Baharın son gunleri... Akdeniz bolgesinde hava cok sıcak; yurunemeyecek kadar sıcak. Roma donemine ait bir su kemeri hattını izliyorum. Lykia Birliği'nin bir zamanlar başkenti olan Xanthos'tan, su kemerinin tepelerdeki kaynağına doğru ilerleyen patika yoldayım. Yontulmuş taşlardan oluşan hattı izleyip Cavdır koyune ulaşıyorum. Bir mezarlıktan hafif bir yokuş yaparak ilerleyen yolun kenarında, ustu yazılı mezar levhalarının arasından, pembe kirec doldurulmuş bir kanal uzanıyor.
Kızgın oğle guneşi altında, gozlerimi kırpıştırarak koye varıyorum. Burnuma ızgara keci etinin kokusu hucum ediyor; golgelik bir yerde yaptıkları mangalın cevresinde oturmuş bir aile beni yanlarına cağırıyor. Onlara doğru yuruyup sırt cantamı yere bırakıyorum. "Hoş geldiniz." Beni yemeye davet ediyorlar; sertce keci eti, tepeleme pilavın ardından pembe karpuz dilimleri ve ince belli bardaklarda sundukları cay aclığımı dindiriyor. Onlara su kemerini takip ettiğimi anlatıyorum. Buradaki kalıntıları onlar da biliyor. "Bir define haritan mı var?" diye soruyorlar. "Bazen burada sikkeler veya ustu yazılı taşlar buluruz. Bir de canak comlek." Bu yorede, hasat zamanından sonra define aramak bir alışkanlık. Cok zengin olmuş, yurtdışına hazine kacırmış veya kızının duğunu icin altın sikkeleri eritmiş insanlar hakkında pek cok oyku anlatılıyor. Olası bir hazine beni ilgilendirmiyor; ben eski yolların peşindeyim. Eski yollar hep ilgimi cekmiştir, ben de bu yolları birleştirerek bir yuruyuş yolu yaratma cabasındayım. Yolların toplamı Lykia Yolu'nu oluşturacak ve bu Turkiye'deki ilk uzun mesafe yuruyuş yolu olacak -Roma yollarından, goc yollarından, Osmanlı katır patikalarından ve orman yollarından oluşan 509 kilometrelik bir yol. 1990'ların sonlarında başladığım araştırmayı yaparken, harita cizimlerinden, nakliyede kullanılan deniz haritalarından, bulabildiğim her şeyden yararlandım. 1999'da Garanti Bankası'ndan aldığım bir odul, yolu işaretlememi sağladı. 2000'de yolun rehber kitabı yayımlanmış, yol halka acılmıştı. Başarı zamanla geldi -basında cıkan birkac haberden sonra yolu denemek isteyenlerin e-posta mesajları gelmeye başladı. Kaliforniya'dan gelen ise harikaydı: "Lykia Yolu'nu bir hamakla yurumeyi planlıyorum. Her gece hamağımı asabileceğim ağaclar bulacağımdan emin olabilir miyim?"
Ancak tum bunlar icin daha zaman var... Yuruyuşume devam ediyorum; su kemerinin kaynağı olan ve soğuk, berrak suların fışkırarak aktığı, hic bozulmadan gunumuze ulaşan taşlardan yapılmış tunelin yanından geciyorum. Tepelere doğru yol alarak, koylulerin yazın kacıp geleceği geniş yaylayı ardımda bırakıyorum. Yaklaşık 600 metredeyim; tepenin dikliği aşağıdaki sahil kasabalarını gizlese de, sağ tarafımdaki deniz, gumuş parıltılarla ufka doğru uzanıyor.
Taşlık patika ormandan cıkıp bir yukseltiye doğru tırmanıyor. Tepeye vardığımda iki kopek havlayıp dişlerini gostererek bana doğru hucum ediyor. Elime birkac irice taş alıyorum; gerekirse ilk saldıran ben olayım diye. Kopeklerin sahibi gurultuyu duyup onları yanına cağırıyor. Bana donerek "Artık guvendesiniz" diyor. Yanına yaklaşıyorum.
"Hoş geldiniz" diyor ve adının Huseyin olduğunu soyluyor. Buğday ekiyor ve koyun besliyormuş. Az ilerideki vadide yer alan koyunde ikinci bir evi, bir de bağları varmış. "Eşim diğer evde uzumlere bakıyor. Birlikte cok zaman gecirmeyiz. Kızım Fatma bana bakmak icin buraya geldi." Fatma şalvarının ustune eski bir gomlek giymiş. Beni evlerine davet ediyor -tek goz oturma odası, ustu yarı acık bir mutfak, ucta da yiyecek ve kendi yaptıkları peynirler icin bir kiler. Acık ateşin yanındaki minderlere oturtuyorlar beni. Huseyin "Memleket neresi?" diye soruyor. "İngiltere'de doğmuşum. Ama uzun zamandır Turkiye'de yaşıyorum." "Jim Callaghan," diyor Huseyin (eski Britanya başbakanlarından birinin adını veriyor), "Onu dinlerdim, hatırlıyorum." Portatif radyoları bozulalı cok olmuş ama, bozulmadan once Huseyin dunya politikasıyla ilgili haberleri merakla dinlermiş; bu nedenle beni soru yağmuruna tutuyor. O sırada Fatma yiyecekleri getiriyor -yoğurt, bir sebze yemeği ve yufka ekmeği. Acık ateşte cay demlenirken yemeğe dalıyorum. Sonra Huseyin beni buğday tarlalarında dolaştırıyor, oyma asma dalları ve uzum salkımlarıyla suslu Roma lahdini, bir de cok daha eski bir mezarı ve ustu yazılı kaya parcalarını gosteriyor. "Bu hazineler kac yıllık?" diye soruyor bana, ben de birbiri ardına Lykia'da gorulen uygarlıkları anlatıyorum. Ağır ağır adlarını not ediyor; Persler, Yunanlılar, Romalılar, Bizanslılar, Selcuklular, Osmanlılar... Tepeden Kaş Yarımadası'na ve denizin oluşturduğu geniş kavisin acıklarındaki Meis Adası'na bakıyoruz.
"Bence mezarlar adaya işaret ediyor" diyor Huseyin. Mezarların kayaya oyulmuş catıları doğrultusunda gozlerimizi kısıp bakıyoruz. Haklı. "Ama neden?" Nedenini bilmemiz mumkun değil. Huseyin'in oğlu peynirleri taşıyacak bir katırla cıkıp geliyor. Evlerinin dışında bir kayanın ustunde otururken fotoğraflarını cekiyorum. Sonra yola duşuyorum yeniden. Bu kez Huseyin'in talimatlarına gore, Romalılar zamanında bile eski sayılan bir patikayı izliyorum. Yol tepeyi aşıyor, dalgalanan buğday tarlalarından gecip eski bir kentin kalıntılarına varıyor. İki saat otede, kalıntıların dibinde, sırtını 2000 yıllık bir duvara yaslamış bir evde Huseyin'in en yakın komşusu oturuyor; ama ev şu an icin boş.
Huseyin'in evinin yanından bir sonraki gecişimde Lykia Yolu'nu işaretliyoruz. Sadece oğulları evde; onlara bir kitap bırakıyorum. ?imdilerde Huseyin'in haberlerini sık sık alıyorum; yuruyuşculerin pek coğu yemek yemek, uyumak veya su şişelerini doldurmak icin onun evine uğruyor. Kopekler artık o kadar saldırgan değil; kimse taş atmak zorunda kalmamış, ısırılan kimse de yok. Huseyin, misafirlerine Lykia Yolu kitabındaki -kayanın ustune otururken cektiğim- fotoğrafını gosteriyor.
Yeni bir radyo almış, uluslararası gelişmeleri, ozellikle de Irak'taki savaşı izliyor. Fatma artık cok guzel bir genc kız; son moda, pacası kesik kot pantolon ve kısa tişortlerle dolandığı haberi geliyor. Lykia dunyanın ilk demokrasilerinden biriydi; idari konseyi, mahkemesi, vergi tahsildarı ve ordusu ortak bir grup site-devletten oluşmuştu. Toros sıradağlarının ucunda yer alan, Akdeniz'e uzanan bir yarımada oluşturan kentler, sırtlarını kirectaşından yuksek zirvelere yaslamış, ayaklarını sığ sulara bırakmıştı.
Bir başka deyişle, Lykialılar komşularından bağımsızdı, duşmanları icinse buyuk bir tehditti. Doğudan Roma ve Yunanistan'a uzanan tum nakliye yolları buradan gecmek zorundaydı; Lykia gemileri, o anki politikaya gore gecen ticaret gemilerini ya destekler ya da taciz ederdi. Lykialı askerler Troya ve Suriye kadar uzak topraklarda paralı asker olarak savaşırdı... Lykialı askerlere karadan saldırmak kolay değilse de, Persler buyuk bedeller odeyip bunu başarmıştı... Bize bugun de tanıdık gelen Pompeius ve Cicero burada un kazandı. Sonra Lykialılar Hıristiyanlıkla tanıştı. Aziz Nikolaus ilk piskoposlardan biriydi. Tepeler manastırların yoğun tarım yapmak uzere kucuk ciftcilere kiraya verdiği araziler haline geldi ve gemiler cok sayıda hacı ve tuccar getirdi.
Altıncı yuzyıldan sonra her şey değişti; once deprem, sonra da veba nufusun buyuk bolumunu katletti. Ardından İS 685'te devasa bir Musluman Arap filosunun Finike'deki Bizans filo ve tersanelerine saldırısı, 500'den fazla geminin kaybıyla sonuclandı. Araplar kıyılara saldırdıkca yaşamda kalabilenler ic kesimlere kactı, kentler terk edildi, manastırlar boşaldı.
__________________