin Bakara Sûresi'nde de ( Ă‚yet, 197-203) izah olunduğu gibi, "Hac Arefedir." buyurulması, Arafat vakfesine yetişemeyenin hacca yetişememiş olması bakımındandır. Bu ise haccın en buyuk kısmının Arefe olmasını gerektirmez, cunku yalnızca Arefe'yle hac tamamlanmış olmaz. Hac ancak bayram gunu tamam olabilir. Tavaf, kurban, remy-i cimar (şeytan taşlama) ve halk (traş olma) gibi hacla ilgili gorevler ancak bayram gunu tamamlanabilir. Gercekten de Peygamber Efendimiz, veda haccında bayramın birinci gunu cemrelerin yanında durup "İşte hacc-i ekber budur." buyurduğu da rivayet edilmişti. Bu sebeple mufessirlerin coğu hacc-ı ekber gununun Bayram'ın birinci gunu olduğuna kĂ‚il olmuşlardır. Ebu Musa el-Eş'arî, İbnu Ebi Evfa, Muğıyre İbnu Şu'be, İbnu Cubeyr, İkrime, Şa'bî, Zuhrî, İbnu Zeyd ve Suddî bunlardandır.

Sonuc olarak denilebilir ki, sûrenin başı muşriklere karşı onceden yapılmış antlaşmaların feshiyle mutlak olarak berĂ‚etin ortaya cıkmasını ve bunun suret ve hukmunu haber vererek ve ilan ederek, gereğinin yerine getirilmesini onemle belirtmektedir. Ve iş bu de herkese ilan ve ilamın luzumunu ihbar ve tarihini tesbit eden, tahakkukunu te'kid ve aşağıda geleceği uzere sebep ve sonuclarını acıklayan bir beyannamedir. Baştaki berĂ‚et "o kimselere" diye henuz ulaşmak uzere bulunan mutlak anlamda bir berĂ‚attir. Bu ikinci ise ise diye ile sılalanmış, bilfiil gercekleşmeye başlamış olan berĂ‚ettir. Ve her ikisinde de berĂ‚etin muteallakı (ilgi alanı) muşrikler, ilanın muteallakı ise gerek kĂ‚fir, gerek mumin butun insanlardır. Yukarıda gecen ceşitli rivayetlerden anlaşıldığı uzere, Hz. Ali bunu ilana memur edilmiş, Arafattan itibaren Mina gunlerinin nihayetine, yani kurban bayramının ucuncu gunune kadar o sene hac vaktinde bu ilan yapılmış ve bu arada dort aylık surenin başlangıcına bayram gunu başlangıc olmuştur. Bu ozellikleriyle sûrenin başı veciz ve acık bir "nebz", bir ilişki kesme ultimatomu olmuş, bu ikinci Ă‚yetten itibaren de butun esbab-ı mucibesiyle ve acıkca bir savaş ilanı beyannamesini ihtiva etmektedir. Şoyle ki:

Ey insanlar, hepiniz bilmiş olasınız ki, Allah, muşriklerden uzaktır. Resulu de. Bununla beraber tevbe ederseniz bu sizin icin hayırlıdır. Yok eğer yuz cevirirseniz, tevbeden vazgecerseniz veya İslĂ‚m'dan veya verdiğiniz sozu tutmaktan yuz cevirirseniz ve yola gelmezseniz, iyi biliniz ki, siz Allah'ı aciz bırakamazsınız. Onun azabından kacıp kurtulamazsınız. Ve ey Muhammed, o kĂ‚firleri elîm bir azab ile mujdele.

4- Ahdini bozanlara aşağıda bildirildiği şekilde dort aydan fazla muhlet tanıma, ancak o muşrikler icinde kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız, ustelik size hicbir şeyi eksik bırakmayanlar, yani antlaşma şartlarından hicbirine riayetsizlik etmeyenler, size doğrudan doğruya hicbir zarar vermedikleri gibi, size karşı olan hicbir kimseye de arka cıkmayanlar (Nitekim Hz. Peygamber ile yaptıkları antlaşma şartlarına riayet eden Beni Huzaa'ya saldıran Beni Bekr gibi ki, bunlara Kureyş muşrikleri silah yardımı yapmışlardı), işte boyle dolaylı yollardan bile zarar vermeyenlere, işte boylelerine antlaşmada belirlenen muddetin dolmasına kadar sure tanıyın. Yani bunları o antlaşmaya uymayanlarla karıştırmayın ve bir tutmayın. Oburleri gibi, bunlara da dort aylık sure bitince hemen savaş acmaya kalkışmayın. Bunlara onlar gibi muamele etmeyin. Antlaşma şartlarında belirlenen sure doluncaya kadar bekleyin, o surenin tamamı tamamına bitmesini gozetin ve siz de antlaşma şartlarına uyun. Cunku Allah, muttakileri muhakkak sever. Sozleşme şartlarına uymak da takvadandır. İsterse karşı taraf muşrik olsun, onlar arasında bile ahdine riayet eden vefalı kimselerle etmeyen gaddarları eşit tutmak takvaya aykırıdır.

Rivayet olunduğuna gore, Resulullah ile muşrikler arasında "KĂ‚'be'yi tavaftan kimseyi engellememek ve Mekke şehrinde kimse tehdit edilmemek ve korkutulmamak" uzere bir genel sozleşme, ayrıca Huzaa, Mudlic v.s. Arap kabileleri ile o kabilelerin ozelliklerine gore yapılmış olan ve belli sureleri iceren ikili sozleşmeler vardı. Ne zaman ki, Hz. Peygamber Tebuk Seferi'ne cıktı, o zaman savaşa katılmayıp Medine'de kalan munafıklar, etrafa ceşitli yalan haberler yaymaya başladılar. Bunun uzerine de muşrikler ahitlerini bozmaya başladılar. Oyle ki Hz. Peygamber'in Tebuk'ten donduğunde onların bircoğu ahitlerini bozmuş bulunuyorlardı. Bunun uzerine yukarıda da anlatıldığı şekilde bu sûre nazil olmuş, ahitleri yuzlerine fırlatılıp atılmış ve "nebz" edilmiş oldu. Ancak Beni Damra ve Beni KinĂ‚ne gibi pek az kabile ahitlerini bozmamış idi. İşte genel bir "nebz"den sonra bu Ă‚yette ozel ve ikili antlaşmalara temas edilerek ahitlerine riayet etmiş olan bu gibi kimselere, antlaşmaların ozelliğine gore o antlaşmalarda belirtilen surenin sonuna kadar sure tanınması, istisnai bir durum olarak bildirilmektedir. Onlar bir noksan iş yapmadıkca antlaşmada belirlenen surenin sonuna kadar onlara muhlet tanınması emrolunmaktadır. Yukarıda gectiği uzere, Hz. Ali tarafından dorduncu madde olarak ilan edilen ve "Her ahit sahibine ahdi itmam olunacaktır." fıkrası da bunu icermekteydi.

Yine denilmiştir ki, en fazla suresi bulunan antlaşma da Beni Kinane'nin bir oymağı ile yapılmış olan bir antlaşmaydı, onun da dokuz aylık suresi kalmıştı. O da tamamlandı. Demek ki, bu ilandan dokuz ay sonra Arap Yarımadası'nda ahit sahibi hicbir muşrik kalmamış oluyordu.

5-Butun bunlar bilindikten sonra şimdi şu haram aylar sıyrılınca, gecip gidince ki bu aylar "Onlardan dort tanesi haram aylardır." (Tevbe 9/36) dort aydır. "Sana haram aylarda savaş yapmayı sorarlar..." (Bakara 2/217) Ă‚yeti uyarınca normal senelerde gecerli olan haram aylar ki, Zilka'de, Zilhicce, Muharrem ve bir de Recep diye bilinen aylar olmayıp, Ă‚yetinde soz konusu olan ve Kurban Bayramı'ndan sonrasını icine alan dort aylık suredir. Bunun ilk elli gunu bilinen haram aylar kapsamına giriyor ise de geriye kalan yetmiş gunu bunun dışındadır. Fakat bu ilana gore, soz konusu gunler de tıpkı haram aylar gibidir. Bu arada şu da anlatılmış oluyor ki, sozleşmeyi iceren herhangi bir ay da tıpkı haram aylardan olur. Yani tanınan dort aylık sure icinde saldırı veya savaş yasaktır, ahitlerine riayet edenlerin muddetleri bitinceye kadar da durum yine boyledir. Fakat bu haram aylar cıkınca, yani tanınan dort aylık sure dolunca, artık o muşrikleri nerede bulursanız katlediniz, oldurunuz. Yani dort aydan sonra artık onlarla aranızda savaş durumu başlamıştır. Şu halde onların saldırılarını beklemeksizin hemen onlara savaş acınız, haram ve helĂ‚l farkı gozetmeden onları nerede bulursanız ve nasıl oldurebilirseniz oylece oldurunuz. Bununla beraber sunnette musle yapmaktan, yani burun ve kulak gibi organları kesmekten ve bir kimseyi durdurup, elini kolunu bağlayarak ok ve benzeri aletlerle yavaş yavaş ve işkence ile oldurmekten menedilmiştir. Bundan başka Hz. Peygamber buyurmuştur ki, "Oldurme yonunden insanların en iffetlisi iman ehlidir." Ve yine "Oldurduğunuz vakit guzellikle oldurun." diye buyurmuştur. İşin boyle olması gerektiğini şu Ă‚yetler de ima yollu anlatır: Ve onları tutunuz, yakalayıp esir ediniz. Demek oluyor ki, tutup esir almak mumkun iken hemen oldurmeye kalkmamalıdır ve onları hasrediniz, bulundukları yerden cıkıp serbestce dolaşmalarına, şuraya buraya gitmelerine izin vermeyiniz, onlar icin her mersada oturunuz yani kacırmamak, gecirmemek icin evine, işine veya ticaret icin sefere gidecek her gecidi tutup onları goz altında bulundurunuz. Artık tevbe ederlerse, yani şirkten vazgecip imana gelirlerse Namazı kılıp zekatı verirlerse, yani namaz ve zekatı kabul ederek musluman olurlarsa hemen yollarını acınız, koymuş olduğunuz engelleri kaldırınız, yukarıda soz konusu edilenlerden hicbirini yapmayınız, onları kendi hallerine bırakınız. Cunku Allah gafurdur, rahîmdir. İmana girmelerinden dolayı, daha once yapmış oldukları şeyleri, şirk, kufur ve haksızlıkları bağışlar, ustelik iman ve taatlerine ecir ve sevap da verir. Demek ki, o muşriklere ya olum ve esaret veya İslĂ‚m'a girmekten başka birşey bırakılmamıştır. İleride de geleceği uzere, onlardan, ehl-i kitapta olduğu gibi, cizye dahi kabul edilmeyecektir. Hasan Basri rivayet etmiştir ki; esirlerden biri, Hz. Peygamber'e işittirecek şekilde "Allah'a tevbe ederim, Muhammed'e tevbe etmem." diye uc kere bağırmış, Peygamber Efendimiz de "Bırakınız, hakkı ehline tanıdı." buyurmuştur.

6-Bu noktada tevbe ile ilgili olarak savaşta karşı tarafa, harbîye tanınacak eman meselesine de dikkat cekilerek buyuruluyor ki; Ve eğer muşriklerden biri sana isticare ederse, yani soz konusu sure sona erdikten sonra bile sana sığınırsa, senden eman isterse, senin kendisine eman verip car olmanı, saldırıdan himaye etmeni talep ederse sen de ona eman ver, ta ki, Allah kelĂ‚mını dinlesin. Kur'Ă‚n'ı ve gerceğin delillerini dinlesin, davet ettiğin dinin hakikat ve hakkaniyetine muttali olmak imkĂ‚nını elde etsin. Zira o dili bilenler icin yalnızca işitmek hakikatı anlamaya kafi gelebilir.

Rivayet olunuyor ki, Hz. Ali'ye muşriklerden bir adam geldi, "Bu sure bittikten sonra şayet bizden bir kimse Allah'ın kelĂ‚mını dinlemek icin veya başka bir ihtiyac icin Muhammed'e gelecek olsa hemen oldurulecek midir?" dedi. O da "Hayır, cunku Allah TeĂ‚lĂ‚ şoyle buyuruyor." dedi ve Ă‚yetini okudu. Hz. Ali'nin bu sozu zahiren Ă‚yete aykırı gibi gorunur. Zira Ă‚yette hacet zikredilmemiş, yalnızca "Allah'ın kelĂ‚mını dinleyebilsin" diye buyurulmuştur. Bunun icin denilmiştir ki, ihtiyactan maksat, herhangi bir dunya haceti değil dinle ilgili bir ihtiyactır. Zira Peygamber Efendimiz'e gelecek olan kimse dinle ilgili bir ihtiyac icin gelir. Allah kelĂ‚mıyla ilgili olan her turlu iş, mesela inanc problemleriyle ilgili sorabileceği her turlu soru ve alacağı cevaplar, onlara ait deliller genel olarak Allah kelĂ‚mını dilemiş olmak gibidir. Fakat dikkat olunursa, Ă‚yette aksine yasak getiren bir ifade ve ima yoktur. Oyleyse haceti boyle sınırlamaya da luzum yoktur. Zira Ă‚yette isticare mutlak anlamda eman dilemek şeklindedir. "TĂ‚ ki, Allah kelĂ‚mını dinleyebilsin." kaydı "eman"a değil, "fe ecirhu"ya muteallaktır. Bu ise şu demektir ki, eman dileyen hangi maksat ve hacetten dolayı dilerse dilesin, eman veren onun Allah kelĂ‚mını dinleme imkĂ‚nına kavuşacağını, bu dinlemedeki hikmeti ve faydayı gozeterek eman vermelidir. Şu halde dinleme isteyeni bu gaye ile, yani bir dini hacet ve talep ile eman dilerse ona eman vermek vacip olur. Fakat mutlak surette veya bir dunya ihtiyacından dolayı eman dilerse ona mutlaka eman vermek vacip olmaz. Yerine gore, caiz de olabilir, hatta reddi de vacip olabilir. Şu halde bu Ă‚yetten başlıca şu sonuclar cıkarılabilir:

1. Bazı Ă‚limler demişlerdir ki; bir kĂ‚fir, itikat etmek icin bizden iman ve tevhidin ve Hz. Peygamber'in nubuvvetinin delillerini ve gerekcelerini oğrenme talebinde bulunursa, yani bu konuda ikna olmak isterse, Allah'ın birliğini ve Hz. Peygamber'in gercek peygamber olduğunu anlatmak ve bu konudaki belge ve delileri ortaya koymak uzerimize vacip olur. Ve bir harbî, boyle bir talepte bulunduğu zaman bu delilleri acıklayıp belgeleri ortaya koymadan onu oldurmeye kalkışmak caiz olmaz. Zira Allah TeĂ‚lĂ‚ yukarıda acıklanan bunca ilandan ve surenin sona ermesinden sonra bile "ta ki, Allah kelĂ‚mını işitebilsinler" diyerek onlara eman verilmesini emir buyurmuştur. Bu emir şuna delalet eder ki, her kim bizden işiyle ilgili bir şeyin tarifini talep eder ve bu konuda yardım dilerse ona o istediği şeyi oğretmek uzerimize vacip olur.

2. Fıkıh Ă‚limleri demişlerdir ki, bir harbî, dĂ‚r-ı İslĂ‚m'a dahil oluverirse kendisi de, malı da ganimet olur. Ancak İslĂ‚m'a girmek niyetiyle Allah kelĂ‚mını işitmek gibi bir şer'î maksat veya ticaret icin eman dileyerek ve eman alarak girerse, hatta bir sabinin veya bir mecnunun verdiği eman ile dahi girerse, bunların verdiği emanın birer şupheli eman olmasına rağmen o harbînin saldırıdan korunması vacip olur. Herhangi biri, İslĂ‚m diyarına bir elcilik gorevi ile giderse elcilik bizatihi emandır. Birisi dar-ı İslĂ‚m'daki bir malını almak icin girer ve o malın da emanı bulunursa, o malın emanı, aynı zamanda sahibinin de emanı olur.

Hasılı oyle, o maksatla eman ver, sonra da onu guvenlik icinde guvenli yerine ilet. Allah kelĂ‚mını dinledikten sonra iman etmezse bile canı ve malı saldırıdan korunmuş olarak onu guvenli olduğu mahalline kadar, yani vatanına kadar ilet.

Binaenaleyh dinleyicinin uzun sure İslĂ‚m diyarında tutulup bekletilmesi de caiz değildir. İşte bu, yani bu eman ve iblağ emri şundan dolayıdır ki, bunlar gercekten bir şey bilmez bir kavimdirler. İman ve İslĂ‚m'ın hakikatını ve ahkamını bilmezler ve hatta bu Arap muşrikleri her hususta cahil bir kavimdir. Şu halde eman lazımdır ki, hakkı duysunlar da hicbir mazaretleri kalmasın.

Bu esaslar anlaşıldıktan sonra berĂ‚enin hikmet ve sebeplerine gelelim:

Bu ilan uzerine antlaşma yapmış olanlara karşı bu şekilde bir berĂ‚et ilanı ve ilişki kesme, bir ahde vefasızlık ve şu halde bir haksızlık, bir saldırı demek olmaz mı, gibi bir şuphe soz konusu değildir. Cunku:

MeĂ‚l-i Şerifi

7. O muşriklerin Allah katında ve Resulu katında herhangi bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram yanında antlaşma yaptıklarınız var ki, bunlar size karşı doğru durdukca siz de onlara doğru olun. Allah (hainlikten) sakınanları elbette sever.

8. Onlarla nasıl sozleşme olabilir ki, sizin aleyhinize ellerine bir fırsat gecse, hakkınızda ne bir antlaşma gozetirler, ne de bir yemin. Dil ucuyla sizi hoşnud etmeye calışırlar, fakat kalbleri o kadarına da razı olmaz. Zaten onların coğu fasıktırlar.

9. Allah'ın Ă‚yetlerini az bir cıkara değiştirdiler de Allah yolundan engellediler. Gercekten de bunlar ne fena şeyler yapageldiler.

10. Bir mumin hakkında ne bir yemin gozetirler, ne de bir antlaşma. Bunlar işte boyle haddi aşan kimselerdir.

11. Eğer tevbe ederler, namazı kılarlar, zekatı verirlerse dinde kardeşleriniz olurlar. Biz Ă‚yetleri, bilen bir kavme acıklarız.

12. Eğer verdikleri sozden sonra yeminlerini bozar ve dininize dil uzatırlarsa, o kufur onculerini hemen oldurun. Cunku onların yeminleri yoktur. Ola ki, vazgecerler.

7- O muşrikler (yani ahitlerine riayet etmeyen muşrikler) icin Allah katında ve Resulu katında bir ahit nasıl bulunur ki? Boyle doğruluktan sapan kimselerin gercekte ahdi mi kalır? Ancak Mescid-i Haram yanında kendileriyle antlaşma yapmış olduklarınız mustesnadır. Yani soz konusu muşrikler icinde henuz sozunde duranlar ve ahde vefa gosterenler olabilir. Onun icin yukarıda da istisna edilmiş, haklarında "Onların suresini, sozleşmedeki surenin bitimine kadar itmam et." buyurulmuştur. İşte bundan dolayı bunlar size doğru durust davrandıkları muddetce siz de onlara karşı durust olun. Yani yukarıdaki istisna ve sozleşme suresinin sonuna kadar bekleme emri de mutlak değil, bu şarta bağlı olarak gecerlidir. Şayet diğerlerinin yaptıkları gibi, bunlarda surenin dolmasını beklemeden ahitlerini bozarlarsa bunların da ahdi kalmaz. Yok eğer surenin sonuna kadar uslu dururlarsa sizin de sonuna kadar sozunuzde durmanız gerekir. Cunku Allah, muhakkak ki, muttakileri sever.

Goruluyor ki, bu Ă‚yetin fĂ‚sılası ile yukarıdaki istisna Ă‚yetinin fĂ‚sılası aynıdır. Boylece Ă‚yetler birbirine tercii bend ile bağlanmış gibidir. Bu bağlantı ile o Ă‚yette soz konusu edilen kimselerin bu Ă‚yette soz konusu edilenlerle aynı kimseler olduğu gosterilmiştir. Zira onceki istisna her zamanda, her devirde meydana gelebilecek olaylarla ilgili genel ve kullî bir kavram uzerinedir. Bu istisna da o Ă‚yetin asıl nuzul sebebi olanlara uygulanmasıdır.

Acaba Mescid-i Haram yanında antlaşma yapan bu insanlar kimlerdi? Kureyş veya Huzaa denilmiş ise de buradaki ıtlak (genel manada kullanılması) ile onun doğru olmadığı anlaşılmaktadır. Zira Kureyş de, Huzaa da bu sûrenin nuzulunden bir sene once Mekke fethiyle birlikte İslĂ‚m'a girmiş idiler. Burada muahedeleri devam eden muşrikler arasında sayılan bu mustesnalar arasında onların bulunması bu acıdan mumkun değildir. Bunun icin Beni Kinane ve Beni Damre denilmiştir. Fakat anlaşılıyor ki, Beni Kinane'nin de hepsi değildir. Bu konuda en acık rivayet, Taberi ve daha başkalarının kaydına gore, İbnu İshak'ın rivayetidir. Denilmiştir ki, bunlar Hudeybiye gunu Hz. Peygamber ile Kureyş arasında yapılan antlaşmada belli surenin sonuna kadar Kureyş'in ahdine dahil olmuş bulunan Beni Bekir kabileleridir ki, bu antlaşmayı Kureyş'den şu belli oymak ile, yani şu bilinen Kureyş muşrikleri ile Beni Bekir'den Beni Duil'den başkaları antlaşmayı ciğnememişlerdi. Şu halde Beni Bekir'den antlaşmayı bozmayanlar icin "Size karşı doğru ve durust oldukları muddetce..." Ă‚yetiyle soz konusu muddetin sonuna kadar sozleşme şartlarına muslumanların da riayet etmeleri emrolundu. Şu halde mesele gayet ince ve naziktir. Zira buna gore antlaşmanın aslı Hudeybiye MuĂ‚hedesi'dir. Hudeybiye, Mekke'nin yakınında olmak bakımından Ă‚yette "Mescid-i Haram yanında..." buyurulmuştur. Bununla muĂ‚hedenin onemine ve kuvvetine ve bunu ciğnemenin pek buyuk bir curum olduğuna da boylece işaret edilmiştir. Boyle olduğu halde muşrikler bu sozleşmeyi bozmuşlar, Kureyş'in ahdine dahil olan Beni Bekir'den Beni Duil, Resulullah'ın ahdine dahil Huzaa'ya saldırmış, Kureyş muşrikleri saldıran tarafa silah yardımı yaparak saldırganları teşvik edip desteklemiş, bunun uzerine soz konusu muĂ‚hede bozulmuş ve bu saldırıya karşı koymak icin harekete gecilmiş, bu da Mekke'nin fethiyle sonuclanmıştı. Huzaa kabilesi ile colde yaşayan bir iki kucuk kabileden başka Kureyş, olduğu gibi İslĂ‚m'ı kabul eylemiş, busbutun yeni bir durum ortaya cıkmıştı. Boylece Hudeybiye MuĂ‚hedesi, esas itibariyle suresinden once bozulmuş ve ortadan kalkmıştır. İşte dikkat ceken nokta burasıdır ki, boyle esas itibariyle ortadan kalkmış olan bir sozleşmenin dolaylı yollardan ilgisi bulunan ve o muĂ‚hedenin bozulmasına katılmayan ve şartlara doğru durust riayet edenler hakkında, onun hukmunu kalkmadığı ve onlar bu durust tutumlarını surdurmek şartıyla muĂ‚hedenin yazılı suresinin bitimine kadar gecerli ve bu durumda bile onun şartlarına uymanın ehl-i İslĂ‚m icin bir zorunluluk olduğu ve onu hice saymaktan sakınmak gerektiği onemle ihtar edilmektedir. Halbuki dış gorunuşuyle asıl taraf olan Kureyş'in sozleşmeyi bozmasıyla, yani aslın sukutu ile fer'in de sukut edeceğine hukmetmek lazımgelirdi. Demek oluyor ki, burada bu kıyasın aksine, şupheli ahdin de ahit hukmunde tutulması, Allah ve Resulu katında diyanet, doğruluk, Allah'tan sakınma ve hikmetin gereğidir. Bunun boyle olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim bundan dolayıdır ki, İslĂ‚m fakihleri "şuphe-i eman emandır" demişlerdir. Şu halde burada ne kadar yuksek bir ilĂ‚hî hukuk esası bulunduğunu gozden kacırmamak gerekir.

Ayrıca burada soz konusu edilen Beni Bekr, "Taberî Tefsiri"nde acıkca yer aldığına gore, Beni Kinane'nin bir kolu olan Beni Bekr'dir. demek ki, Beni Kinane ve bunlardan Beni Bekr kabilelerinin hepsi de ahde riayet etmiş değillerdir. Zira Hudeybiye MuĂ‚hedesini ilk once bozanlar bunlar icinden Beni Duil olmuştur. Şu halde Beni Kinane veya Beni Bekr Huzaa'ya saldırmakla Hudeybiye MuĂ‚hedesini bozdular denildiği zaman bunun icinde Beni Duil'in de dolayısıyla bulunduğunu anlamalıdır. Yine bunun gibi, Beni Kinane veya Beni Bekr, ahitlerini bozmadılar denildiği zaman da iclerinden Beni Duil'den başkalarını anlamak gerekir.

8-Evet nasıl olur? O muşriklerin şu halleri ile Allah ve Resulu katında bir ahdi nasıl olabilir? Ki size bir ustunluk sağlarlarsa, ellerine bir fırsat gecer de size karşı bir zafer elde ederlerse hakkınızda ne bir ill, ne de bir zimmet gozetmezler.

İll: Esasında keskinlik veya parlaklık mĂ‚nĂ‚sından alınarak feryad, yemin, ahit ve yakınlık anlamlarına kulanılan bir kelimedir. İbranice "ill" Arapcalaşmış olarak "ilĂ‚h" anlamına geldiği de soylenmiştir. Bu takdirde Allah adına yapılmış olan yemin demek olur.

Zimmet: Korunması ve himayesi, gereken ve yitirilmesi de zemmi gerektiren her hangi bir iş anlamına ahd u eman, taahhut, emanet ve gorev demektir ki, bozulması ve riayet edilmemesi kınanmayı icap ettirir. İşte bu anlamdan alınarak şeriatte bir kişinin lehinde ve aleyhinde îcaba (kabullenme) ve isticaba (kabul etmeye) ehil olması vasfına denilir ki, ahdi bulunan kişi diye de tarif edilir. Başka bir deyişle hukuki şahsiyyet, yahut bunu teşkil eden mumeyyiz vasıf, yani hak ve vazife ehliyyeti demektir. Onceki lugat mĂ‚nĂ‚sı ile borc bir zimmettir. İkinci şer'î mĂ‚nĂ‚ ile ise zimmette olan şeydir. (ÂrĂ‚f Sûresi'nde "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? "Evet", dediler." (Ă‚yet: 172) Ă‚yetinin tefsirine bkz). Tasavvurdaki borc bu yaratılıştaki anlaşma ile, yani insan varlığındaki tevhid ve marifet kabiliyeti ile, bilfiil borc da buna dayalı olarak bilfiil yapılan taahhut ile sabit ve gecerli olur. Âyet selb-i kullî (tam olumsuzluk) ile varid olduğuna gore, dış gorunuşuyle hangi anlamda olursa olsun onlar ill (ahid) ve zimmet namına hicbir şey tanımazlar demek olur. Yani bir fırsat bulurlarsa butun ahitlerine rağmen sizin hakkınızda ne Allah'ı, ne yeminlerini, ne yakınlıklarını, ne de ahitlerini ve zimmetlerini tanımazlar, hepsini hice sayarlar. Ne kadar feryad etseniz, cağırıp bağırsanız yine de tanımazlar. En keskin, en parlak kutsal haklara ve verdikleri ahde bakmazlar goz gore gore size kıyarlar, dilediklerini yaparlar. Bununla beraber butun bu mĂ‚nĂ‚lar, şu iki noktayla ozetlenebilir: Ne ilĂ‚hî, ne beşerî hicbir hakkı ve ahdi gozetmezler. Sizden kendilerine sağlanacak haklarda değil, kendilerinden size sağlanacak haklarda sizin hakkınızı gozetmezler. Ağızlarıyla sizi razı ve hoşnud etmeye calışırlar. VefakĂ‚rlıktan, dostluktan, insaniyyetten ve insaftan bahseder, iman ve taatten dem vururlar, kandırmak ve inandırmak icin yeminler ederler. Verdikleri sozler tam tersine cıktıkca asılsız mazeretlerle ozur dilerler, uydurma sebepler ve bahaneler bulurlar. LĂ‚kin butun bunları sadece dil ucuyla yaparlar halbuki kalpleri hep cekimser kalır, ağızlarındaki soz gonullerinden gecirdikleri niyyetlerle taban tabana zıttır. Ağızlarından cıkanlar kuru ve boş laflardan ibarettir. Dostluk değil, iki yuzluluk yani yağcılıktır. Ve bunların pek coğu fasıktır. Taatten ve ahitten uzaklaşmış, aldırışsız ve inatcıdırlar. Pek az bir kısmında gorulduğu gibi, haksızlıktan cekinecek, namussuzluktan sakınacak ne bir inancları, ne kotulukten engelleyici insafları, ne de bir insani yiğitlikleri ve mertlikleri yoktur. Utanmaz ve arlanmaz kimselerdir.

9- Allah'ın Ă‚yetlerini az bir paraya sattılar. Ahitlerin yerine getirilmesini ve her hususta durust davranılmasını emreden Allah'ın Ă‚yetlerini gayet az ve onemsiz bir şeye, bir anlık dunya ihtiraslarına değiştiler de Allah yolundan engellediler. Allah'ın yolunu kestiler, Allah'a giden yola engeller koydular, Beytullah yolundan, hak dinden, İslĂ‚m'a girmekten, ibadet ve itaatten vazgecirmeye calıştılar. Denilmiştir ki, Ebu Sufyan ve İbnu Harb, Peygamber'in tarafını tutanları bir yana bırakıp, yalnızca kendi taraftarlarına bir ziyafet vermişti. Bu bir lokma yemek sebebiyle onlar da Ebu Sufyan'ın tahrikiyle ahitlerini bozmuşlardı. Hakikaten bunlar ne fena işler yapıyorlardı, yahut otedenberi yapageldikleri şeyler kendileri icin ne kadar fena oldu, ne kadar pahalıya mal oldu.

10- Hicbir mumin hakkında ne bir yemin, ne de bir ahit gozetmezler. Yani butunuyle İslĂ‚m ummeti hakkında gozetmedikleri gibi, muminlerden bir tek kişi hakkında bile hicbir hakkı ve ahdi gozetmezler. Ve işte bunlar o saldırganlar o tecavuzkĂ‚r tutumlarını surduren kimselerdir. Hak hukuk tanımayan, haddi aşan, zulum ve saldırıdan, haksızlıktan geri kalmayan kimseler işte bunlardır. İşte saldırgan diye bunlara denir. Yoksa bunlara karşı usulunce berĂ‚et ilan edip savaş acacak olanlara değil. Cunku esas saldırganlar bunlardır.

11- İmdi bunlar eğer tevbe ederler, şirkten ve kufurden vazgecerlerse, namazı kılarlar, zekatı da verirlerse, o zaman dinde kardeşlerinizdirler. Sizin lehinize olan onların da lehine, aleyhinize olan onların da aleyhine olmak uzere butun hak ve gorevlerde sizinle eşit olurlar. Şu halde musluman oldukları takdirde kendilerini kardeş biliniz ve onlara kardeş muamelesi ediniz. Ve biz bu Ă‚yetleri bilen ve anlayan kavme ayrıntılı olarak acıklarız. Yani bu Ă‚yetlerin delalet ettikleri hukumleri anlayacak, tanıyacak olan bir kavme tafsilatlı olarak acıklıyoruz. Yukarıda gectiği uzere "anlamayan kavme" değil, ilmin değerini bilen, hakkı ve hukuku tanıyan kimselere boylece ayrıntılı olarak bildiriyoruz ki, onlar bu Ă‚yetlerden istifade ederler. Bu cumle, bu Ă‚yetlerde gizlenmiş bulunan derin mĂ‚nĂ‚ ve hikmetleri ve hukumleri iyice duşunup hakkını takdir ve ifaya teşvik icin zeyl halinde bir ara cumledir. Yani, Ey muminler! Siz bu Ă‚yetlerdeki ayrıntılı acıklamaların kadrini kıymetini biliniz, onları iyi anlayıp, ahkĂ‚mı ile amel ediniz. Onlar da değerini bilirler ve tevbe edip İslĂ‚m'a girerlerse, size kardeş olma şerefine ererlerse kendileri icin buyuk kurtuluş olur. Değerini anlamazlarsa o zaman kendileri bilirler.

12- Ve eğer ahitlerinden sonra yeminlerini de bozarlarsa ve sizin dininize ta'netmeye başlarlarsa, acıkca inkĂ‚r edip, kucuk duşurmeye ve sovmeye kalkarlarsa ki, o muşrikler hep boyle yaparlar. İşte bu iki durumda siz de o kufur imamlarını katlediniz. Yani yeminlerle tevsik ve te'yid ederek ahit verdikten sonra yeminlerini bozanlar ve dininize ta'n edenler kufurde ileri gitmiş, kufur imamı, kufur onderi, kufur elebaşısı olmuş olurlar. Şu halde o zaman siz de olmeyi ve oldurmeyi goze alıp bunlarla carpışınız, bunlara karşı savaş acınız. Şuphesiz ki bunların asla yeminleri yoktur. Hakikatte onlar icin, onların gozunde yemin denilen şey yoktur. Kalplerinde yeretmiş kutsal bir değer yoktur. Kalplerinde yeminin hicbir yeri, hicbir hukmu ve değeri olmadığından, butun yeminleri ağızlarıyladır. Ağızlarıyla ne kadar yemin etseler o da boştur. Yaptıkları yemine riayet etmezler. Yemine inanmadıkları icin yemin bozmayı mahzurlu gormezler. Yeminleri olmadığı, inkarda bu kadar ileri gitmelerinden belli olmuştur. Bunlarla artık bir ahit, bir antlaşma yapmak imkĂ‚nsızdır. Bunlarla bir sozleşme yapabilmek yeminsizlikten kurtulmuş olmalarına bağlıdır. Bu da ancak onlara savaş acmakla mumkun olur. Zira boyle kĂ‚firler katl ve kıtalden başka bir şeyden anlamazlar. Başka bir şekilde yola gelmezler.

Bundan dolayı bu yemin tanımayan kĂ‚firlere, bu kufrun elebaşılarına karşı savaş acınız ki vazgecsinler. O kufre ve sizin dininize ta'nedip, sovup saymaya, o yeminsizliğe ve ikide bir ahitlerini bozmaya bir son versinler.

Yani onları yola getirmek niyyeti ve azmiyle onlara karşı savaş acınız. Onlara karşı savaşmaktan asıl maksadınız bu olsun. Yoksa saldırganların Ă‚deti olduğu gibi, sırf yakıp yıkmak ve yok etmek ve sadece karşı tarafa zarar vermek veya eziyet edip oldurmek amacıyla olmasın.

Şimdi:

MeĂ‚l-i Şerifi

13. Yeminlerini bozan, Peygamber'i yurdundan cıkarmaya azmeden ve ustelik ilk once size saldırmaya başlayanlara karşı savaşmaz mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer mumin iseniz her şeyden once Allah'dan korkmalısınız.

14. Onlarla savaşın ki Allah, sizin ellerinizle onların cezasını versin ve ... onları rezil ve rusvay etsin, yardımıyla sizi onlara muzaffer kılsın. Ve mumin bir kavmin yureklerini ferahlandırsın.

15. Ve kalblerindeki ofkeyi gidersin. Allah dilediğine tevbeyi nasib eder. Allah her şeyi bilir, hukum ve hikmet sahibidir.

16. Yoksa siz hep kendi halinize terk olunacağınızı mı sandınız? Allah'ın, icinizden cihad edenleri ve Allah'tan, Resulu'nden, muminlerden başka kimseye sığınmayan ve başkaca sığınacak bir yer aramayanları gormediğini mi (zannediyorsunuz)? Allah butun yaptıklarınızdan haberdardır.

13- Boyle bir kavimle savaş yapmaz mısınız ki, yeminlerini bozdular ve Peygamber'i cıkarmak istediler. O Peygamber ki, iclerinde bulunduğu muddetce "Sen onların icinde olduğun muddetce Allah onlara azab edici değildir." (EnfĂ‚l, 8/33) Allah onları azaba uğratmayacaktı, yurtları selamet yurdu olacaktı. LĂ‚kin onlar kendileri icin ve butun Ă‚lemler icin rahmet olan bir peygamberi bile aralarında tutmak istemediler. Onu yerinden yurdundan etmek, kendi vatanlarını da dĂ‚r-ı harp yapmaktan cekinmediler. Bunu once Mekke'de istediler, hicret vaki oldu. Bununla beraber işin peşini bırakmadılar, daha sonra Medine'den de kovup cıkarmak istediler. (EnfĂ‚l Sûresi'nde 8/30. Ă‚yetin tefsirine bkz.) Yahudilerle işbirliği ederek Ahzab olayını gercekleştirdiler. Bir de "ihrac"ın diğer bir mĂ‚nĂ‚sıyla: Hudeybiye'den once ve sonra Hz. Peygamberi bir huruc hareketine ve saldırganlığa zorladılar. Gerci butun tahriklere rağmen bunu başaramadılar, fakat oyle olsun istediler. Ve ilk once onlar size başladılar. Size karşı savaş acan ilk once saldırıyı başlatan onlar oldular. Başlangıcta Resulullah onlara "Kitab-ı Mubin" ile geldi, mujdeler getirdi ve uyarıda bulundu, oğutler verdi ve birtakım gercekleri hatırlattı. Belgelerle, kanıtlarla doğruyu isbat etmeye cağırdı. Onlar bu konuda aciz kaldılar. Belge ve burhanla mucadele etmeyi bir yana bırakıp, kılıclara sarıldılar. Hz. Peygamber'i ve ona inananları oldurmeye kalkıştılar. Bu suretle kendi vatanlarını dĂ‚r-ı harb haline getirdiler, kendilerini de harbî durumuna duşurduler. Muslumanlarla aralarında harp halini ortaya cıkaran once onlar oldular. Bu bir mutareke (ateşkes) ahdi ile sonuclanmadan once Bedir'de savaşa azmettiler: Kervan gecip gittikten sonra bile, "Muhammed'e ve yanındakilere catmadan ve Bedir'de zevk u sefa yapmadan geri donmeyiz." dediler. Orada mağlup oldular, fakat Bedir'den Hudeybiye'ye kadar aralarında barış sağlanmadı ve hep savaş durumu surup gitti. Nihayet Mescid-i Haram civarında, Hudeybiye'de arzularına gore, bir muĂ‚hede meydana geldi. Bunu bozan ilk saldırı da yine onlardan geldi. Bunun uzerine Mekke'nin fethi gercekleşti. Kureyş muşriklerinin bircoğu İslĂ‚m'a girdiler, girmeyenler de umumi aftan yararlandılar. Bu kere de Huneyn Savaşı'na sebebiyet veren ilk saldırı da yine onlardan geldi. Nihayet yine rahat durmadılar. Tebuk Seferi'ni fırsat bilerek icerde ve dışarda ihtilal teşebbuslerinde bulundular. Buna gore bu gune kadar meydana gelen butun saldırıların ilk başlatıcısı onlardır. Yemini bozmak, Peygamberi cıkarma sevdası, sebepsiz yere saldırıya gecmek, işte bu uc sebepten her biri başlı başına birer savaş sebebi olduğu halde bunların hepsi kendilerinde birleşmiş bulunan bir kavme karşı siz artık savaşmaz mısınız? Bunlardan korkuyor musunuz? Bunlara karşı da savaşmıyacaksanız, bunun korkaklıktan başka ne sebebi olabilir? Eğer oyleyse Allah korkmanıza daha layıktır. Cunku Allah izin vermezse onlar size ne zarar verebilir, ne de fayda sağlayabilir. Hicbir şey yapamazlar. Fakat Allah'ın ilan ettiği bu emirlerine muhalefet edip onlarla savaşmayı terkettiğiniz takdirde başınıza gelecek ilĂ‚hî gazap ve azaptan sizi ne onlar, ne de başkası kurtarabilir. Eğer siz muminler iseniz bu boyledir. İman yalnızca Allah'dan korkmayı gerektirir. Yemine inananların yeminsizlere karşı savaşmaları gerekir.

14-O halde: onlarla savaşınız, harbe giriniz ki Allah, onları sizin ellerinizle cezalandırsın, azaba uğratsın, savaşın acılarını tattırsın: Olsunler, yaralansınlar ve esir olsunlar. Canlarından ve mallarından kayıp versinler, ve onları zelil ve perişan etsin, ve sizi uzerlerine mansur ve muzaffer kılsın, yardımıyla galip getirsin, ustun eylesin ve birtakım muminlerin gonullerine ferahlık versin. Huzaa gibi, kĂ‚firlerin eza ve cefalarına katlanmış, fakat onlara gerekli karşılığı verememiş, halleri yurekler acısı olan bir takım muminlerin gonullerinde elem ve keder bırakmasın, onların gonul dertlerini şifaya kavuştursun,

15- ve kalblerindeki gayzı, kin ve ofkeyi gidersin. Yani gonullere oyle bir şifa versin ki, ihtirasları arttıracak, yeni yeni oclere sebebiyet verecek, saldırgan bir imtikam şeklinde olmasın, tam aksine hakkın yerini bulmasından zevk alacak olan muminlerin kalplerindeki kinleri silsin, haklı ofkelere sebep olan zulum ve haksızlığı, saldırganlığı ortadan kaldıracak şekilde gayzdan azade bir hayat yaşatsın, gonulleri huzura kavuştursun.

Goruluyor ki, burada savaş emri uzerine beş ayrı hikmet ve fayda bina edilmiştir. Ve bunlar (vav) harfi ile birbiri uzerine atfedilerek beşi birden "savaşınız!" emrine cevap yapılmıştır. Şoyle ki:

1. Ta'zib, yani cezalandırma, sucluyu ve saldırganı hak ettiği cezaya carptırmak,

2. İhza, saldırganı zelil ve perişan edip, başkaldıramaz duruma sokmak,

3. Nusret: Muminlerin şan ve şerefini yucelmek,

4. Şifay-ı sadr: Ezilmiş ve acı cekmiş olan muslumanların gonullerine su serpip, ferahlık vermek,

5. Ofkeleri giderme: Hakkın yerini bulmasından dolayı, galip tarafı da, mağlup tarafı da yeni yeni kin ve ofkelerden korumak.

Bu beş maddelik gerekce, butunu birden meşru bir savaşın gayelerini beyan ve hedefin gercekleşmesini vaad etmektedir. Demek oluyor ki, savaşta en başta bir cezalandırma hikmeti vardır. Bir savaşı başarılı kılacak yuksek amaclara, her şeyden once oldurme, yaralama, tahribat ve mal kaybı gibi acı yollardan gidilebilecektir. Fakat bu cezalandırma, yukarıda da acıklandığı gibi, savaşın tek başına gayesi olamayacağı gibi, yalnızca bir eza ve cefadan ibaret olmamalıdır. Muminler, bu ilĂ‚hî azabı hak etmiş olan bir kavme, o azabın uygulanmasıyla gorevli bir el durumunda olduklarını bilerek, haksız ve faydasız ezalardan sakınmalıdırlar ki, yaptıkları iş kulların işi olmaktan cıkıp, hakkın cezalandırması haline donuşsun. Bu uğurda şehid olanlar azaba uğramadan Allah'ın rahmetine nail olabilsinler.

Bu boyle yapıldığı takdirde buna duşmanın perişanlığı ve alcaklığı sonucu eklenecektir ki, bu da savaşın ikinci hedefidir. Fakat bu da tek başına bir gaye, bir hedef değildir. Bu da ancak hak adına yapılan ilĂ‚hî bir hizy olduğu takdirde gercek amacına ulaşmış olacaktır ki, o da, muminlerin butunuyle duşmanlarına ustun gelmesi ve zafere kavuşmasıdır. Esas gaye de ilĂ‚hî yardıma ve nusrete kavuşmaktır. Yoksa duşmanlar zillete duşmekle beraber, muminler de diğer cihetten bir afete uğrayacak olursa harpten beklenen fayda sağlanmamış ve savaşın gayesi gercekleşmemiş olur. İşte bundan dolayıdır ki sırf cezalandırma, savaşın hedefi olamayacağı gibi, tek başına duşmanı kucuk duşurme gayretleri de oyledir. Savaşın esas gayesi, Allah'ın yardım ve nusretini ve rızasını kazanmaktır. Bu da gonullerdeki kin ve ofke ateşini silecek, gonullere huzur ve ferahlık getirecek nihai bir hedefi gercekleştirmiş olmalıdır. Zira elde edilmiş oyle zaferler olur ki, galiplerin başına daha buyuk dertler acar, galip tarafın gonlunu okşayan oyle gecici başarılar olur ki, daha buyuk kin ve ofkeler sacar. İşte işin başında duşmanı cezalandırma ve perişan etme gibi iki sebep, sonunda da gonulleri huzura kavuşturma ve ofkelerden arındırma gibi yine iki faide ile dengelenmiş bulunan bu formul, tam ortasında ve işin merkezinde de ilĂ‚hî yardımın yer almasıyla esas savaşın amacının bu iman ve bu maksat uzerine kurulu olmasını gerekli kılar. &#1